İstanbul semtleri: Ah Beyoğlu vah Beyoğlu (1)

Her şey değişir. Zaman geçer. Kimi buna gelişmek der. Ben hala ne diyeceğini bilemeyenlerdenim. Beyoğlu da değişti. Kimisine göre gelişti. Bense dünden bugüne bu semti Salah Birsel'in tek bir cümlesi ile anlatabiliyorum: Ah Beyoğlu vah Beyoğlu

Fotoğraf: Ara Güler

İki yakalı şehrin gün içerisinde en çok misafiri ağırladığı semtiydi bir zamanlar. Pasajları, tiyatroları, sinemaları, pastaneleri ve elbette o meşhur büyük caddesiyle gezinti için ilk adresti. Anneannelerimizin meşhur terzileri, annelerimizin ilk aşklarıyla gizli gizli buluştuğu dükkânların, son filmi kaçırmadan izlemek için koştuğumuz Emek Sineması'nın semtiydi. Evet efendim, Pera'dan bahsediyorum, nam-ı diğer Beyoğlu'ndan.

Taşı toprağı altın şehrin yakutudur bu semt. Ne mutluluklar ne hayal kırıklıkları yaşamış, en büyük acıların ardından bir kere daha doğmuş. Haliç'in yukarısında yer alan tarihi semt 19. yüzyıl itibariyle gelişmeye başlamış ve Avrupa'nın nice kentine taş çıkaracak mimarisiyle İstanbul'un çekim noktalarından bir olmuştur. Her gün binlerce insanın önünden geçtiği pasajlar, sinemalar, mağazalar, kiliselerin hikâyeleriyle çok kültürlü bu kentin en gözde semti oldu Pera. Bugün güzelliğine biraz toz değse de hiçbir şey değişmeyen bu semtte tarihi bir yolculuk başlatıyorum.

10 yaşında Beyoğlu ile tanışan ve hala hayatını orada sürdüren çevirmen-yazar Ari Çokona ile geziyoruz bu güzelim semti. Neredeyse tüm ömrünü Beyoğlu'nda geçiren Çokona, senenin altı, yedi ayını semtten çıkmadan geçirdiğinden bahsediyor. "Restoranlar, sinemalar, tiyatrolar, hep burada" diyor Çokana ve sözü Beyoğlu'nun Beyoğlu olmadan önceki haline getiriyor:

"İstanbul, fetihten önce de surlarla çevriliydi. İstanbul surları 17 km bir toprağı çevreliyor. Surların dışında da bir hayat vardı. Beyoğlu'nda da çok tanrılı dönemden kalma tapınaklar mevcuttu. Beyoğlu'nun adı İncir Ağacı idi. Muhtemelen çokça incir ağacı vardı."

istiklal caddesi ara güler.jpg
İstiklal Caddesi / Fotoğraf: Ara Güler

 

Pera'dan Bey'in oğluna

14. yüzyıla kadar bağlık, bahçelik bir bölge olan Pera'da ilk yerleşimler 15. yüzyılın ikinci yarısında inşa edilen Galata Sarayı Mektebi ve Galata Mevlevihanesi olarak biliniyor. Birbiri ardına açılan elçiliklerin ardından semtte yerleşim de yavaş yavaş gelişmeye başlıyor ve meşhur Pera için artık yeni bir isim doğuyor. O yüzyıllarda Osmanlı'da Venedik Elçisi olan Anrea Gritti'nin oğlu Alvise Gritti için "Bey'in oğlu" denildiği ve bu yakıştırmanın zaman içinde Beyoğlu olarak semtin adına dönüştüğü düşünülüyor.

19. yüzyıla gelindiğinde Avrupa kentleri boy ölçüşecek hale gelen semtte ağırlıklı olarak Levantenler ve gayrimüslimler yaşardı. Çokana bu dönemde Rum nüfusun oranının fazlalığına dikkat çekiyor ve 1912 yıllarında nüfus sayımına atıf yapıyor:

"Azınlık denilince üç gruptan bahsedilir, en meşhurları onlardır; Rumlar, Ermeniler, Museviler. Kemal Karpat'ın kitabına bakarsınız Rumların sayısı 205 bin. Ayrıca Osmanlı vatandaşı olmayan bir nüfus da vardı Beyoğlu'nda.  Bunları da kattığınız zaman 1912 yılında İstanbul'un Rum nüfusu 310 bin idi. Diğer azınlıkların iki mislinden daha fazla. Bu rakamın büyük bir çoğunluğu Beyoğlu civarında yaşıyordu."

Çokana, eski kaynaklarda Beyoğlu'nun, Kurtuluş ile yekpare bir bölüm olduğundan bahsedildiğini söylüyor. Fransa'da ilk sinemanın açılmasından 2 yıl sonra Beyoğlu'nda sinema açıldığını söyleyen Çokana, ayrıca ilk metrolardan birinin de yine bu semtte açıldığını hatırlatıyor ve semtin o dönem Avrupa standartlarının üzerinde olduğuna vurgu yapıyor. Çokana'ya göre, birçok insanın Beyoğlu'nu seçmesinin başlıca nedenleri arasında bu yer alıyor.

Çokana, Osmanlı'nın da isteğinin bu yönde olduğuna dikkat çekiyor ve devam ediyor:

"İnsanları milletlerine göre ayırıyordu ve birbirleriyle pek ilişki içerisinde olmalarını istemiyordu. Bu yüzden onlara devamlı ayrıcalıklar veriyordu, hak vermiyordu. Ayrıcalık olduğu zaman karşındakinden şüphelenirsin, yakınında istemezsiniz, uzağında tutarsınız. Herhalde bütün imparatorluklar öyle de yapmıştır."

19. yüzyıl Beyoğlu'nun mimari açıdan en çok geliştiği yüzyıl. "İstanbul'da en güzel binaların bulunduğu yerdir Beyoğlu" diyor Çokana. Rum mimarların Beyoğlu'nda aslında çok fazla eseri olduğunu anlatan Çokana, Yunan bağımsızlık savaşını ya da Yunan isyanını hazmedemediğini ve bu başkaldırmayı çok acımasızca ezdiğini söylüyor ve birçok kilisenin tarihine işaret ediyor:

"Bütün kiliselerin tarihine bakın. Hepsinde 1830 yılında yeniden inşa edildi yazar.  Neden yeniden inşa edildi? Çünkü yıkıldı. Ayakta hiçbir şey kalmadı. Başkaldırıdan sonra çok büyük bir kıyım oldu Rumlara karşı. Devlet dairelerinden kovuldular, uzaklaştırıldılar… Onların yerine o zaman milet-i sadıka olan Ermeniler geçti."

beyoğlu ara güler orta manşet.jpg
Beyoğlu / Fotoğraf: Ara Güler

 

Mezarlıklardan kalan sokak isimleri

Pera. Eski İstanbul'un karşı yakası. Semtin Rum sakinleri Stavrodromi (Dörtyol) diye olarak andı yıllarca. İstiklâl Caddesi (Grand Rue de Pera), Şişhane, Galatasaray ve Asmalı Mescit'ten oluşan bu dört yol Beyoğlu'nun merkezi oldu seneler boyunca. Çokana,  bir arkadaşının ninesinin "Talimhane'ye kurtlar inerdi" dediğini hatırlatıyor sohbetimizde. Taksim tarafında kalan yerlerin çoğunluk mezarlık olduğunu söylüyor Çokana ve teker teker sokak isimleriyle anlatmaya başlıyor:

"1860'larda bir veba salgını oluyor. Osmanlı bu konularda çok titizdir. Bir emirle bütün mezarlıklar oradan taşınıyor. Zapeion Lisesi ve Esayan Lisesi'nin olduğu yerler Rum mezarlığıydı. Sıraselviler Caddesi'nin adının nereden geldiğini hiç düşündünüz mü? Mezarlıkta selvi olur. Onun için Sıraselviler. Öte yandan Meşelik Sokağı'nın ismi de oradan gelir. Ermeni mezarlığı Divan Oteli tarafındaydı. Müslüman mezarlığı da Atatürk Kültür Merkezi'nin oradaydı. Nereye gitti o mezarlar. Müslümanlar Zincirlikuyu'ya, Hristiyan mezarlıkları da Şişli'ye taşındı."

Sohbetimiz boyunca tarih hızla ilerlerken Ari Çokana'nın çocukluğuna geldik. 10 yaşında ailesiyle Beyoğlu'na taşınan Çokana, liseye kadar tüm eğitimini yine bu semtte gördü. O zamanlar gördüğü Beyoğlu annesinin anlattığından biraz daha farklıydı. Artık bakkala bile şapkayla giden beyler, makyajsız evden çıkmayan hanımlar yoktu. Onların yerine gelenleri Çokana anlatıyor:

"Serseriler, esrakeşler, sarhoşlar, hayat kadınları… Biz okula gidip gelirken korka korka giderdik. Benim çocukluk zamanlarım Beyoğlu'nun kötü yıllarıydı."

"Eskiyi herkes sever, yeniyi kimse beğenmez"

1960-1970'li yıllar gelip çattığında Rum nüfusunun en büyük göç  verdiği semtlerden birisiydi Beyoğlu. Bu semtten giden sadece bir nüfustan ibaret değildi, beraberinde bir kültür de çekip gitmişti. "Yerine gelen başka bir kültür olsa eyvallah. Yerine gelen kültürsüzlük" diye anlatıyor Çokona, seneler içinde meydana gelen kültürel yozlaşmayı ve devam ediyor:

"İstanbul'da şu anda yaşanan kasaba kültürü. Köy olsa iyi. Köy insanı doğaya yakındır. Kasaba insanı köyden uzaklaşmıştır ama kültürlü bir insana da dönüşememiştir."

"Beyoğlu'na çıkmak…" Çok da uzak değil bu cümle ne bana ne de Çokana'ya. Anneannem, ne zaman alışveriş zamanı gelse böyle başlardı cümleye. Bugün bana miras kalan bu cümleyi benden duyanlar birkaç dakika durup anlamaya çalışıyor. Şimdilerde unutulan bu basit cümlenin kulağa bir o kadar anlamsız bir o kadar nostaljik geldiğini düşünüyorlar. Ben ve Çokana ise sadece kültürel aktarım olduğu fikrindeyiz. Ayrıca bugün nostalji adına bile Beyoğlu'nda bir şey kalmadığı görüşündeyiz. Çokana, bunun basit bir mantığa dayandığını söylüyor:

"Herkes, eskiyi özler, yeniyi pek beğenmez. Bu konuda biraz mutlakıyet var. Eskiden bir merkez lisesi vardı. Taksim İlk Yardım Hastanesi'nin arkasında kalırdı. Daha çok ev hanımları yetiştirirdi. O ortaokulun sene sonunda klasik yunanca oyunları sergilenirdi. İşte böyle birikmiş bir kültür vardı. Artık 15-20 yılda bir sil baştan yapıyoruz."

Çokana'ya göre Beyoğlu'nun kimliğini kaybettiği zamanlar onun çocukluk ve gençlik yıllarına denk geliyor. 1970'li yıllarda birden bire kültürsüzleşmenin ortaya çıktığını söyleyen Çokana, sonraki süreçte sil baştan her şeyin yeniden başladığını dile getiriyor. 2000'li yılların başında İslami versiyonla yeniden başladığını ifaden eden Çokana, "İslami versiyon da kötü değil. O İslami versiyona da yaşama da izni verelim. Üç nesil İstanbullu olsunlar ne kadar rafine olacaklar. Şimdi onları kovup yerine başka bir şey koyarsak, işte o kötü" diyor.

Beyoğlu, her sokağında, her kapısında, her taşında bir miras bırakıyor. Meşhur sinemaları ve tiyatrolarıyla bir kültür semti, leziz pastaneleriyle İstanbul'un tadı tuzu olurken, Taksim ve Beyoğluspor kulüpleriyle sahaların tozunu attırıyordu. Lefter'den Sabri Dino'ya, Garbis Zakaryan'dan David Kumru'ya birçok alanda nice sporcu yetiştiren kulüpler bugün aynı semtte varlığını sürdürse de ne adları ne varlıkları eskisi kadar biliniyor. Çokana, bu durumu kökenlerden kopmak olarak değerlendiriyor. "Biz kökenlerimizden koptuk, o yüzden güzel şeyler geliştiremedik" diyor.

Sohbet sona doğru yaklaşırken Çokona'ya 5 sene sonra nasıl bir Beyoğlu tahayyül ettiğini sordum. Yanıtı benim tahayyüllümden çok da farklı değildi ancak yine de üzüldüm. Çünkü bu bizim yaklaşan gerçeğimizdi:

"İnsanların binalarla, sokaklarla ilişkisi vardı. Çocuklar sokaklarda oynarlardı. İnsanlar bilgisayarların başına geçtiğinden beri kentle fiziksel teması yok. Fiziksel temas olmayınca da sevmezsin, kendine yakın bulmazsın. Bu konuda biraz umutsuzum. Birbirinin kültürüne benzemek iyi bir şey değil. Özgünlükler kayboluyor. Şu anda Vietnam ile Los Angeles'da yaşayan çocuk hemen hemen aynı şeyleri görüp yaşıyor. O yeni bir şey öğretemez artık. Geleneğinden kopmuştur. Tektipleşme çok kötü bir şey."

Bu sohbette diğerleri gibi sonlanacak ancak ben bitirme niyetinde değilim. O yüzden bu fırsatı Çokana'ya veriyorum. O ise noktayı Beyoğlu'nu kendi için özel kılan şeyle koyuyor: çocukluğu.

"Bir insanın çocukluğu güzel geçtiyse şayet ve o çocukluk nerede geçtiyse orayı yüceltir" diyor Çokana. "Beyoğlu benim bir parçam" diye devam ediyor:

"Çirkinleşse de,  kötüleşse de yine sevmeye devam edeceğim. Çünkü her sokağında bir anım var. Yolda yürüdükçe duvarlar, taşlar tanıdık geliyor. Binalar yaşlansa da ben onların gençliklerini biliyorum. Onlar benim arkadaşım. Benim onlar…"

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU