Öfkeli kalabalık 28 Eylül 1730 sabahı Et Meydanı'na doğru ilerlerken esnafı kendilerine katılmaya davet ediyordu.
Padişaha hakareti kabul etmeyen kişilerin ise dükkanları yağmalanıyor ve Yeniçeriler tarafından şiddete maruz kalıyordu.
Bir süre deniz levendi olarak görev yapması nedeniyle kendisine 'Patrona' lakabı verilen ve isyanın biranda liderlerinden birisine dönüşen Halil'in aklına korkunç bir fikir geldi.
Yeniçeri Ağası Hasan Paşa'ya İstanbul'daki tüm zindanları açtırmasını ve tüm tutukluları isyana katmasını söyledi.
Bu noktadan sonra isyanın seyri değişmiş ve İstanbul talanı başlamış oluyordu.
Şehir günlerce sürecek bir yağmanın merkezi haline dönüştü.
Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, isyanın ciddiyetini önemsemeyen bir tutum takınmış ve gerekli tedbirleri almakta gecikmişti.
Sultan Üçüncü Ahmed ise tüm kurmaylarını toplayarak nasıl bir yol izleneceğine dair tedbir almaya çalışıyordu.
Padişah, saray kapılarına sancak-ı şerifi astırmış; kendisine bağlı Yeniçeri ve halkı desteğe davet etmişti.
Oysa tüm Yeniçeriler çoktan isyancılar tarafında saf tutmuşlardı.
Asiler, Vezir İbrahim Paşa'yı, onun kethüdası Mehmet Ağa'yı, Kaptan-ı derya Paşayı, İbrahim Paşa'nın damadı Kaymakam Mustafa Paşa'yı, Şeyhülislam Abdullah Efendi'yi, Mehmed Emin'i, Kaplani-zade'yi ve rical-i devletten yaklaşık otuz kişiyi sağ bir şekilde Et Meydanına getirilmesini istiyorlardı.
Lakin kısa sürede isyancılar padişahın da devrilmesini isteyen naralar atmaya başlamışlardı.
Padişah tepkileri dindirmek için listede isimleri olan kişileri öldürerek teslim etti.
Bu aslında padişahın merhametinin sonucuydu; çünkü asiler onları sağ ele geçirmeye çalışıyordu.
İsyancılar "İbrahim Paşa'nın cesedi değildir. Bize verilen sünnetsizdir, o olamaz!" diye yeniden harekete geçti ve Paşa'nın na'şını köpeklere yedirdi.
Üstüne de padişah elçilerine "ba 'de'lyevm Sultan Ahmed'ün hilafetini tutmazuz Sultan Mahmud Han Hazretleri'ni isterüz" diyerek taht değişikliği taleplerini ilettiler.
Sultan bunun üzerine tahtını, Sultan I. Mahmud'a bıraktı.
Patrona Halil etrafına topladığı 15 bin civarında Arnavut ile adeta İstanbul'u ve haliyle Osmanlı'yı yönetmeye başlamıştı.
Bu durum kısa sürede Yeniçerilerin de tepkisini çekmişti:
Bizler Yeniçeri ocağının ihtiyarlarıyuz ve ocak dimek ihtiyar dimekdür ve neferat bizim kuzularımızdur ve kuzu anasından ayrılmaz ve sen ocağımıza muhalefet hareket eyledin ve ümmet-i Muhammedi rencide etmeye başladın ve padişah mansubuna karıştın ve dürlü dürlü hesaplar işledin ve bu senin ittüğün zorbalığa yedi ocağın rızası yokdur ve padişah-ı alem penah hazretlerinin rızası yokdur ve şer'i şerif dahi buna rızası olmaz…
(Diyarbakır Ziya Gökalp Yazma Eserler İhtisas Kütüphanesi,
1479/1 numarası ile mecmuanın 1b-7b varakları)
Patrona, Topkapı Sarayı'na girdiği sırada pusuya düşürülerek yaklaşık 20 adamıyla birlikte öldürüldü.
Tüm bu huzursuzluğun nedeni ise huzurdu aslında.
Damat İbrahim Paşa ve Sultan Ahmed üst üste yaşanan mağlubiyetlerden sonra tüm cephelerdeki savaşları sulh yoluyla durdurmuştu.
Oysa savaş birçok kimse için ganimet demekti ve bu sulh dönemindeki hayat tarzı birçok taassup sahibi kimselerin tepkisini çekmişti.
Lalenin efsunu
Lale esasen yabani bir çiçekti ve Asya dağları anavatanıydı.
Kaynaklar ilk kez Kanuni Sultan Süleyman döneminde Ebusuud Efendi'nin bu çiçeği ehlileştirdiğini belirtir.
Osmanlı'nın elit kesimi kısa süre içerisinde laleye öylesine büyük anlamlar yükledi ki saray eşrafından birçok kimseler bu bitkiyi yetiştirmeyi bir statü alameti olarak belledi.
Lale ile beraber bir eğlence ve sefahat kültürü de ortaya çıktı.
Refik Ahmet, bu düşkünlüğü şöyle tasvir eder:
Baharın gündüzleri seyr-i bedâyi'le geçtiği gibi, geceleri de çırağan safalarıyla imrâr olunurdu. Çırağan eğlenceleri Topkapu Sarayı'nın bağçelerinde icrâ olunduğu zaman, bu şenliğe sarışın, aşüfte kızlar ve câriyeler de iştirâk ederlerdi.
Gece mehtâbın simîn parıltıları boğazın mest ü râkid suları üzerine elmas-pâreler serpdiği zaman, sarayın lâle bağçesi de rengârenk nurlara gark olurdu. Bütün lâleler arasına muhtelif renklerde şekerler konur, araları kandiller ve şem'alarla donatılırdı.
Sonra, âhenk, zevk ve sürûr içinde bütün câriyelerin kumral ve siyah saçlarını dökerek, billûrî ve câzib kahkahalarla lâleler arasında koşuştukları, şeker kapışmak için birbirleriyle rekâbet ettikleri görülürdü.(Refik Ahmet - Lale Devri)
Refik Ahmet'in erotize ettiği satırlar şüphelidir. Bir kesim, bu dönemi ısrarla fuhuşatla bir arada değerlendirme gayreti içerisindedir.
Buna rağmen, yüksek eğlenme zevkini Nedim de Çereğan eğlencelerini aktarırken belirtir; ama cariyelerin öne çıktığı bir metin olduğu söylenemez:
Lâle bağçelerinde geceleri çerâğân şenlikleri tertîbolunurdu. Kaplumbağaların kabuklarına rengârenk ziyalar neşr eden meş'aleler yapıştırılarak lâlezâra salıverilir, lâleler arasına türlü türlü şekerler konur ve bunların da araları kandiller ve meş'alelerle donatılarak: zemîn-i lâlezârın nurdan tâvusdur güyâ hayâl-i rengîni vucûda getirilirdi.
(Boğazın mest ü râkid suları üzerine elmas-pâreler serpdiği zaman) kaplumbağaların öteye beriye hareketleriyle hâsıl olan manzara- 'i nur-u envârdan semânın kehkeşanları yere inmiş zannolunurdu. …
Gece yarılarına kadar icrâ yı âhenk iden sâzende ve hânendelerin ve uzak yakın korulardaki bülbüllerin sesleri arasında câriyeler perîşân saçlarını dökerek billûrî ve câzip kahkahalarla lâleler ve ziyâlar içinde koşuşur, şeker kapışmak için birbiriyle müsâbakaya girişirlerdi.(Ahmed Nedim,
Nedîm Divanı: Külliyat,
ed. Halil Nihad)
Cevdet Paşa da bu dönemin ahlaki yapısından şikâyetçi olanlar arasındadır.
Bu türden eğlencelerin halkın ve idarecileri fesada sürüklediğini savunur:
nev icâd âyîn ve oyunlara düşülüp tabâyı'-i nâsda dahî tenperverlik belâsına ve seyr ü sefâhat sefâsına isti'dâd olunduğundan herkes envâ'ı sefâhat ve melâhîye düzüldü ve askerin nizâmı şöyle dursun halk içinde mer'î olan âdâb ve usûl-ü kadîme ve zevc ile zevce beyninde olan revâbıt-ı tabi'îye bile bozuldu.
Lale yetiştirmenin statü alametine dönüştüğü günlerde İbrahim Paşa, İstanbul'u adeta bir masal şehrine çeviriyordu:
Nevşehirli Damad İbrahim Paşa, payitahttaki durağan yaşamı canlandırmak, şeriat baskılarını azaltmak, tüketimi dolayısıyla üretimi artırmak, kenti güzelleştirmek, estetik değerleri öne çıkartmak için çok yönlü bir açılım başlatmıştı. Amacı İstanbulluları içinde yaşadıkları doğal güzelliklerle tanıştırmak, Boğaziçi'nde yaşamaya alıştırmaktı. 'Sa'dâbâd temaşagâhı' şenlikleri, 'çerağan safaları' ve 'helva sohbeti geceleri' bu amaç için canlandırılan ve dönemin modası kılınan gelenekler oldu.
(Yaşamı Nuri Akbayar, Necdet Sakaoğlu,
Binbir Gün Binbir Gece Osmanlı'dan Günümüze İstanbul'da Eğlence)
O günleri belki de en güzel tanımlayan kişi ise şair Nedim idi:
Bir safa bahşedelim gel şu dil-i nâ-şâda
Gidelim serv-i revânım yürü Sa'd-âbâd'a
İşte üç çifte kayık iskelede âmâde
Gidelim serv-i revânım yürü Sa'd-âbâd'a
Gülelim oynayalım kâm alalım dünyâdan
Mâ'-i Tesnîm içelim Çeşme-i Nev-peydâdan
Görelim âb-ı hayât akdığın ejderhâdan
Gidelim serv-i revânım yürü Sa'd-âbâd'a
Geh varub havz kenarında hırâmân olalım
Geh gelüb Kasr-ı Cinân seyrine hayran olalım
Gâh şarki okuyub gah gazel-hân olalım
Gidelim serv-i revânım yürü Sa'd-âbâd'a
İzn alub Cum'a namazına deyû mâderden
Bir gün uğrulayalım çerh-i sitem-perverden
Dolaşub iskeleye doğru nihân yollardan
Gidelim serv-i revânım yürü Sa'd-âbâd'a
Bir sen ü bir ben ü bir mutrib-i pâkîze-edâ
İznin olursa eğer bir de Nedîm-i şeydâ
Gayrı yârânı bugünlük edib ey şuh feda
Gidelim serv-i revânım yürü Sa'd-âbâd'a
Topkapı Sarayı, İbrahim Hanzâdeler Yalısı, Beşiktaş Yalısı, Ferahabad ve Kethüda Mehmed Paşa'nın yalısı ve Kaptan-ı derya Mustafa Paşa'nın Vefa Bahçesi gibi mekânlar eşsiz güzellikte laler ve türlü eğlencelerin merkezine dönüşmüştü.
Sanıldığı gibi bu eğlenceler her an yapılmıyordu. Baharın başlaması ile genellikle nisan sonu gibi eğlenceler başlar ve bir ay gibi kısa bir sürede de biterdi.
Gündüzleri halkın da izleyebileceği temaşalar, geceleri Osmanlı elitlerine münhasırdı.
Elbette ışık gösterileri ve patlayan havai fişekler İstanbul ahalisini de ziyadesiyle memnun ederdi.
Lale yetiştirme çılgınlığı İstanbul'da bu şekilde yaşanırken bu efsunlu bitkinin soğanı İstanbul'dan Avrupa'ya gittiğinde de benzer etkiyi yaratmıştı.
Hollanda'da bir lale soğanı ile malikâneler dahi alınıp satılırken Fransız devriminde halk yöneticilere olan öfkelerini dindirmek adına lale bahçelerini de talan ediyordu.
Sanılan aksine Patrona Halil İsyanı'ndan sonra lale yetiştiriciliği yasaklanmadığı gibi, daha da geliştirilmişti.
Elbette bu çiçeğin uğruna eğlence ve temaşalar yapılmıyorsa da Türk halkının gönlünde gülden sonra lale taht kurmuştu.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish