Ukrayna Devlet Başkanı Zelenski ya da yardımcılarından birinin kuşatma altındaki Mariupol şehrinin idarecileriyle Ukraynaca değil de Rusça konuşmasının Rusları rahatsız ettiği yönünde yapılan değerlendirmeleri anlamadım.
Konu üzerine düşündüm, sordum soruşturdum ve şöyle bir cevap aldım:
Başkan hoşgörülü olduğunu ve Ukrayna'ya karşı savaşlarına rağmen Ruslardan nefret etmediğini göstermek istemiş olabilir.
Öte yandan mesele, işgal ve kuşatmadan etkilenen sivillerle Rus savaşçılar arasında sempati uyandırmak gibi insani bir durumla da ilgili olabilir.
Dilbilimci değilim ama her ne kadar aynı ana dilin lehçesi olmasalar da iki dilin birbirine yakın ve aynı soydan geldiğini biliyorum.
Ancak sorun bu değil, asıl mesele dil ile kimlik arasındaki ilişkidir.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Ayrıca bu, sömürgecilik ve küreselleşme çağında yeniden gündeme gelen bir konudur.
İbn Haldun'un da ifadesiyle mağluplar, özgür olmayı değil; galipleri taklit etmeyi isterler.
Savaş zamanlarında kimlikler derinleşir; kültürü, kutsalı ve sembolleri taşıyan özel dil öne çıkar.
Yani devletler ve milletler arasındaki savaş ve kriz zamanlarında, "kimlikler" aracılığıyla farklılıklar vurgulanır.
Tarih-i Taberî'de şöyle bir hadise anlatılır:
Murâbıtlar Halep'in berisinde Romalılarla savaştıkları sırada bir patrik esir alınır -onlar için üst düzey her subay bir patriktir- ve bu patrik kendileriyle fasih bir Arapçayla konuşur. Şayet patrik sarışın olmasaydı onun 'Rum Araplarından' olduğunu düşünürlerdi.
Fakat patrik onlara gerçek bir Rum olduğunu söyledi. Patrik gençlik ve yaşlılıkta sınırdaki kışlalarda ömür tüketmiş, Arapçayı öğrenerek konuşmaya ve yazmaya başlamış ve iki dildeki anlaşmaların ve sözleşmelerin yazılma sürecine dahil olmuş.
Her halükârda Murâbıtlar, patriğin Arapça konuşma kabiliyetine ilişkin yapmış olduğu bu açıklamaya ikna olmamışlar ve ilk esir takasında -hayret verici, tuhaf ve rahatsız edici bu durumdan kurtulmak için- onu serbest bırakmışlar.
Bunun yanında M.S. 9. yüzyılda Endülüs'teki bir İspanyol rahibin, genç bir İspanyol topluluğun 'Müslüman fatihlerin diline âşık olduğundan ve kendi aralarında Arapça konuşmaya ve şiirler yazmaya başladıklarından' şikâyet ettiği bir başka hikâye var.
Söz konusu gençler her ne kadar İslam'a geçmemiş olsalar da, rahip bu durumu dine ve kadim kültürel değerlere ihanet olarak değerlendiriyor.
Hint ve Arap dillerindeki canlanmanın sömürge döneminde yaşandığını da unutmamak gerekir.
Gandhi'yi ve Muhammed Abduh'u önceleyen dönemden bu yana askeri fetihlere eşlik eden bir kültürel istiladan söz ediliyor.
Fakat burada yenilenen kimliğin yalnızca dini olmadığını gözden kaçırmamalı. Levanten göçmen yazarlarının -çoğunluğu Hristiyan olmasına rağmen- Arapçayı nesir ve şiirde canlandırmaya çalışmışları bunun delilidir.
Küreselleşme çağında kimlikler tekrardan yeşerdi. Fakat bu iki taraflı gerçekleşti.
Avrupa'daki ve Amerika'daki göçmenlerin asimile olma korkusuyla kendi kimliklerine ve onun dini ve dilsel sembollerine sarılması karşısında, bu otantik kimliğin yapma bir imajını canlandırmaya çalışan popülizmler ortaya çıktı.
Nitekim göçmenlerin ulusal dini gelenekleri Fransız uygarlığı için bir tehdit olarak görüldü.
Bu bağlamda kimlik olgusu gözlemciler tarafından iki kategoriye ayrılır: Din ve etnisitenin imtizacıyla uyanan Asyalı kimliği ile daha çok kültürel, medeniyet ve dini farklılıklara odaklanan Avrupalı veya Batılı kimliği. Fransa'nın eski Cumhurbaşkanı Giscard d'Estaing, Avrupa Birliği Mevzuatı'na Hristiyanlığı Avrupa'nın tarihsel kimliğinin bir sac ayağı olması hasebiyle şart koşmak istemiş, fakat başarılı olamamıştı!
En nihayetinde, Fransızlar ve Almanlar arasında ortak figür olan Şarlman, Avrupa Birliği'nin babası olarak sembolize edildi.
Filozof Kwame Anthony Appiah, 2005 yılında yayımlanan "Kimliğin Etiği" kitabında, herhangi bir kültürün sadece farklılığı değil, aynı zamanda farklılığın ölümünü temsil ettiğini söylüyor!
Bu, Batı'nın ürettiği uluslararası kültürel ve stratejik kurumların öncülük ettiği haklar ve ödevler çağında, artık ayrımcılığa veya üstünlüğe yer olmadığı anlamına geliyor.
Bu, her milletin -daha büyük ve çoğulcu bir oluşumdan kopmuş olsa bile- devlet kurma hakkı olduğunu içeriyor. Doğu Avrupa'da Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra yaşanan buydu.
Zira Orta Asya ve Kafkasya'daki Müslüman ülkelerin farklılığına odaklanıldı.
Örneğin küçük Baltık cumhuriyetlerinde tarihi hafızanın, kinin ve farklı dillerin mevcut olduğuna dikkat çekildi.
Küçük Estonya'nın da tarihsel bir hafızası varsa büyük Ukrayna ve halkı neden buna sahip olmasın?
Öte taraftan -etnik grupların bağımsızlık istediği- Rusya Federasyonu, Baltık cumhuriyetlerinin ayrılmasını görmezden geldi veya ehemmiyet vermediyse de; Küçük Rusya olarak adlandırılan "Büyük Ukrayna"nın ayrılmasını görmezden gelemezdi!
Sovyetler, farklılıklarını kabul ederek özerkliklerini koruduğu halde 'milliyetleri' bağımsız devletlerin kurulması için gerekçe olarak görmedi!
Kendisi bir cumhuriyet ve ulus-devlet olduğu halde çevresindeki küçük ya da büyük ulusların bağımsız devletlerini tanımamak bir çelişkidir!
Rusya Devlet Başkanı, savaşında ulus haklarından veya bu hakların yokluğundan vs. bahsetmiyor, bilakis bir bileziğin bileği sarması gibi Atlantik'i kuşatmaktan söz ediyor.
Burada kimliği, Avrupa haricinde bir etno-kültürel olgu olarak ele aldık. Şu anda özellikle Doğu Avrupa'da kendini gösteriyor.
Doğu Avrupa'da ve Balkanlarda patlamaya hazır bir unsur olarak bulunmaya devam edecek. Bosna-Hersek ve Kosova'yı neyin beklediğini bilmiyoruz.
Fukuyama, 2018 yılında yayımladığı kitabına Identity: The Demand for Dignity and the Politics of Resentment (Kimlik: İtibar Talebi ve Hınç Siyaseti) adını verdi.
İtibar ve hınç arasında birçok çatışma patlak veriyor.
Kendisinden yardım istenebilecek yalnızca Allah'tır.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Independent Türkçe için çeviren: Beyan İshakoğlu