Kadın ruhundan anlayan en iyi yönetmen; Jane Campion

Mehmet Erduğan Independent Türkçe için 'Yönetmen Sineması'nda bu hafta Jane Campion'u ve filmografisini yazdı

Kolaj: Independent Türkçe

Fransız film yapımcısı Julia Ducournau bu yıl Cannes'da Altın Palmiye Ödülü'nü, vücut korkuları ve toplumsal cinsiyet politikalarındaki vahşi patlaması "Titane" ile aldığında, Jane Campion'un sinema tarihindeki statüsü biraz değişti; artık zirveye çıkan tek kadın değil, ancak ana akım sinemaya açıkça feminist bir bakış açısı getirmenin öncüsü olarak ebediyen listelerden adı çıkmayacağı kesin.
 

 

30 Nisan 1954 tarihinde Wellington, Yeni Zelanda'da sanatçı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Jane Campion, çağdaş kadın film yapımcıları arasında en başarılı bulunan ve en çok beğenilenlerden biridir.
 


Kendisinden bir buçuk yaş büyük olan kız kardeşi Anna ve kendisinden yedi yaş küçük olan erkek kardeşi Michael ile birlikte Yeni Zelanda tiyatro dünyasında büyüyen Campion, başlangıçta dramatik sanatlarda bir kariyer fikrini reddetti ve bunun yerine 1975'te, Victoria University of Wellington'dan Antropoloji alanında lisans derecesi ile mezun oldu.

1976'da Londra'daki Chelsea Sanat Okulu'na kaydoldu ve Avrupa'yı dolaştı.
 

 

Sonrasında, Campion Sydney'e taşındı ve burada Sydney College of the Arts'a ve en önemlisi, prestijli Avustralya Film Televizyon ve Radyo Okulu'na katıldı.

Avustralya'ya gelişi, Avustralyalı eğitim kurumlarının ve devlet finansman kurumlarının, filmlerde kadınlar için kariyer yollarını teşvik etmek ve kadın bakış açılarından hikayelerin anlatılmasını desteklemek için kararlı çabalarıyla aynı zamana denk geldi.
 

 

Dogmatik ve cesur

Senarist, yapımcı ve yönetmen olarak kariyerine devam eden Jane Campion, Fransız yönetmen François Truffaut'un öldüğü, İtalyan yönetmen Michelangelo Antonioni'nin tutukluk yaşadığı, bu yüzden de Yeni Dalga artık yaşlandığı için çağdaş sanatın umutsuzluk içinde olduğu bir dönemde yeni üretimler yapmak için adım atan sinemacılar arasında, kameranın arkasındaki kadın olarak oldukça dikkat çekmeye başladı.
 


Antropoloji ve resim alanındaki geçmişinden etkilenen ve görsel yaratıcılığıyla öne çıkan, son derece kişisel ve kendine özgü bir tarzı filmlerinde yansıtan Jane Campion'ın sinemasında karanlık mizah anlayışı, karmaşık kadın tasvirleri ve cinsellik ön plana çıkmaktaydı.
 


Ağırlıklı olarak duyulmak, tanınmak ve anlaşılmak için mücadele eden kadın karakterlerle ilgilenen Campion'un kendine özgü çalışmaları kolayca kategorize edilemese de onun dogmatik ve cesur vizyonu art-house ile ticari film yapımı arasındaki boşluğu doldurmaktaydı.
 

 

Tutkularının peşindeki kadınların yönetmeni

Kariyeri boyunca sınırlı üretim sayısına rağmen, sinema tarihindeki birçok klasiği geride bırakarak elde ettiği başarı, şüphesiz Jane Campion'un sinemasındaki büyüyle ilişkili olduğu kadar, hemen her filmine bir şekilde sirayet eden, feminist, geri adım atmayan bakış açısıyla da ilişkilidir.

Campion'un çalışmasındaki en ilgi çekici unsurlardan biri, zor durumdaki ya da baskı altındaki kadın portrelerinin asla sadece ezilen kadın kurbanların umursamaz erkekler ve aile üyeleri tarafından vahşice muamele görmeleri ya da ezilmeleri durumu olmamasıdır.
 


Kahramanlarının kendi bireyselliklerini keşfetme ve ifade etme çabaları onları çevrelerindeki dünyayla çelişen karmaşık, kusurlu bireyler yapmaktadır.

Bu yüzden onun filmlerinin özellikle feminist düşünürler tarafından çok tartışılması, kadın karakterlerinin net kalıplara sokulamamasından kaynaklanmaktadır.
 


Onun kadınları feminist rol modelleri teşkil edecek ideal karakterler değillerdir, çünkü tutkularının peşinde giden güçlü ve ilham verici oldukları kadar zaafları olan, hata yapan, yanlış adama âşık olan, bocalayan 'gerçek', dolayısıyla da 'kusurlu' kadınlardır.
 


Düşünceleri ve eylemleri sıklıkla statükoya karşı çıkan ve izleyicilerin cinselliğe yönelik tutumlarına meydan okuyan unutulmaz bir kahramanlar dizisidir.

Bu anlamda erkek egemen toplumlardaki kadın karakterlere odaklanan Campion'un yıllar boyunca yaptığı çalışmalar ilham verici, karanlık, hareketli ve güçlü bir şekilde günümüze kadar gelmiştir.
 


Sinemasının en belirgin özelliği, kadın hikâyeleri anlatması ve kahramanlarının kadınlar olmasıdır.

Üstelik sinema tarihinde kolay kolay benzerine rastlayamayacağımız karmaşık kişiliklere sahip bu karakterler, kadınlara sıklıkla reva görülen bakire/fahişe ya da iyi/kötü kalıplarına sığmazlar; her birinin 'gizemli' klişesini aşan bir derinliği vardır.
 

 

Başına buyruk bir sinemacı

Film üretim süreçlerinde belli kalıplar içinde ilerlemeyen, aksine başına buyruk bir şekilde çalışan Jane Campion, hem sık sık edebiyat uyarlamalarına başvurur hem de hikâyeleri içinde romana, şiire yer verir.

Sanat eğitimi de almış olan, Frida Kahlo ve Joseph Beuys gibi sanatçılardan etkilendiğini sık sık söyleyen ve kadınlara, maneviyata ve doğaya tutkuyla bağlı bir sanatçı olan Campion, bu anlamda filmlerinde genel izleyicinin çok alışık olmadığı bir sinema dili kullanır.
 


Dokulara odaklanan yakın planlara, ellerin farklı yüzeyler üzerinde gezinmesine, tenlerin birbirine değmesine sıkça yer veren Campion böylelikle izleyicinin dokunma duyusuna hitap etmeyi ustalıkla başarır.

Bu anlamda karakterin iç dünyalarını ekrana yansıtmak ve bunları izleyiciye açıkça göstermek konusunda pek çok Hollywood yönetmeninde olmayan gerçek bir yeteneğe sahiptir.
 


Kariyerinde şüphesiz kendi ayakları üzerinde duran biri olan Jane Campion 1992'de The Piano'da ikinci yönetmen olarak çalışan Avustralyalı Colin David Englert ile evlendi.

İlk çocukları, Jasper adında bir oğulları, 1993 yılında doğdu ama sadece on iki gün yaşadı, ikinci çocukları Alice Englert adında bir kızı 1994'te doğdu ve ilerleyen yaşlarında bir oyuncu oldu.

Çift 2001 yılında boşandı.
 

 

Filmografisi

Kariyeri boyunca, görsel ve işitsel olarak eşi benzeri olmayan türden dünyalar yaratan ve feminist bakış açısıyla ufku geniş anlatılara imza atan Jane Campion, uzun soluklu kariyerinde gerek kadın karakterlere gerekse filmlerin üretim aşamasındaki kadın yönetmenlere dair oturmuş bakış açısını değiştiren filmler ortaya çıkardı.
 


"İnsanlar rasyonel olduklarını sansalar da bambaşka bir şey tarafından yönetiliyorlar" diyen Campion filmlerinde de bu "bambaşka" şeyleri irdelemeye çalıştı.

Aile melodramı, gotik romantizm, edebi uyarlama, absürt ve gerilim türleri arasında dolaştığı filmografisini aşağıda sizin için özetlemeye çalıştım.


Sweetie

Yönetmen: Jane Campion / Oyuncular: Geneviève Lemon, Karen Colston, Tom Lycos, Jon Darling, Dorothy Barry, Michael Lake, Andre Pataczek, Jean Hadgraft, Paul Livingston, Louise Fox, Ann Merchant, Robyn Frank, Bronwyn Morgan, Sean Fennell, Sean Callinan, Norm Galton, Warren Hensley, Regina Heilmann, Charles Abbott, Diana Armer, Barbara Middleton, Emma Jane Fowler, Irene Curtis, Ken Porter, John F. Hughes, Alan Close, Marc Colombani, Geoff Shera, Andrew Traucki, Norman Phillips, Shirley Sheppard, Ben Cochrane, Kristoffer Pershouse, Larry Brand, Cedric McLaughlan, Doug Ramsey, Bruce Currie / Süre: 97 dakika
 

 

Jane Campion'un 1989 yılında çekimlerini Sidney'de tamamladığı Sweetie adlı bu ilk uzun metrajlı filmi; şiddetli geçimsizlik nedeniyle ayrılan garip bir çift ve kızları Kay ile herkesin "Sweetie" diye çağırdığı Dawn'dan oluşan sıra dışı bir ailenin ilginç hikayesini konu ediniyor.

İki kız kardeş arasındaki trajik, komik ve zor bir ilişkiyi kadrajına alırken aile kavramına da farklı açılardan odaklanan film, Kay'in bir yaprak uzmanının çayında gördüklerini yorumlayarak "yüzünde soru işareti olan bir adam"da aşkı bulacağını söylemesi, akabinde Kay'in de aradığı adamı yanı başında bulmasıyla başlar.

Aslında iş arkadaşıyla nişanlı olan bu adama âşık olan Kay bir şekilde onu arkadaşından çalar.

Görünüşte sakin ve utangaç görünen, ama yeni nişanlı bir adamı utanmadan nişanlısından çalabilen tuhaf, mesafeli bir genç kadın olan Kay'in psikolojik sorunlarına odaklanan filmde Kay'in bu adama olan sevgisini ifade edişi de yine aykırıdır; öyle ki on üç ay sonra yıldönümleri için bir ağaç diker ve sonra da garip bir şekilde o ağacı gizlice yerinden söker.

Tam da böylesi gariplikler içinde bir gece, Kay'in dengesiz ve duygusal problemler yaşayan kız kardeşi Sweetie yanında uyuşturucu bağımlısı sevgilisi ile habersiz bir şekilde çıkagelir ve ailesini çılgına çevirir.

Bir anda ortaya çıkıp eve dönen Sweetie daha sonra ailesinin diğer üyelerini korkutmaya, kontrol etmeye ve taciz etmeye başlar.

Böylelikle içe dönük genç bir kadının hayatı, uyumsuz kız kardeşinin gelişiyle alt üst olur.

Kay'in ailesi bu süre içinde her şey göründüğü kadar kötü değilmiş gibi davranmaya çalışır, ama bu ailenin hayatı tam anlamıyla berbattır.

Kay'in zaten karmaşık olan hayatına ezelden beri kâbusu olan kardeşinin ve ailesinin dahil olmasıyla birlikte kendimizi, bu tuhaf aile üyelerini tanımaya çalışırken bulurken aşk serüveni de farklı bir noktaya doğru sürüklenen Kay dayanılmaz gariplikler içinde belki de filmin en normal karakterine dönüşüverir.

Alıngan, sinirli ve utangaç bir karaktere sahip olan Kay'in ağaçlara karşı fobisi vardır; farklı ruh hali ve aykırı duruşu ile sosyal olarak antipati içinde yaşayan bu kız hem pragmatik hem de insanı korkutacak denli gizemlidir.

Sorunları olduğundan tamamen habersiz, hayatını özgürce yaşayan, en büyük tutkusu bir gösteri yıldızı olmak olan Sweetie ise şişman, düşüncesiz ve duygusal sorunlarla dolu bir genç kızdır.

Bazen çekici, bazen tehditkâr ama en önemlisi sınırsız bir özgürlük içinde yaşayan Dawn'ı kız kardeşi "karanlık bir güç" olarak görmekte ve bu bir araya gelişle birlikte Kay'in kız kardeşine karşı büyük düşmanlığı hemen belli olmaktadır.

Babası ise ona her zaman sevgiyle, bir çocukmuş gibi davranırken Sweetie'nin akıl hastalığını ve dengesiz çocuksu davranışlarını görmezden gelmektedir.

90'lı yılların başında Jane Campion gibi kendine has bir yönetmenin doğuşunu müjdeleyen ve festivallerin "İyi Bir Başlangıç" ve "30 Yılın En İyi İlk Filmleri" kategorilerinde gösterildiğinde karakterleri, teması, şaşırtıcı detayları ve çarpıcı senaryosu ile dikkat çeken Sweetie, Campion sineması içerisinde en özgün yapım olarak yerini hala koruyan bir filmdir.

Campion'un en özgün ve ilginç çalışmalarından olan bu film ayrıca, akıl hastalığının bir ailenin psiko dinamikleri üzerindeki etkileri hakkında yazılmış ve çekilmiş en iyi filmlerden de biridir.
 


Kız kardeşler arasındaki anormal ilişkilerin derin psikolojik analizi izleyiciye Ingmar Bergman'ın bazı eserlerini hatırlatır, ancak Sweetie yine de kuzeyli karamsarlığına sahip değildir.

Bergman'ın karamsarlığının aksine Campion eğlenceli, şok edici, gerçeküstü bir şekilde kahramanın duygularını ve kız kardeşi Dawn'a karşı duyduğu hoşnutsuzluğu başarıyla yakalar ve ailenin Dawn'a karşı hissettiği nefret/sevgi ilişkisi oldukça net bir şekilde hissedilir.

Yarattığı sıra dışı kadın karakterlerine her defasında kendinden de bir parça ekleyen Campion, Sweetie'de aile olmanın zorluklarına değinir, ancak asıl vermek istediği mesaj; ailenin bir kader oluşu, doğarken seçilememesidir.

Sweetie ve Kay'in sosyal ilişkilerinde yaşadıkları zorluklar, biraz da Campion'ın kendi gençliğinde insan ilişkilerinde zorlandığı yılların izdüşümüdür.

Genel olarak herkesin sevebileceği düzeyde değilse de seçkin film zevkine sahip olanlar için bu film tartışmasız bir mücevher niteliğindedir; film güzel, ustaca fotoğraflanmış ve setler de sanatsal olarak tatmin edicidir.

Dolayısıyla beklenmedik anlarla ve sürpriz detaylarla dolu olan bu gerçeküstü trajikomedi, yönetmenin atlanmaması gereken filmlerindendir ve absürt senaryosu ile meraklısına önerilir.

 

Masamdaki Melek

Yönetmen: Jane Campion / Oyuncular: Kerry Fox, Alexia Keogh, Karen Fergusson, Iris Churn, Jessie Mune, Kevin J. Wilson, Francesca Collins, Melina Bernecker, Mark Morrison, Katherine Murray-Cowper, Mark Thomson, Brenda Kendall, Paul Moffat, Blair Hutchison, David McAuslan, Ailene Herring, Faye Flegg, Carla Hedgeman, Timothy Bartlett, Richard Mills, Sassy Acorn, Tony Creamer, Hamish Gough, Geoff Barlow, Samantha Townsley, Sarah Llewellyn, Christopher Lawrence, Edith Campion, Fiona Kay, Brian Flegg, Eileen Clark, Margaret Gordon, Caroline Somerville, Lilian Enting, Fiona Brown, Maureen Duffy, Karla Smith, Willa O'Neill, Fritha Stalker, Melanie Reid, Natasha Gray, Kelly Stewart, Andrew Robertt, Glynis Angell, Susan McGregor, Erin Mills, Virginia Brocklehurst, Natalie Ellis, Eddie Hegan, Sarah Smuts-Kennedy, Colin McColl, Erin Dorricott, Francene Clark, Doreen Donnell, Alistair Douglas, Rod Collison, Harry Lavington, Sheryl Stewart, Cushla Ashton, Jacqueline O'Rourke, Joy Trow, June Shane, Annabel Lomas, Ann Coc-Kroft, David Stott, Elizabeth McRae, Jim Rawdon, Peter Brunt, Celia Nicholson, Peter Needham, Joshua Cole, Ian Hendl, Martyn Sanderson, Jessica Wilcox, Mark Clare, Helene Anderson, Joan Foster, David Letch, Rob Jayne, Sharon Marsden, Collette Cooper, Paul Norell, Julia Calvo, Carlos Martínez, Maria Matias, Michael Harry, Maria Mercedes Moroto, Paula Sánchez, Timothy Smith, Alison Bruce, William Brandt, Gwyneth Hugues, Gerald Bryan, Billie Atkinson, Peter Dennett, David McKenzie, Eleanor Wragge, Caroline Flint, Rachel Hernandez, Patrick Griffiths / Süre: 158 dakika
 

 

Janet Frame'nin otobiyografisinden uyarlanarak 1990 yılında çekilen An Angel at My Table adlı bu film; şizofreni tanısı konulmuş, ama aslında otizm seviyesinde içine kapanık, kompleksli, yanlış anlaşılmış bir yazarın yetişme ve olgunluk yılları ile bitmek tükenmek bilmeyen acılarını anlatır.

Aslen üç bölümlük bir televizyon dizisi olarak üretilen ama sonra kısaltılarak filme dönüştürülen bu yapım Janet Frame'in çocukluk ve ilk gençlik yıllarını anlattığı To the Is-Land (1982), üniversite yıllarını, ardından yaşadığı olumsuz hastane deneyimini ve yazarlığa adım atışını ele aldığı An Angel at My Table (1984) ve Avrupa'da geçirdiği yedi yılı özetlediği The Envoy from Mirror City (1984) adlı üç otobiyografisine dayanmaktadır ve filmin hikayesi de bu kapsamda üç bölüme ayrılmıştır.
 


Yeni Zelanda'nın en ünlü ve uluslararası çapta tanınmış yazarı olan Janet Frame 1920'lerin ortasında, küçük bir kasabada çok sayıda erkek ve kız kardeşi olan yoksul bir ailede büyür.

Ailesinden uzaktayken utangaç olan ama onların yanındayken kontrol edilemeyen bu hassas ve kızıl saçlı tombul çocuğa babası ve özellikle de tanı konmamış bir epilepsi hastası olan ağabeyi bazen kaba davransa da yine de aile içinde sevilir.

Janet bu yaşlarda kendini baskı altında hissedip, hiç arkadaşı olmadığı için üzgün olsa da neşesini koruyarak kısa sürede kitaplara ve şiirlere karşı bir tutku geliştirir.

Hayatını bir şair olarak ya da sadece yazarak geçirmek isteyen Janet Frame'in bütün ailesi, onun şiir yazma konusundaki erken edebi çabalarını desteklemiştir.

Duygusal, duyarlı, sevecen, meraklı, korkmuş ve yine de tamamen insancıl bir karaktere sahip olan Janet üniversiteye gittiğinde, utangaçlığı daha yoğun hale gelir ve kız kardeşi Isabel dışında kimseyle sosyalleşmez.

Ancak sosyalleşmek için utangaç, derneğe gitmek için fazlasıyla korkak olan ve bu yüzden de gittikçe daha fazla yalnızlaşan Janet'ın hayatı iki kardeşinin korkunç bir şekilde ölümüyle gölgelenir; değişmeye ve belki de suçluluk duygusuyla bu beklenmedik trajedilerden sonra depresyon dolu günlere sürüklenir.

Zaten erken yaşta diğer çocuklardan farklı olan Janet Frame utangaçlık içinde çok da başarılı geçmeyen öğrencilik yıllarından sonra öğretmenlik eğitimi alsa da anormal kabul edilen davranışları neticesinde yanlış şizofreni teşhisi konunca annesinin onayıyla sekiz yıl psikiyatri hastanesinde yatmak zorunda kalır.
 


Burada beyin ameliyatından zar zor kurtulan ama bu süre içinde iki yüz şok tedavisine maruz kalan Janet, kendi düşüncelerini ifade etmenin bir yolu olarak yazmayı kullanarak bu günleri sabrederek geçirmeye çalışır.

Bu süre zarfında büyük beğeni toplayan bir kısa öykü koleksiyonu yazan Janet'ın bu başarısı onu önerilen bir lobotomiden kurtarır.

Üstelik bu edebi başarısı sayesinde hayatının bir sonraki dönemini geçireceği Avrupa'ya seyahat etmesini sağlayacak bir hibe de kazanır.

Bu yazma terapisi, onun ruhuyla daha iyi anlaşmasına yardımcı olur ve yalnız olduğu zamanlarda bile edebi olarak üretken olmayı başarır.

Bu Avrupa seyahatleri sırasında bir adamla uzun zamandır arzuladığı bir aşk ilişkisi yaşamaya başlar, ama bir süre sonra ayrıldığında yeniden harap olur.

1930'lu yıllarla başlayan film Janet Frame'in 1960'larda Yeni Zelanda'ya dönüşüyle sona erer.

"Sweetie" ile benzer temaları paylaşan bu film teknik açıdan iyi hazırlanmış olsa da duygusal düzeyde değerlendirmeye daha açıktır.

Haliyle filmin mutsuz ve akli dengesi yerinde olmayanlar için yüzeysel olarak ele aldığı bir mücadele ve şefkat durumları varsa da diğer taraftan deha ile delilik arasındaki ince çizgiye de bir bakış atmaktadır.
 


Acı verici derecede utangaç, acınası derecede güvensiz, bastırılmış ve içine kapanık bir yazarın sıkıcı ve yalnız yaşamını izlemek biraz can sıkıcı olabilir, ayrıca içinde epeyce dehşet var ki bunların doruk noktası Frame'in hastanede geçirdiği yıllardır.

Ama bir şekilde, Jane Campion nazik ve gerçekten mütevazi bir kadın yazarın sessiz ama etkileyici derecede güçlü portresinde bunları çok sakin bir şekilde ele alıyor ve izleyiciye hayattaki kötü şeyler ne olursa olsun bir noktada bunların bir gün biteceğini hatırlatıyor.

Film hiçbir zaman yetenekli ama yanlış anlaşılmış bir sanatçıyı duygusal açıdan istismar ederek izleyiciyi manipüle etmeye çalışmıyor ve Janet Frame'i idealize etmiyor.

Uzun olmasına rağmen inişleriyle, çıkışlarıyla son anına kadar heyecanından hiçbir şey kaybetmeyen filmde Jane Campion kamerayı nasıl çerçeveleyeceğini oldukça iyi biliyor ve yine harika görüntüler yakalamayı başarıyor.
 


Ayrıca karakterlerinin zihnine girmeyi öğrenmek isteyen sinema öğrencilerinin de mutlaka izlemesi gereken filmlerden biri olan bu yapım onlara, sayfada yazılanlardan daha fazlasının olduğunu ve insan yapımı bir hikâyeye bir ruhun nasıl getirileceğini anlamalarını sağlayacak pek çok detay barındırıyor.

Campion'un filmografisinde önemli bir yere sahip olan bu film Yeni Zelanda'daki ulusal film festivallerinde ödüllerin çoğunu toplamanın yanı sıra, Bağımsız Ruh Ödülleri'nde de En İyi Yabancı Film Ödülü'nü ve Toronto Uluslararası Film Festivali'nde de Uluslararası Eleştirmenler Ödülü'nü kazandı.

Film Altın Aslan'ı kazanamadığına dair protesto çığlıklarına rağmen, ayakta alkışlandığı ve Büyük Jüri Özel Ödülü'ne layık görüldüğü Venedik Film Festivali'nde gösterilen Yeni Zelanda yapımı ilk film oldu.

Bu film sayesinde Jane Campion kariyerinde yükselen bir yönetmen olarak adını listelere geçirmekle kalmadı aynı zamanda sinemada da geniş bir izleyici kitlesi tarafından da tanınmasını sağladı.

 

Piyano

Yönetmen: Jane Campion / Oyuncular: Holly Hunter, Harvey Keitel, Sam Neill, Anna Paquin, Kerry Walker, Geneviève Lemon, Tungia Baker, Ian Mune, Peter Dennett, Te Whatanui Skipwith, Pete Smith, Bruce Allpress, Cliff Curtis, Carla Rupuha, Mahina Tunui, Hori Ahipene, Gordon Hatfield, Mere Boynton, Kirsten Batley, Tania Burney, Annie Edwards, Harina Haare, Christina Harimate, Steve Kanuta, P.J. Karauria, Sonny Kirikiri, Alain Makiha, Greg Mayor, Mika X., Guy Moana, Joseph Otimi, Glynis Paraha, Riki Pickering, Eru Potaka Dewes, Liane Rangi Henry, Huihana Rewa, Tamati Rice, Paora Sharples, George Smallman, Kereama Teua, Poamo Tuialii, Susan Tuialii, Kahumanu Waake, Lawrence Wharerau, Eddie Campbell, Roger Goodburn, Stephen Hall, Greg Johnson, Wayne McGoram, Jon Brazier, Stephen Papps, Nicola Baigent, Ruby Codner, Karen Colston, Verity George, Julie Steele, Timothy Raby, Jon Sperry, Isobel Dryburgh, Claire Lourie, Rose McIver, Amber Main, Rachael Main, Sean Abraham, Tomas Dryburgh, Simon Knight-Jones, Julian Lee, Daniel Lunn, Barbara Grover, Arthur Ranford, Rob Ellis, Terrence Garbolino, William Matthew, Nancy Flyger, George Boyle, Jason Aranui, Thomas Crowe, Shane Howell, Sam Ingley, Lance Kahukiwa, Graham Kereama Barrett, Wayne Kingi, Lucas Puhi Thompson, Peter Rangitaawa, Joseph Samuel, Thomas Searancke, Philip Taiaho Heke, George Te Huia, Alfred Tiaki Hotu, Flynn the Dog / Süre: 121 dakika
 

 

Kariyerinde gittikçe yükselen Jane Campion'ın dünya çapında tanınmasını sağlayan ve kendisine ustalık unvanını kazandıran, 1993 yılında çektiği üçüncü uzun metrajlı filmi The Piano; on dokuzuncu yüzyılın ortalarında, küçük kızıyla birlikte Yeni Zelanda'ya, yeni evlendiği eşinin yanına taşınan Ada'nın hikayesini anlatıyor.

Altı yaşından beri tek bir kelime bile konuşamayan Ada bu suskunluğunu çok sevdiği piyanosuna yansıtmış, iyi bir piyanisttir.
 


İlk kocasının ölümünden sonra babası Ada'yı, Yeni Zelandalı zengin bir toprak sahibiyle yaptığı bir anlaşma ile evlendirince genç kadın kızını da alarak daha önce hiç görmediği, bilmediği bu ülkeye taşınır.

Flora adındaki küçük kızı ile birlikte ülkesi İskoçya'dan ayrılırken yanına gönülden bağlı olduğu piyanosunu da alan Ada için, Yeni Zelanda'nın engebeli ormanları içerisinde mektuplaşarak tanıştığı yeni kocası Alisdair Steward ile başlayacağı yeni hayat, hiç de hayal ettiği gibi olmayacaktır.

Ada daha geldiği ilk günlerde büyük bir problemle karşılaşır; kocası, çok sevdiği piyanosunu Ada'nın haberi olmadan satınca genç kadın piyanosundan ayrılmak zorunda kalır.

Ancak bu esnada kendisini bekleyen bir sürpriz hayatındaki tüm aksaklıkları çözer çünkü piyanoyu alan komşusu Ada'ya, kendisine piyano dersi vermesi şartıyla piyanoyu ona geri vereceğini söyler.
 


Gün geçtikçe yeni kocasından uzaklaşan Ada, piyanosunu yeniden ele geçirmek için komşusu George Baines'in teklifini düşündükten sonra onunla bir anlaşma yapar.

Ada başlarda George'tan nefret eder ama yavaş yavaş ona karşı hisleri değişir; böylelikle bu şekilde başlayan ilişkileri Ada'yı bambaşka biri haline getirir ve bu ilişki farklı bir boyutta devam eder, hatta bu onları korkunç bir duruma sürükler.

Etkileyici ama bir o kadar da zorluklarla dolu filmin hikayesinde acı, sessizlik, konuşamama, yalanlar, şantaj, insanın hayatında en değer verdiği şeye ulaşmak için neleri göze alabileceği, sevmediğine seviyormuş gibi katlanma zorunluluğu, kendini ifade etmenin farklı yolları gibi pek çok konu iç içe geçmiştir.

Aşina olduğumuz aşk filmlerinden çok farklı bir yerde duran bu filmde duygusal öğeleri son derece etkili bir şekilde izleyicisine ulaştıran Jane Campion'ın yarattığı bu atmosfer sadece birbirinden güzel manzara çekimlerinde değil, Michael Nyman'ın müziğinde ve oyuncuların ifadelerinde de hissedilir.
 


Sömürgecilik ve faşizm ikili ilişkilerle başlar sonra da topraklara yayılır diyen Jane Campion bu filminde sömürgeciliğin sadece İngilizler ve Maoriler arasında değil, kadın-erkek ilişkisinde de aynı zalimlikle işlendiğini ustalıkla anlatır.

Kendi ülkesindeki çeşitliliği filmin olay örgüsüyle harmanlayıp öyle güzel bir konu bütünlüğü yaratır ki bütün kavramların iç içe geçtiği fakat hepsinin de bir o kadar keskin olduğu bir dünya kurmayı ustalıkla başarır.

Sömürgeci bir İngiliz erkeği için iktidarsızlık yaratan tüm hallerin üzerinden güçlü feminist okumalar yapmayı sağlayan, müziğe olan tutkusu ile arzularının peşinde giden bir kadının kararlılığını ele alırken kullandığı imgeler ile rüya gibi bir atmosfer yaratan Jane Campion bu filmiyle izleyicisine, aynı zamanda kurmaca ile gerçeği ve sinemanın sunduğu perspektif ile tarihi olguları birbirine karıştırmamak gerektiğini de hatırlatır.
 


Jane Campion bu filmle Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye (prestijli Palme d'Or) Ödülü'nü kazanan ilk kadın oldu, ancak doğum yapacağı için ödülü bizzat alamadı.

Aynı zamanda Akademi Ödülleri'nde üç kategoride Oscar'a layık görülen bu filmle Campion Oscar'a en iyi yönetmen olarak aday olan ilk kadın oldu.

Aldığı ödülleri sonuna kadar hak eden film ayrıca 84 ülkeden 368 sinema yazarının katılımıyla gerçekleşen bir değerlendirme başlatan BBC Culture'a göre Kadın Yönetmenler Tarafından Yönetilen En İyi 100 Film listesinde birinci sırada yer almayı başardı.

Dokunmanın ve bir bedeni arzulamanın ne demek olduğunu en iyi anlatan bu filmin senaryosu daha sonra Jane Campion ve Kate Pullinger tarafından romanlaştırıldı, en az film kadar güzel olan kitap ülkemizde Altın Kitaplar Yayınevi tarafından yayımlandı.

 

Bir Kadının Portresi

Yönetmen: Jane Campion / Oyuncular: Nicole Kidman, John Malkovich, Barbara Hershey, Mary-Louise Parker, Martin Donovan, Shelley Winters, Richard E. Grant, Shelley Duvall, Christian Bale, Viggo Mortensen, Valentina Cervi, John Gielgud, Roger Ashton-Griffiths, Catherine Zago, Alessandra Vanzi, Amy Lindsay, Katherine Anne Porter, Eddy Seager, Pat Roach, Emanuele Carucci Viterbi, Francesca Bartellini, Achille Brugnini, Satnam Bhogal, Oreste D'Ippolito / Süre: 144 dakika
 

 

1996 yılında Henry James'in aynı adlı romanından uyarlanan bir senaryo için yönetmen koltuğuna oturan ve Piyano filminden üç yıl sonra bir roman uyarlamasıyla izleyicinin karşısına çıkan Jane Campion'ın The Portrait of a Lady adlı bu filminde; kendisine büyük bir miras kalan Amerikalı Isabel Archer kendini bulabilmek için Avrupa'ya gider.

1872 yılında, İngiltere'de yetim kalan ama zengin akrabalarıyla birlikte yaşayan güçlü bir karaktere ve özgür bir ruha sahip olan Isabel, yirmi üç yaşında kendisine iyi bir miras kaldığında dikkatleri daha da üzerine çeker.
 


Çeşitli amaçlarla peşinde olan erkeklere yüz vermeyen Isabel diğer taraftan, onun için cinsel hazzın birer parçasından başka bir şey olmayan bu erkekleri hayal etmekten de geri kalmaz.

Kendisini İngiltere'ye kadar takip eden Caspar Goodwood'un tüm ısrarlarına rağmen onunla arkadaşlık etmeyi ustalıkla geçiştiren Isabel, kuzeni Ralph'dan o kadar kolay kurtulamaz.

Etrafındaki asalaklardan kurtulma çabaları Isabel'i Madame Merle ve onun aracılığıyla da Gibert Osmond'a kadar götürür.
 


Isabel, karşısına çıkan; zenginliğin aza kanaat etmekten geçtiğini düşünen, bu yüzden parası olmasa da kendisini çok zengin hisseden bu parasız ancak sanat aşığı olan Osmond'un çekimine karşı koyamaz ve kendisini bu adama kaptırır.

Ancak nihayetinde Osmond'la evlenen Isabel kısa bir süre sonra kendisine, kocası için sadece değerli sanat eserleri koleksiyonuna eklediği yeni bir parça gibi davranıldığını fark eder.

Hatta daha da ötesi aslında Madame Merle'nin Osmond'un vazgeçemediği sevgilisi olduğunu ve Isabel'e kalan mirası onun elinden almak için bir oyun oynadıklarını da anlar.
 


Hayatını kabusa çeviren bu korkunç servet avcılarından kendisini kurtaran Isabel asıl sevdiği kişi olduğunu anladığı Ralph'in yanına koşar, ama Ralph artık son günlerini yaşamaktadır.

Psikolojik entrikalar ve zengin diyaloglarla bezeli bu gözden kaçan dönem uyarlaması görsel olarak çekici bulunsa da oldukça soğuk canlandırmalar ve çok yavaş ilerleyen olaylar nedeniyle Jane Campion'un romanın akıcılığını yakalayamadığına kanaat getirilir.

Ancak yine de Campion'un yurt dışındaki Amerikalılar'ın durumunu, aşkı, açgözlülüğü ve kadın düşmanlığını açık bir şekilde ele alışının yanı sıra harika kostümleri, mekanları ve sinematografisi nedeniyle görkemli sanat prodüksiyonu takdir edilir.

 

Kutsal Duman

Yönetmen: Jane Campion / Oyuncular: Kate Winslet, Harvey Keitel, Julie Hamilton, Sophie Lee, Dan Wyllie, Paul Goddard, Tim Robertson, George Rafael, Kerry Walker, Les Dayman, Samantha Murray, Sandy Gutman, Simon Anderson, Pam Grier, Eva Martin, Mira Wright, Polly Wright, Lior Aizenberg, S. Samaran, Michelle Abel, Adina Kumar, Jeff Silverman, Andreas Wagner, Vandana Mohindra, Savrash, Saurabh Srinivasan, Dhritiman Chatterjee, Geneviève Lemon, Robert Joseph, Valerie Thomas, Arif, John Samaha, Jane Edwards, Miranda Cleary, Tamsin Carroll, T'mara Buckmaster, Ante Novakovic, Diana Kotatko, Patricia Lemon, Ethan Coker, Ellie Burchell, Morgan Watt, Luke Testa, William Mackay, David Franco, Eleanor Knox, The Angels, Doc Neeson, Rick Brewster, John Brewster, Jim Hilbun, Brent Eccles, Mark Gray, Cameron McAuliffe, Tim Rogers, Johannes Brinkmann, Eric Schussler, Joan Bodgen, Robert Lee, Marshall Applewhite, Susan Atkins, Mary Brunner, Mark Duncan, Mike Duncan, Lynette 'Squeaky' Fromme, Sandra Good, Leslie Van Houten, David Koresh, Patricia Krenwinkel, Nalini Krishan, Pui Fan Lee, Charles Manson, Sun Myung Moon, Osho, Steve Rutherford / Süre: 115 dakika
 

 

1999 yılında 56'ncı Venedik Uluslararası Film Festivali'nde dünya prömiyerini yapan Holy Smoke adlı bu film; kızını müridi olduğu tarikattan koparmaya çalışan bir ailenin hikayesini anlatıyor.
 


Okyanusyalı bir genç kız olan Ruth Barron, Hindistan gezisine çıkar ancak bu egzotik gezi sırasında karizmatik bir gurunun etkisinde kalan Ruth ruhsal bir dönüşüm geçirir.

Ailesi, ismini dahi değiştiren kızlarının tavırlarını şaşkınlıkla karşılar çünkü Ruth onlara bir daha asla Sydney'e dönmeyeceğinin haberini verir.
 


Bu gezi sırasında beyni Delhi'de yaşayan bir guru tarafından yıkandıktan sonra Ruth artık kendini mi kaybeder, yoksa benliğini mi bulur bilinmez ama

Sidney'deki ailesi onu normale döndürmek için harekete geçer ve işin uzmanını bulur.

Böylelikle büsbütün değişerek başka bir insana evirilmiş olan Ruth Avustralya'ya dönmesi için kandırılır ve PJ Waters adındaki uzmanla birlikte bir taşra kabininde tecrit edilir.
 


Tedavi devam ettikçe Ruth uzmanla yakın bir bağ hissetmeye başlar ve aynı zamanda kadınsı bir taraf geliştirir.

Uzmanın ruhsal ve duygusal tedavileri sırasında cinsel yakınlaşmalar olunca çöl sığınağında bir seks tutsağına dönüşen Ruth'un zaten karmaşık olan dünyasını bu süreç daha da alt-üst eder.

Başlarda dini inançlarla şekillenen olay örgüsü filmin ikinci yarısına doğru yaşlı adam ve bir genç kadın arasındaki baştan çıkarma olgusuna da bakış atarak bir cinsel yolculuğa dönüşür.
 


Kate Winslet'in canlandırdığı Ruth adındaki otoriter ve manipüle edici karakter özellikle öyle büyüleyici ve inandırıcıdır ki bu yüzden filmin kadınların gücünü öne çıkarttığı yönünde yorumlanabilecek birçok sahnesi var.

Filmi kendi kız kardeşinin kitabından uyarlayarak çeken Jane Campion, etkileyici görseller ve kışkırtan müzik seçimlerinden oluşan sinematik bir büyüyü, ağır bir kurgu tekniğiyle bir araya getirerek, karakterleri pek ilgi çekici olmasa da izleyiciyi kendinden geçmiş bir şekilde içine çekmeyi başardığı söylenebilir.

 

Tutku Esirleri

Yönetmen: Jane Campion / Oyuncular: Jennifer Jason Leigh, Meg Ryan, Michael Nuccio, Allison Nega, Dominick Aries, Susan Gardner, Sharrieff Pugh, Nick Damici, Heather Litteer, Daniel T. Booth, Yaani King Mondschein, Frank Harts, Sebastian Sozzi, Zach Wegner, Mark Ruffalo, Patrice O'Neal, Funda Duval, Theo Kogan, Sandy Vital, Sharon Riggins, Karen Riggins, Nancy La Scala, Ami Goodheart, Panicker Upendran, Kendra A. Zimmerman, Michelle Hurst, Sunrise Coigney, Hal Sherman, Dana Lubotsky, Jacinto Taras Riddick, Arthur J. Nascarella, James Firo, Cordell Clyde, Tim House, Julius LeFlore, Vinny Vella, Kevin Bacon, Skippy D, Michelle DiBenedetti, Angela Frye, Sein Gay, Chad Gilkison, Michael Ienna, Lou Martini Jr., Max Maxy, Susan Trishel Monson, Macc Plaise, Nikky Smedley, Nicole Spruill / Süre: 119 dakika
 

 

Susanna Moore'un çok satan erotik gerilim romanından 2003 yılında uyarlanarak çekilen In the Cut adlı bu psikolojik gerilim türündeki filmde; New York'ta tek başına yaşamayı seçen Frannie Avery, yan evde işlenen cinayetlerden sonra tedirginlik duyar, olayları araştıran bir dedektif ile tanıştıktan sonra ise farklı bir ilişki yaşamaya başlar.

Frannie Avery, yaşadığı yerin bahçesinde cesedi bulunan genç bir kadının cinayetini araştıran Dedektif Malloy ile birlikte yeni bir ilişkiye adım atan bir profesördür.
 


Bu cinayetin bir seri katilin işi olduğuna inanan Malloy'u cinayet soruşturmasının ötesinde tehlikeli sonuçları olabilecek bir yalanını yakalamasına rağmen Frannie seksin ona verdiği hislerden hoşlandığı için Malloy'la olan ilişkisini sürdürür.

Her zaman olduğu gibi; Campion, iyi hazırlanmış bir olay örgüsünün ve akıcı anlatımın inceliklerinden çok karakter ve ruh hali ile ilgileniyor ve bunun geleneksel bir polisiye olmadığını izleyicisine açıkça gösteriyor.
 


Garip kovalamacaların peşi sıra "Katil Kim?" sorusunu sonuna kadar izleyiciye sordurtan ve erotik sahneleriyle dikkat çeken filmde Jane Campion yalnızca erkeklerin erotik fanteziler kurma hakkına sahip olduğu, kadınların ise hiçbir zaman böyle bir fantezi kurmasına izin verilmediği bir ortamda böylesi bir filmle bu yerleşik kanıyı değiştirmeye çalışıyor gibi görünüyor.

Ayırca bir katili aramaktan çok davranışları gözlemlemekle ilgili olan bu filmde Campion, titreyen neonlara ve göz kamaştırıcı grafitilere vurgu yapan sokak sahnelerinin tümünde şehir hayatının heyecanını ve sızıntılarını ekrana yansıtmayı ustalıkla başarıyor.

 

Parlak Yıldız

Yönetmen: Jane Campion / Oyuncular: Abbie Cornish, Ben Whishaw, Paul Schneider, Kerry Fox, Edie Martin, Thomas Brodie-Sangster, Claudie Blakley, Gerard Monaco, Antonia Campbell-Hughes, Samuel Roukin, Amanda Hale, Lucinda Raikes, Samuel Barnett, Jonathan Aris, Olly Alexander, François Testory, Theresa Watson, Vincent Franklin, Eileen Davies, Roger Ashton-Griffiths, Sally Reeve, Sebastian Armesto, Adrian Schiller, Alfred Harmsworth, Lucas Motion, Topper, Anthoula Drummond, Joyia Fitch, Will Garthwaite, Samuel Gaukroger, Guy Mannerings / Süre: 119 dakika
 

 

Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye'ye aday olan 2009 yılına ait Bright Star adlı bu film; yirmi beş yıllık hayatına üç şiir kitabı sığdırmayı başarmış olan ama, gençliğinin baharında veremden ölen ünlü İngiliz şair John Keats'in yaşamının son yıllarını ve bu esnada moda öğrencisi Fanny Brawne ile yaşadığı aşkı anlatıyor.
 


1818 Londra'sında, henüz yirmi üç yaşında olan şair, ona ilham olan genç komşusu Fanny Brawne ile gözlerden uzak, gizli bir ilişki sürdürmektedir.

Ancak birbirlerine olan bağlılıkları güçlenip aşkları alevlenirken çiftin bazı engelleri aşmaları gerekecektir.

Aralarındaki aşk giderek kök salıp güçlenirken çiftin üstesinden gelinmesi gereken engeller onları beklemektedir.

Öncelikle Fanny'nin annesi bu engellerden biridir, öte yandan John'un hastalığı vardır, tüm bunlara ilave olarak bir de John'un en yakın arkadaşı Brown bu çemberin içine girince işler iyice zorlaşır.
 


Campion'un filmi şiirsel dehanın derin bir araştırması olmayabilir, ancak hassas, canlı ve dokunaklıdır.

Bright Star'ın güzel, etkileyici bir hikayesi var ve kendisini en ünlü yapan dönem filmleri türüne bu filmle geri dönen Jane Campion, Keats'in bu hikayesini, aşkını ve şiirini sevgiyle anlatıyor.

 

The Power of the Dog

Yönetmen: Jane Campion / Oyuncular: Benedict Cumberbatch, Kirsten Dunst, Jesse Plemons, Kodi Smit-McPhee, Thomasin McKenzie, Keith Carradine, Frances Conroy, Geneviève Lemon, Kenneth Radley, Sean Keenan, George Mason, Ramontay McConnell, David Denis, Cohen Holloway, Max Mata, Josh Owen, Alistair Sewell, Eddie Campbell, Alice Englert, Bryony Skillington, Jacque Drew, Yvette Parsons, Aislinn Furlong, Daniel Cleary, Richard Falkner, Tatum Warren-Ngata, Yvette Reid, Alice May Connolly, Stephen Lovatt, Stephen Bain, Ella Hope-Higginson, Piimio Mei, Edith Poor, Vadim Ledogorov, Julie Forsyth, Peter Carroll, Alison Bruce, Karl Willetts, David T. Lim, Adam Beach, Maeson Stone Skuggedal, Ian Harcourt, Catherine Manchester / Süre: 126 dakika
 

 

Thomas Savage'ın 1967 yılında yayımlanan aynı adlı romanından 2021 yılında uyarlanan ve bu yıl içinde Netflix'te yayınlanması beklenen The Power of the Dog adlı bu film; birlikte bir çiftlik işleten iki kardeşten George'un, genç bir oğlu olan dul Rose ile evlenmesi sonrası Phil'in kardeşinin yeni ailesine hayatı zindan etmeye çalışmasını konu ediniyor.

George ile Phil, Montana bölgesinde bulunan büyük bir çiftliğin tek sahipleridir.

Bu iki kardeş her ne kadar birbirleri ile anlaşıyor olsalar da aslında iki zıt karakterlerdir.

Hem korkulan hem de hayranlık duyulan Phil çok hırslıdır ve sürekli çalışıp daha da büyümek ister ve asla zayıf kişilikleri kabul etmez.
 


Hızlı bir bıçak darbesiyle bir buzağıyı hadım edebilir, nehirde çıplak yüzer, vücuduna çamur bulaştırır; Phil, postları kadar ham bir kovboydur.
George ise kardeşinin aksine çok yumuşak huylu ve sevgi dolu bir yapıya sahiptir.

Aralarında konuşulmayan bir gerilim varsa da her iki kardeş de oldukça çalışkan insanlardır ve çiftliklerindeki hayatlarından da memnunlardır.

Günlerden bir gün pazara giderken Red Mill restoranında kardeşler, dul mal sahibi Rose ve onun etkileyici oğlu Peter ile tanışır, ancak Phil onlara o kadar acımasız davranır ki, ikisini de gözyaşlarına boğar, hatta incinmelerinden keyif alır.

Bu sırada bu alıştıkları hayatlar George'un bir kadına âşık olması ile alt üst olur, çünkü Phil sadece kardeşi ile yaşamayı ve alıştığı düzenin bozulmasını istememektedir.
 


Ama George sadece âşık olmakla da kalmaz ve âşık olduğu kadınla da evlenmeye karar verir.

Phil bu duruma şiddetle karşı çıksa da George kararından vazgeçmez ve sevdiği kadın ile evlenir ve onunla çiftlikteki hayatına devam eder.

George kardeşinin kısa sürede eşine alışacağını düşünmektedir ancak olayın sonu Phil için hiç de öyle değildir.

Phil aileye yeni katılan bu eski dulu ortadan kaldırmaya ve eski hayatlarına devam etmeye kararlıdır.

Bu yüzden erkek kardeşinin eve yeni eşini getirmesinin ardından Phil, kadına ve kadının oğluna yapmadığı zalimliği bırakmaz, ta ki kendini aşk olasılığıyla karşı karşıya bulana kadar.
 


On iki yıl önce çektiği Parlak Yıldız filminden sonra yeniden kamera karşısına geçen Jane Campion savunmasız bedenleri ve düşmanca ilişkileri kadrajına aldığı bu western dramasında ölmekte olan bir türe yenilikçi bir bakışla can suyu vermeyi başarıyor.

Son anına kadar gerilimi iliklerinize kadar hissettiğiniz filmde izleyiciyi Jane Campion'un yönetmenlik şovu ve harika bir sinematografi karşılıyor.

 

Kronolojik olarak diğer çalışmaları

Antropoloji eğitimi aldıktan sonra resim üzerine çalışmalar yapan ve 80'li yılların başında Avustralya'ya taşınarak burada sinema eğitimine odaklanan Jane Campion, 1980 yılların başında Tissues ve Peel adlı ilk filmlerini çeker.

Bu filmlerden sonra Passionaless Moments, After Hours gibi kısalarla yoluna devam eden Campion, ilk filmi Peel'in farkı bir kurgusuyla 1986 yılında Cannes Film Festivali'nde yarışır ve En İyi Kısa Film Ödülü'nü kazanır.

2008 yılında, sekiz kısa filmden oluşan ve dünyadaki açlık, eğitim, doğal kaynaklara ulaşım, çocuk ölümleri ve cinsiyet eşitsizliği gibi sorunların ele alındığı "8" filminde The Water Diary adlı filmiyle yer alır.

Aynı zamanda Top of the Lake gibi, çağdaşlarının çok ötesinde bir diziyle, televizyon dizilerindeki kadın karakterlere ve cinsiyet rollerine farklı açılarla bakmayı başarır.

  • Dokular (Tissues, 1980, Kısa film)
  • Disiplinli Bir Alıştırma: Peel (An Exercise in Discipline: Peel, 1983, Kısa film)
  • Bir Kızın Kendi Hikayesi (A Girl's Own Story, 1984, Kısa film)
  • Baştan Çıkarma ve Fetih Kazaları (Mishaps of Seduction and Conquest, 1984, Kısa film)
  • Tutkusuz Anlar (Passionless Moments, 1985, Kısa film)
  • Saatler Sonra (After Hours, 1985, Kısa film)
  • Dancing Daze (1986, Televizyon dizisi)
  • İki Arkadaş (Two Friends, 1986, Televizyon dizisi)
  • Le Court Des Grands (2005, Belgesel)
  • Su Günlüğü (The Water Diary, 2006, Kısa film)
  • Herkesin Kendi Sineması: Uğur Böceği (Chacun son cinéma ou Ce petit coup au coeur quand la lumière s'éteint et que le film commence - segment "The Lady Bug", 2007, Kısa film)
  • 8: Su Günlüğü (segment "The Water Diary", 2008, Kısa film)
  • Gölün Tepesi (Top of the Lake, 2013-2017, Televizyon dizisi)

Ödüller

  • 1984 Avustralya Film Enstitüsü: Kısa Film Dalında En İyi Senaryo (A Girl's Own Story)
  • 1984 Avustralya Film Enstitüsü: En İyi Deneysel Film (Passionless Moments)
  • 1986 Cannes Film Festivali Palme d'Or Ödülü: En İyi Kısa Film (An Exercise in Discipline: Peel)
  • 1987 Avustralya Film Enstitüsü: Bir Televizyon Dizisinde Üstün Başarı Ödülü (2 Friends)
  • 1989 Avustralya Film Enstitüsü: Byron Kennedy Ödülü
  • 1989 Avustralya Film Enstitüsü: En İyi Orijinal Senaryo (Sweetie)
  • 1990 Los Angeles Film Eleştirmenleri Birliği Yeni Nesil Ödülü (Sweetie)
  • 1990 Toronto Uluslararası Film Festivali Uluslararası Eleştirmenler Ödülü (An Angel at My Table)
  • 1990 Valladolid Uluslararası Film Festivali: En İyi Film (An Angel at My Table)
  • 1990 Venedik Film Festivali Büyük Jüri Özel Ödülü (An Angel at My Table)
  • 1990 Yeni Zelanda Film ve TV Ödülleri: En İyi Yönetmen, OCIC, Elvira Notari Prize, Filmkritik "Beyaz Çubuk" Ödülü, Küçük Altın Aslan, Special Golden Ciak, Gingerly Award (An Angel at My Table)
  • 1991 Bağımsız Ruh Ödülleri: En İyi Yabancı Film (Sweetie)
  • 1992 Bağımsız Ruh Ödülleri: En İyi Yabancı Film (An Angel at My Table)
  • 1993 Avustralya Film Enstitüsü: En İyi Yönetmen (The Piano)
  • 1993 Cannes Film Festivali Palme d'Or Ödülü (The Piano)
  • 1993 Los Angeles Film Eleştirmenleri Birliği Ödülleri: En İyi Yönetmen & En İyi Senaryo (The Piano)
  • 1993 New York Film Eleştirmenleri Birliği Ödülleri: En İyi Yönetmen & En İyi Senaryo (The Piano)
  • 1993 Vancouver Uluslararası Film Festivali: En Popüler Film (The Piano)
  • 1994 Amerika Yazarlar Birliği: Doğrudan Ekran İçin Yazılmış En İyi Senaryo (The Piano)
  • 1994 Arjantin Film Eleştirmenleri Birliği Gümüş Akbaba Ödülü: En İyi Yabancı Film (The Piano)
  • 1994 Avustralya Film Eleştirmenleri Birliği Ödülleri: En İyi Yönetmen & En İyi Senaryo (The Piano)
  • 1994 Bağımsız Film Ruh Ödülleri: En İyi Yabancı Film (The Piano)
  • 1994 Bodil Ödülleri: Amerikan Dışı En İyi Film (The Piano)
  • 1994 Brezilya SESC Film Festivali Seyirci Ödülü: En İyi Yabancı Film (The Piano)
  • 1994 César Ödülleri: En İyi Yabancı Film (The Piano)
  • 1994 Danimarka Film Ödülleri: En İyi Yabancı Film (The Piano)
  • 1994 Oscar: En İyi Özgün Senaryo Akademi Ödülü (The Piano)
  • 1994 Güneydoğu Film Eleştirmenleri Birliği Ödülleri: En İyi Yönetmen (The Piano)
  • 1994 Ulusal Film Eleştirmenleri Derneği Ödülleri: En İyi Senaryo (The Piano)
  • 1994 Yeni Zelanda Film ve TV Ödülleri: Rudall Hayward Ödülü
  • 1995 Kinema Junpo Ödülleri: En İyi Yabancı Film (The Piano)
  • 1996 Venedik Film Festivali Pasinetti Ödülü: En İyi Film (The Portrait of a Lady)
  • 1997 Hollywood Ödülleri'nde Elle Kadınları İkon Ödülü
  • 1999 Venedik Film Festivali Elvira Notari Ödülü (Holy Smoke)
  • 2000 Taormina Uluslararası Film Festivali Taormina Arte Ödülü
  • 2001 Yoga Ödülleri: En Kötü Yabancı Yönetmen (Holy Smoke)
  • 2009 Heartland Uluslararası Film Festivali: Gerçekten Hareket Eden Ses Ödülü (Bright Star)
  • 2009 Kadın Film Gazetecileri Birliği EDA Kadın Odak Ödülü: En İyi Kadın Senarist (Bright Star)
  • 2011 CinEuphoria Ödülleri: Yılın İlk 10'u - Uluslararası Yarışma (Bright Star)
  • 2012 Medias Orta Avrupa Film Festivali 7+1: En İyi Film (The Piano)
  • 2013 Cannes Film Festivali: Golden Coach
  • 2013 Yeni Zelanda Film ve TV Ödülleri: En İyi Dram Dizisi Genel Televizyon Ödülü (Top of the Lake)
  • 2014 Avustralya Sinema ve Televizyon Sanatları Akademisi Ödülleri: En İyi Televizyon Dizisi (Top of the Lake)
  • 2014 Şanghay Uluslararası Televizyon Festivali: En İyi Televizyon Filmi (Top of the Lake)
  • 2017 Avustralya Sinema ve Televizyon Sanatları Akademisi Ödülleri: En İyi Televizyon Dram Dizisi (Top of the Lake)
  • 2019 Çevrimiçi Film ve Televizyon Derneği: Yaratıcı Ödülü
  • 2021 Gotham Ödülleri: Yönetmen
  • 2021 Mill Valley Film Festivali Mind the Gap Award
  • 2021 San Sebastian Uluslararası Film Festivali: En İyi Film (The Power of the Dog)
  • 2021 Stockholm Film Festivali Yaşam Boyu Başarı Ödülü
  • 2021 Venedik Film Festivali Gümüş Aslan Ödülü: En İyi Yönetmen (The Power of the Dog)

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU