"Bazen bir ideolojiyi yıkmak için sadece koşmak yetebilir"
II. Dünya Harbi'nin başlamasına henüz üç sene vardı, ama savaş kapıda olduğunu hissettiriyordu.
Yaşlı kıtada ırkçılık yükselişteydi.
Tarih 1936.
Almanya Naziler tarafından ilmek ilmek işleniyordu, faşizm ülkenin dört bir yanına yayılmıştı.
1933'te Almanya şansölyeliğine gelen Adolf Hitler, bir yıl sonra "Führer" olarak devlet başkanlığına yükselmişti.
20. yüzyılın en kötü şöhretli diktatörü, yaratmaya soyunduğu yeni Almanya'yı tüm dünyaya gururla sunma niyetindeydi.
Aryan ırkın gücü ve yenilmezliğini (!) kanıtlamak için önüne çıkan fırsat antik Yunan'dan bu yana insanlığa hizmet eden olimpiyatlar olmuştu.
Hitler, 1936 Olimpiyatları'nı propaganda amaçlı kullanmak için harekete geçti.
Aslında bu onun aklına düşen bir fikir değildi.
Zaten Hitler iktidara gelmeden önce, 1931'de Uluslararası Olimpiyat Komitesi 1936'daki yaz olimpiyatlarının Berlin'de düzenlenmesi kararını çoktan vermişti.
Bu karar, o dönem I. Dünya Savaşı yorgunu ve mağlubu Almanya'nın uluslararası toplumdan kopuşunu gidermek ve adı konmamış dışlanmayı bir nebze olsun dindirmek için atılmış bir adım niteliğindeydi.
Karar vericiler aslında dünya tarihinin en politize spor organizasyonuna olur verdiklerinin o dönem belki de ayırdında değildi.
Hitler'in iktidara gelmesi ve gücünü pekiştirmesiyle beraber ülkede hemen her dakika yükselen militarizm ile Yahudiler ve Romanlara yönelik zulmü şimdiden maskelemek için müthiş fırsattı olimpiyatlar…
1931'den 1936'ya doğru Almanya'da baştan aşağı değişen siyasi iklim, modern olimpiyat oyunlarının mekanıyla ilgili tarihteki ilk boykot kararının alınmasına neden oldu.
ABD ve Avrupa'daki birçok ülke, insan hakları ihlali gerekçesiyle oyunların Nazi Almanya'sında yapılmasına karşı çıktı.
Gelgelelim boykot hareketi ve itirazlar devamlılık sağlayamadı.
49 ülkenin Almanya'ya takımlarını göndereceğini açıklaması aynı zamanda Hitler'in propaganda darbesini vurduğunun açık kanıtıydı.
Yedi sözcükle özetlenmiş haliyle şuydu Hitler için: "Aryan ırkın üstünlüğü ve fiziksel becerinin izahı"
Hitler'in iktidara gelişi sonrası sürekli işlediği ve idealize ettiği bu iki başlık, Alman sanatçıların heykellerinde, orduda, sokakta kısacası insanın gözüne takılabilecek hemen her alanda karşılığını buluyordu.
"Aryan ırk yenilmez" diye ortaya atılan sapkın önermeyi altüst edecek kişilerden biri ise ülkesi ABD'de de dışlanan, 10 çocuklu ailenin en küçüğü Jesse Owens'tı.
Owens, ırkçılığın had safhada olduğu ülkesi ABD'den Berlin'e yarışmak için geldiğinde henüz 22 yaşında siyah bir gençti.
100 metre, 200 metre, 4x100 metre ve uzun atlamada tüm rekorları altüst edip 4 altın madalya kazanacaktı.
3 Ağustos 1936'da ilk yarışını kazandığında ve Hitler'in kafasında Alman atletlerine ayırdığı birincilik kürsüsüne çıktığında ortalık sanıldığı gibi karışmadı.
Führer kendi kanından birini, hele hele beyaz olmayan bir atletin altın madalyaya layık olduğunu gördüğü anda stadyumu terk etmedi.
Çünkü zaten bunu bir gün önce yapmış, seremoniye yoğun programını gerekçe göstererek katılmamıştı.
Owens, Berlin'de sahne alan 19 siyah Amerikalıdan yalnızca biriydi.
İlk zafere ulaşan siyah atlet ise 2 Ağustos'ta yüksek atlamada birinciliği kazanan Cornelius Cooper Johnson'dı.
Afro-Amerikalı atlet, Berlin'deki olimpiyatlarda Hitler'e aryan ırkın saçmalığını gösteren ilk sporcu olmuştu.
Hitler'in hazmedemeyip uğruna stadyumu terk ettiği kişi Owens değil Johnson'dı.
Johnson ve Owens gibi atletlerin içi bomboş ama dünyayı esir etmeye hazırlanan bir ideolojiye sadece koşarak, zıplayarak darbe vuran kişiler oldukları artık herkesin malumu.
Ama hikâye bundan daha fazlası.
Dahası, asla tek taraflı değil.
En azından hikayemizin kahramanı Jesse Owens için.
Alabama-Cleveland-Berlin hattında uzun bir koşu
Jesse'nin ailesi kalabalıktı, 10 kardeşin en küçüğüydü.
Alabama eyaletindeki Oakville'de 12 Eylül 1913 yılında doğdu.
O ve ailesinin ABD'nin güneyinde ağır bir şekilde yüzleştiği ırkçı baskı, kuzeye başlayan büyük göçün parçası olmalarına neden olmuştu.
1,5 milyondan fazla siyah Afro-Amerikalı, sadece insanca yaşayabilmek adına kuzeye gidiyordu.
Owens ise ailesiyle birlikte kendini Cleveland'da buldu.
Henüz küçük bir çocukken adını soranlara "James Cleveland Owens" demek yerine J.C. yanıtını veriyordu.
Öğretmeni güneyli aksanıyla kendisine ismini J.C. olduğunu fısıldayan James'in adını "Jesse" sanmış; bu isim artık onunla birlikte yaşamaya başlamıştı.
Babası Cleveland'daki çelik fabrikasında işçilik yapıp, kalabalık ailesine bakmaya çabalıyordu.
Jesse ise bir yandan okuyor, bir yandan bakkallarda çıraklık yapıp sokaklarda insanların ayakkabılarını boyuyordu.
O cep harçlığını çıkarmaya çalışırken öğretmenlerinden Charles Riley, genç çocuğun atletik yeteneği fark etti.
Bu keşif Jesse'nin spor hayatının başlaması anlamına gelecekti.
Henüz lisedeyken 100 metrede dünya rekorunu egale etmişti.
Neredeyse hiçbir arkadaşının olmadığı ve dışlandığı Ohio Üniversitesi'nde katıldığı tüm yarışlarda yenilmezdi.
Ama bu durum bile sırf rengi yüzünden spor bursu almasını sağlayamadı.
Siyahların farklı yerlerde karınlarını doyurduğu, ayrı tuvaletleri kullandığı, başka otobüslere binmek zorunda kaldığı, apayrı otellerde konakladığı senelerdi.
Jesse, geçimini sağlayabilmek için çalışmaya devam etti.
Ona olimpiyat yolunu açan ise henüz 22 yaşında ve sadece 45 dakika gibi kısa sürede üç dünya rekorunu kırdığı yarış oldu.
Uzun atlamada imza attığı 8,13 metrelik derecenin yanına çeyrek asırdır kimse yanaşamamıştı.
25 Mayıs 1935'te üst üste elde ettiği başarılar, hayalet muamelesi yapılan çocuğu ister istemez görünür kıldı.
Ayakkabı boyacılığından, Adidas'ın sponsorluk teklifine…
Birdenbire ABD'nin en büyük madalya umudu olmuştu.
Madalya umudu vadeden çocuk sadece Amerikan spor camiasının değil aynı zamanda Nasyonal Sosyalist Parti üyelerinden Adi Dassler'in de ilgisini çekmişti.
Adidas markasının kurucusu, Owens'ı bir yıl sonra Berlin'deki olimpiyat köyünde ziyaret edecek, ürettiği ayakkabıyı giymesi için onu ikna edecekti.
Bu siyah bir sporcuya verilen ilk sponsorluktu, tarihiydi.
Birkaç yıl önce ülkesinin sokaklarında ayakkabı boyayan çocuk şimdi ayakkabı devi tarafından donatılıyordu.
Namı kendinden önce Berlin'e ulaşmıştı Jesse'nin.
Belki iktidarda Hitler vardı ama Amerikan takımına ilgisini gizleyemeyen genç Alman kadınlar Owens'ı soruyordu.
Memleketi ABD'deki sistematik ayrımcılık ve ırkçılığa rağmen; atletik yetenekleri sayesinde kerhen de olsa Berlin'e gönderilen 22 yaşındaki bu adam pistte en çok görülmek istenen kişiye dönüşmüştü.
Dev Nazi bayraklarının gölgesi altında 25 bin beyaz güvercin gökyüzüne havalanıp Hitler olimpiyat oyunlarını başlattığını ilan ettiğinde, Jesse Owens'ın aklına ülkesindeki bakkallarda çıraklık yaptığı günler mi gelmişti yoksa henüz 9 yaşında güneyden kuzeye doğru çıktığı göç yolculuğu mu?
Bunun yanıtını bilmek imkânsız.
Tartışmaya kapalı olan ise rekorlarını Berlin'de de kırmaya devam edeceğiydi.
Çocukluktan gelen ve içinde ukde kalan mimari merakını politikada edindiği güçle birleştirip yeni Almanya'daki binaların inşasına taşıyan Hitler, Berlin'de 100 bin seyirci kapasiteli olimpiyat stadyumu Reichssportfeld'ı kentin orta yerine diktirmişti.
Berlin Olimpiyatları'nın bir başka ayırt edici özelliği ilk TV yayınının bu oyunlarda gerçekleştirilmesiydi.
Bu sayede sadece ABD heyeti, diğer takımlar, stadyumdaki izleyiciler ve Adolf Hitler değil 41 ayrı ülkeden çok sayıda insan Owens'ı izleyebilmişti.
"Aryan ırk üstündür" saçmalığını yıkan adam
Owens, 10.3 ile koşarak bir başka siyah ABD'li Ralph Metcalfe'yi (Metcalfe daha sonra ülkesinde siyasete atılacak ve temsilciler meclisi üyesi olacaktı) ardında bıraktı.
Hollandalı Tinus Osendarp ise bronz madalya ile yetinmek zorunda kaldı.
Hitler tribünden olup bitenleri izliyor, kuvvetle muhtemel ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.
Öyle ya; çok güvendiği, aryan ırkın önde gelen temsilcilerinden biri saydığı Alman Erich Borchmeyer ilk üçe girememiş, yarışı beşinci sırada tamamlamıştı.
Owens, Hitler'in gözü önünde 100 metreyi böyle geçti.
Belki de 10.3 saniyeliğine de olsa kendini tamamen özgür hissetti.
Hitler'in dünyaya olimpiyatlar vasıtasıyla kanıtlamaya çalıştığı aryan ırkın üstünlüğü saçmalığı Alabamalı genç adam tarafından piste gömülmüştü işte.
Sadece 24 saat önce yüksek atlamada altın madalyaya uzanan siyah atlet Cornelius Cooper Johnson yüzünden 43 milyon reichsmarka (Almanya'da 1924-1948 arasında kullanılan para birimi) inşa ettirdiği Berlin Olimpiyat Stadyumu Reichssportfeld'ı terk eden Hitler, kimilerine göre olimpiyat komitesinin tepkisini daha fazla çekmemek için bu kez seremoniye kalıp Owens'ı selamlamıştı.
ABD'li gazeteci Robert L. Vann o unutulmaz anı, Pittsburgh Courier gazetesinde anlatacaktı:
Ve sonra … Harikalar harikası (!) Bay Adolf Hitler'i gördüm. Bu delikanlıyı selamlıyordu. 100 metre yarışında kral olarak taç giyen delikanlının daha önce hiç duymadığım bir alkışla karşılaşmasını gururla atan bir kalple izledim. Jesse Owens'ın bu ülkenin Büyük Şansölyesi tarafından, bulutların arasından parıldayan bir güneş süzülürken karşılandığını gördüm. 85 bin ya da 90 bin kişilik büyük bir kalabalığın ayağa kalkıp Owens'ın adını haykırarak, tezahüratlar eşliğinde alkışladığına şahitlik ettim.
Owens ise New York Times'tan Louis Effrat'a verdiği ve 25 Ağustos 1936'da yayımlanan mülakatında Hitler'in törene katılmadığını ama karşılıklı selamlaştıklarını söyleyecekti:
Hitler'in stadyuma geliş ve ayrılmak için belirli bir zamanı vardı. 100 metre yarışının ardından, hemen zafer töreninden önce ayrılmak zorunda kaldı. Ama o ayrılmadan önce bir yayına giderken stadyumda kendisine ayrılan bölümün yanından geçtim. O bana el salladı, ben de ona döndüm. Başka bir ülkede zamanın adamını eleştirmenin zevksizlik olduğu kanaatindeydim.
Hitler törene katılmasa da Owens'ı bir şekilde tebrik etmişti.
Muhakkak ki; Hitler'in bu zoraki tavrı olimpiyat ruhuyla izah edilebilecek bir durum değildi.
Bununla birlikte ne olursa olsun, Hitler bir gün önceki gibi davran(a)madı, şampiyon atleti küçümsemedi.
Spor tarihine "24 karat dostluk" olarak geçecek Jesse Owens-Luz Long kapışması esnasında yaşananların ise olimpiyat ruhuyla özdeşleştirmekte bir sakınca yok gibi görünüyor.
24 karat dostluğun hammaddesi sohbet
Tarih 4 Ağustos 1936.
100 metre yarışında şampiyon olan Owens bu kez uzun atlama müsabakası için pistteydi.
Favori olarak görülüyordu ama sırtında taşıdığı yük, onca baskı yüzünden stresliydi.
İlk iki atlayışında faul yaptı.
Bu, elenmenin eşiğine gelmesi demekti.
Psikolojik olarak hayli yıpranmışken ona yardım eli uzatan, antrenörü Larry Snyder değil Alman rakibi Luz Long oldu.
Rakibi, Owens'a "Rahat ol, geriden atlasan bile finalde yarışmak için 7,15 metreye ulaşabilirsin" dedi.
Bu kez stadyumda gölgede kalan dev Nazi bayraklarıydı.
Hitler'in aryan ırkın temsilcisi olarak takdim ettiği sarı saçlı, mavi gözlü Alman atlet, olimpiyat ruhuna uymuş, rakibine en zor anında yaptığı konuşmayla destek vermişti.
Kirli siyaset bir süreliğine dışarıdaydı.
Finalde iki atlet de daha uzağa uçuyordu.
Düelloyu kazanan siyah atlet oldu.
Oyunlar sona erdikten iki gün sonra olimpiyat köyü müdürü Yüzbaşı Wolfgang Fuerstner'ın Yahudi olduğu gerekçesiyle Nazi ordusundan atıldığı için intihar ettiği düşünüldüğünde Owens-Long dostluğu daha bir anlam kazanıyor.
Berlin'de Owens edindiği tecrübeyi yıllar sonra anlatırken "Kazandığım tüm kupa ve madalyaları eritip 24 karatla kaplatsanız bile Luz Long ile olan o kısa sohbetime değişmem" diyecekti.
Gerçekten de Luz Long ile olimpiyat sonrasında da görüştü.
Alman atletin II. Dünya Savaşı'nda yaşamını yitirmesinin ardından ailesiyle iletişim kurmayı sürdürdü.
Hitler selamladı, ABD Başkanı görmezden geldi
Hikâyenin tek taraflı olmayan kısmı mı?
İçinden Nazilerin, Hitler'in filan geçmediği ABD günleri…
Yani dört olimpiyat madalyalı Jesse'nin ülkesine dönmesinin ardından bir kez daha karşı karşıya kaldığı, ırkçılık ıstırabıyla geçen günler, haftalar, aylar hatta yıllar…
Berlin'deki olimpiyat günlerinde bile Nazilerle aynı otelde misafir edilebiliyorken ülkesine dönüşünün ardından beyazlarla aynı musluktan dahi su içememesinin acı gerçekliği…
Kerhen ya da değil, Hitler'in bile selamlayıp tebrik ettiği genç bir adamın "demokrat" etiketli ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt tarafından ne şifahen ne yazılı hiçbir şekilde tebrik edilmemesi…
ABD için rahatlama, iyileşme ve reform vadeden "Yeni Düzen" programını yürürlüğe koyan Roosevelt, Owens'ın başarısının ardından telgraf bile yollamamıştı.
En azından kayıtlar böyle diyor.
ABD kafilesinin Berlin'den ülkeye dönüşünün ardından sadece beyaz sporcuları Beyaz Saray'da ağırladı ama siyahlar o saraya sığamadı.
Dönemin tüm gazeteleri tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor.
Beyaz Saray'da hizmeti altındaki uşaklar ve hizmetlileri beyaz ve siyah olarak ayrı yerlerde konumlandırdığı söylenen, siyah çalışanlarıyla yemek vakitlerinde sözlü hiçbir iletişim kurmadığı rivayet edilen bir başkandı Roosevelt.
Teşbihte hata olmaz, kibar faşistlerdendi.
Owens, New York ve Cleveland'da kahramanlar gibi karşılansa dahi, Washington'ın gözünde kıymetiharbiyesi yoktu yani.
Olimpik madalyalı pompacı
Üniversite dönem notları kötü diye okuldan atıldı.
İşsiz kaldı, karnını doyuramadı.
Dört olimpiyat madalyalı adam benzin istasyonlarda iş bulabildiğinde kendisine "Neden?" diye soranlara "Ne yapsaydım, sonuçta altın madalyaları yiyemezsin değil mi?" diye karşılık verecekti.
Ekim 1968'te Meksika Yaz Olimpiyatlarına ev sahipliği yaptığında, Owens'ın ülkesi ABD'de siyahlara hala ayrımcı politikalar uygulanıyor, Afro-Amerikalılar ekonomik anlamda da çok güç bir dönemden geçiyordu.
200 metre erkeklerde ABD'den Tommie Smith altın madalya, Avusturalya'dan Peter Norman gümüş, ABD'den John Carlos ise bronz madalya kazanmıştı.
Üç sporcu da 16 Ekim 1968'de madalyalarını alacaklardı.
Siyah Amerikalıların yoksulluğunu vurgulamak için çıplak ayaklarıyla podyuma çıktılar.
İkisi de siyah olan Amerikalı atletler dünyanın dikkatini çekmek için siyah eldivenler giyip, ulusal marşları çalmaya başlayınca yüzlerini yere eğip ellerini havaya kaldırıp yumruk yaptılar.
Hayatı ayrımcılığa maruz kalmakla geçen efsane atlet Jesse Owens siyah güç selamını "Kara yumruk anlamsız bir semboldür. Açtığınızda, parmaklarınızdan başka hiçbir şeyiniz kalmaz. Kara yumruğun anlamlı olduğu tek zaman, içinde para olduğu zamandır. Gücün yattığı yer orasıdır" sözleriyle reddetti.
Dört yıl sonra "Değiştim" kitabında ise fikir dünyasındaki mübadeleyi şu sözlerle izah edecekti:
Siyah adam söz konusu olduğunda kelimenin tek anlamıyla militanlığın tek cevap olduğunu, 1970'de militan olmayan herhangi bir siyah adamın ya kör ya korkak olduğunu şimdi fark ettim.
"Ben öldükten sonra"
Sigara tiryakisiydi.
31 Mart 1980'de Tuscon, Arizona'da 66 yaşında hayatını kaybetti.
Ölümünden sadece birkaç ay önce Sovyetler Birliği'nde düzenlenecek Moskova olimpiyatlarını boykot edeceğini duyuran ABD Başkanı Jimmy Carter'ı "Olimpiyat ideali savaş ve siyasetin üstünde bir moladır" cümleleriyle iknaya yeltendi fakat başarılı olamadı.
Ölümünden 4 yıl sonra adı Berlin'de bir sokağa verildi.
Yine ölümünün ardından 1990'da ismi ABD Kongresi Altın Madalyası ile şereflendirildi!
1999'da BBC'nin yayınladığı "Yüzyılın Sporcuları" listesine girdi.
Bir zamanlar kendini bulduğu ama aynı zamanda atıldığı, burs olanağı sağlanmayıp ayrımcılığı uğradığı Ohio Üniversitesi 2001'de üniversite stadyumuna o ve ailesini onurlandırmak için "Jesse Owens Anıt Stadyumu" adını verdi…
Adına pullar bastırıldı, 2006'da "kahraman" atletin hayatını anlatan bir film çevrildi.
Kadir kıymeti çok sonradan bilindi.
Jesse Owens, aryan ırkın üstünlüğünü pistlere gömen 1 yüz, büyük kısmı haksızlıklarla bezeli hayatını anlamlandırmaya çalışan 1 insan olarak tarihe geçti.
Evet, belki bir Amok koşucusu değildi ama Hitler'in dünyaya pazarlamaya çalıştığı adi yalanı ters yüz edenlerdendi…
Kaynakça:
- 1936 Berlin Nazi Olimpiyatları, Holokost Ansiklopedisi
- Jesse Owens: Nazi ideallerinin ötesine geçebilen Amerikalı; 5 Ağustos 2018, Sofrep Military Grade Content, Zac Oja
- Daily Telegraph, Jesse Owens niye başkanlık tarafından tanınmaktan yoksun bırakıldı?
- Owens'ın seremonisi; 25 Ağustos 1936, The New York Times, Louis Effrat
- Şampiyon atleti Adolf Hitler değil, Roosevelt küçümsedi Jesse Owens, #Tarih Dergisi, Ali Murat Hamarat
- Gerçek Amerikan kahramanı: Jesse Owens, Black History Month
- Britannica Ansiklopedisi
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editoryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish