İstanbul Patrikhanesi’nin 1913’te yaptığı nüfus sayımına göre nüfusu 2 milyon olan Ermeni halkın; 1996 okulu, 173 bin erkek ve kız öğrencisi, 2 bin 538 kilise ve manastırı vardı. Kısacası imparatorlukta canlı ve köklü bir Ermeni varlığı bulunuyordu. Bundan 106 yıl önce; 1 milyondan fazla Ermeni planlı bir kararla tehcir edildi. Ancak aralarında devlet görevlileri ve yerli halkın da bulunduğu pek çok kişi tehcir kararına karşı çıktı, Ermeni komşularını korudu, sakladı.
Kimdi onlar, Ermenileri korumak için neler yapmışlardı, sonrasında ne tür bedeller ödemişlerdi? 24 Nisan’ın 106’ıncı yıldönümünde kendilerinden 30 yıl sonra Yahudileri kurtardığı için bir kahramana dönüşen Oscar Schindler’e ilham kaynağı olan bu insanların en azından bir kısmını tanımanın zamanı geldi de, geçiyor bile.
Kütahya’da tehcire karşı duran Faik Ali Bey
Cumhuriyet’ten sonra Faik Ali Ozansoy olarak tanınan Diyarbakırlı Faik Ali Bey, 1915’i mutasarrıf olduğu Kütahya’da karşıladı. O dönemlerde Kütahya’da 3 bin 578 Ermeni yaşıyordu. Kütahya çini sanatının erbabı olarak bilinen Ermenilere yönelik tehcir kararı ulaşmadan önce, Faik Ali Bey’in ağabeyi de olan şair Süleyman Nazif, kardeşine gönderdiği mektupta yakında gerçekleşebilecek bir zorbalığa dolaylı ya da doğrudan alet olmamasını istedi. Bunun üzerine şehirdeki Müslümanları bir araya getiren Faik Ali Bey, Ermeni ahalinin sadakati ve dürüstlüğüyle ilgili kendilerinden şehadet vermelerini istedi. Sonrasında da tehcir emri geldiğinde bu emre uymayacağını açıkça duyurdu. Bununla da kalmadı, başka yerlerden sürülmüş ya da Kütahya ile herhangi bir ilişkisi olanlara çeşitli görevler vererek yakın yerlere gönderdi ve böylelikle kentte dikkat çekecek ve Ermenileri tehlikeye sokabilecek bir birikimi önledi. Bölgesinde tehciri önleyebilen Faik Ali Bey, çocuklar için Ermenice eğitim verilen bir okul kurdu. Ermeni cemaatinin kendisine teşekkür amaçlı olarak topladıkları parayla, sefil halde yollarda bekleyen Ermenilere besin ikmalinde bulundu. 31 Ekim 1918 tarihinde Kütahyalı A. Torosyan, Jamanak gazetesine gönderdiği bir mektupta Faik Ali Bey hakkında şöyle yazmaktadır:
“Bütün Kütahya Ermenileri ve bölgedeki diğer bütün Ermeni muhacirler, her zaman saygı ve minnetle anacaklardır Faik Ali Bey ismini. Tehcir yolundaki Ermeniler yorgun bedenlerini dinlendirebilecek, dağılmış ruhlarını toparlayabilecek bazı vahalara rastladılar. Kütahya, Faik Ali Bey sayesinde işte o vahalardan biri oldu. O din, ırk, yaş ayrımı gözetmeksizin eşit bir şekilde herkese aynı sevgi, hassasiyet ve hizmeti gösterdi. Hiçbir karşılık istemeden, sadece vicdanının sesini dinledi.”
Konya Ermenilerinin kurtarıcısı Mehmet Celal Bey
1914 ile 1919 yılları arasında Halep, Konya ve Adana Valiliklerinde bulunan Mehmet Celal Bey, Halep şehrinde hiçbir sivil Ermeni’nin zorla uzak bölgelere gönderilmesini gerektirecek bir kusuru olmadığını düşündüğü için merkezden gelen nakil emirlerini dikkate almadı. Bu itaatsizliğinin sonucunda Halep Valiliği’nden alınıp Konya Valiliği’ne atandı. Ve Konya’daki Ermenilerinin nakil olmayacaklarının güvencesini aldıktan sonra Konya’ya gitmeyi kabul etti. Ancak henüz yoldayken verilen sözün tutulmadığını ve Akşehir’de Ermenilerin evlerinden çıkarılarak istasyonlarda toplandıklarını gördü. Şehir merkezine vardığında buradaki Ermenilerin de istasyonlarda toplandıklarını, ayrıca İzmit, Eskişehir’den gelenlerin de Konya’da bekletildiklerini fark etti. Önce Konya Ermenilerinin tümünü evlerine geri gönderdi. Diğer bölgelerden gelenlere ise muhacir fonundan yevmiye verdirmeye başladı. Haydarpaşa garından gelen trenler her gün binlerce Ermeni taşırken, Mehmet Celal Bey vagon olmadığı gerekçesi ile gelenleri Konya’da tuttu, daha öteye gönderilmelerine izin vermedi. Vali Celal Bey in en önemli yardımcıları Mevlevi şeyhleri oldu. Celal Bey in görevden alınmasının ardından önde gelen tarikat mensupları da Konya’dan sürüldü. Baskılar sonucu görevinden alınan Celal Bey, İstanbul’a dönmek zorunda kaldı. Ermeniler, yurtdışındaki akrabalarına yazdıkları mektuplarda Celal Bey’den övgüyle bahsettiler. Öyle ki, Talat Paşa, İstanbul’dan yurtdışına kaçmaya çalışan bir Ermeni gencin yanında böyle bir mektuba rastlar ve bu bilgiyi Celal Bey’le paylaşarak “Ermeniler mektuplarında size çok büyük övgüler düzüyorlar” der. Celal Bey şu şekilde cevap verir:
“Eğer Türklerin ve Arapların mektuplarını da görseydiniz emin olunuz ki aynı şeyleri o mektuplarda da bulacaktınız.” 1918’de Jamanak’ta yayınlanan röportajında şu uyarıyı yapar Mehmet Celal Bey: “Ermeni halkının da yanlış bir fikir peşine düşüp, dar gününde onun yanında olan dostlarını katillerle ve vatan hainleriyle bir tutmamasını ümit ederim. Benim Ermeni halkından ricam budur. Bugün herhangi bir görevim yok, vicdanım rahattır; tüm dünya önünde samimi bir şekilde ifade etmek isterim ki vatanıma hizmet ettim ve tek bir Ermeni’nin dahi öldürülmesine izin vermeyerek birçok garibanın gözyaşlarını sildim.”
Ermenileri kurtardı, oğlu tarafından öldürüldü
Tehcir döneminde Malatya'da Belediye Başkanı olan Mustafa Ağa'nın (Azizoğlu) tehdit altında bulunan insanları koruyacak veya yaşam şartlarını değiştirebilecek resmi bir yetkisi yoktu. Ancak buna rağmen Mustafa Ağa, Ermeni ailelerini uzun süre sakladı. Malatya’da bulunan Alman Körler Misyonu Bethesda’nın kurucusu Ernst Christoffel, Mustafa Azizoğlu için şunları söylemiştir:
“Kendisi Malatya Belediye reisiydi. Uzun süre önce Bağdat’tan buraya göç etmiş saygın bir aileden geliyordu. (...) Mustafa Ağa, Bethesda’nın dostuydu. Çalışmaya başladığımızda desteği de başlamıştı zaten. Kurulduğu günden itibaren, her koşulda yanımızdaydı. Mustafa Ağa bana, ‘Ben yaşadıkça size bir şey olmayacak,’ dedi. Oysa sonradan öğrendiğimize göre, katliam listesinde onun ismi bizimkilerin önünde yer almaktaymış.”
1909 yılından itibaren inatla sürdürdüğü ahlaki tavrından dolayı ölüm tehditlerine maruz kalan Mustafa Ağa, 1920 yılında savaştan dönen ve milliyetçi duyguları güçlü olarak bilinen oğlu Ekrem tarafından, namaz kılarken baltayla öldürüldü. Cinayete baba-oğul kavgası süsü verilmek istense de, yörede söylenegelen şekliyle, ‘gâvurları koruduğu için’ öldürüldüğü bilinmektedir.
Ermenileri koruduğu için öldürülen Lice kaymakamı Hüseyin Nesimi
Burçin Gerçek’in İletişim Yayınları’ndan Çıkan “Akıntıya Karşı” kitabında yer alan bilgilere öre; Girit Kastel Tekkesi Şeyhi Fatinzâde Ahmed Ata Efendi'nin oğlu olarak Hanya’da dünyaya gelen Hüseyin Nesimi 13 Ocak 1915’te Lice Kaymakamlığına atandı. Mekteb-i Sultani ve Mülkiye mezunu olan Nesimi, genç yaşlarından itibaren aileden gelen Bektaşi geleneği ile “Girit Muhibb-i İnsaniyet” cemiyetini kurarak atıldığı siyaset hayatını bağdaştırmaya çalıştı. Nesimi, tehcir kararında devlete sadakatte kusurda bulunanların cezalandırılması, ancak masum insanlara dokunulmamasını savunuyordu. Gelen emirlerin bunu aştığını fark ettiğinde önce bu duruma müdahale ederek bir şeyler yapabileceğine inandı. Kafilelerin yola çıkmasını geciktirerek mümkün olduğu kadar çok Ermeni’yi korumaya ve hazırlanan ilk gruba belli bir süre kendisi de eşlik ederek çetelerin ve aşiretlerin saldırılarına engel olmaya çalıştı. Liceli yaşlıları Ermeni kadınlarla, sadece onları kurtarmak amacıyla ve kağıt üzerinde kalmak kaydıyla evlenmeleri için ikna etti. Bu şekilde pek çok kadını kayıtlarda Müslüman göstererek tehcirden kurtardı. Ancak bu itaatsizliğinin Diyarbekir Valisi Dr. Reşid’e şikâyet edilmesi çok sürmedi. Tehcir konusundaki anlaşmazlıklarını görüşmek üzere Diyarbekir’e çağrıldı ve Haziran 1915’te Lice’nin Karaz köyü yakınlarında Çerkez Harun ve çetesi tarafından pusu kurularak öldürüldü. Sahipsiz ve mezarsız bir şekilde katilleri tarafından yol kenarına gömüldü. Ancak Liceliler kaymakamlarını sahipsiz bırakmadı, gömüldüğü yere bir mezar yaptırılıdıve “Tırba kaymekam” (Kaymakam türbesi) adıyla uzun yıllar ziyaret edilmesine vesile oldu. Günümüzde Liceliler Karaz köyü yakınlarındaki yeri hala “Kaymakam mezarı” olarak adlandırıyor. Ancak Lice ileri gelenlerinin yaptırdığı türbeden eser kalmamış durumda.
25 yaşında öldürülen Beşiri Kaymakamı Sabit Bey
Beşiri Kaymakam vekili Ali Sabit Es Süveydi, Bağdat İdare Meclisi Azasından Süveydizade Yusuf Efendi'nin oğlu olarak 1890’da Bağdat’ta doğdu. 1911 yılında Mülkiye’den mezun olduktan hemen sonra Diyarbekir vilayeti Maiyyet Memurluğuna tayin edildi. 1915’te yürüttüğü Beşiri Kaymakam vekilliği görevi sırasında tehcire katılmayı reddettiği için Dr. Reşid’in emri üzerine Çerkez Aziz çetesi tarafından öldürüldü. Öldürüldüğünde henüz 25 yaşındaydı. Genç kaymakamın katlinin sorumlularını bulmak için Mülkiye müfettişi olan kardeşi Naci Bey soruşturma yürüttü. Ulaştığı bilgiler Diyarbekir Valisi Reşid’in sorumluluğunu işaret etmekteydi. Sabit Bey’in öldürülmesi 1919’da İttihat ve Terakki yöneticilerinin yargılanmasında da gündeme gelir.
Öldürülen üçüncü kaymakam: Derik Kaymakamı Reşid Bey
1915’te Mardin’de bulunan Dominiken din adamı Jacques Rhétoré’nin anılarında emirlere karşı geldiği için öldürülen Derik kaymakamı Reşid Bey'den bahsedilir. Rhétoré’ye göre Derik’te yaşayan 1700 Ermeni’yle ilgili tehcir kararı ve şehrin hemen dışında onları bekleyen çetelerin planladıkları kaymakama ulaşır. İdaresi altındaki Ermenilerin yasalara aykırı bir davranışlarını görmeyen Reşid Bey, Diyarbekir valisi Dr. Reşid’e yazdığı mektupta bu kararı uygulamayacağını belirtir. “Derik Hristiyanlarında sadece devletin yararına olan sadık kullar görmekteyim. Yalnızca sizin talebinizle onları ölüme mahkûm edemem. Ancak İstanbul’dan bu konuda gelen yazılı bir emri gördükten sonra nasıl hareket edeceğime karar verebilirim” şeklinde cevap verir. Dr. Reşid yazılı emirleri göstermek için kendisini Diyarbekir’e çağırır. Ancak kaymakam şehre asla ulaşamaz. Lice Kaymakamı Hüseyin Nesimi’nin başına gelenleri hatırlatacak bir şekilde yolda kendisine pusu kurulur. Dr. Reşid’in Çerkez çetecileri tarafından öldürülür.
Tehcire karşı duran Mardin Mutasarrıfı Hilmi Bey
Burçin Gerçek’in kitabında yer verdiği bilgilere; Mardin Mutasarrıfı Hilmi Bey’in yaşadıkları İttihatçıların Ermeni soykırımı sırasında emirlere karşı gelenlere bu duruşlarının bedelini yıllar sonra dahi ödetebildiklerinin hikayesidir. Diyarbekir Valisi Dr. Reşid, henüz görev yerine varmadan Hilmi Bey’in kendisine boyun eğmeyeceğini tespit etti ve onun görevden alınmasını istedi. Babıali’den bu isteğine hemen cevap gelmeyince Reşid kendi yöntemleriyle işe koyuldu. Diyarbekir Polis Müdürü Memduh’u, Mardin Katolik Ermeni Piskoposu Maloyan’ı silah saklamakla suçlayan sahte bir ifade temin etmesi için görevlendirdi. 3 Haziran 1915’te Hilmi Bey’in şehir dışında olmasından istifade ederek Maloyan’ı ve başka Hristiyan ileri gelenleri bu sahte ifadeye dayanarak tutuklatttı. 7 Haziran’da şehre dönen Hilmi Bey tutuklamalara tepki gösterdi, ancak yapabileceği bir şey kalmamıştı. 8 Haziran’da görevden alındığı ve Hakkari Mutasarrıflığı’na atandığı haberi geldi. Hilmi Bey Haziran sonunda Mardin’den ayrılarak Musul’a doğru hareket etti. Musul’da Alman Konsolosu Walter Holstein’e Dr. Reşid’in yaptıklarını ve Maloyan’ın öldürülmesini aktardı. Holstein’a Dr. Reşid’in “vilayetin Hristiyanlarına kudurmuş bir köpek gibi saldırdığını”, Ermeni Piskoposu dahil 700’e yakın kişiyi “bir gece şehrin dışında koyun gibi boğazlattığını” anlattı. Hilmi Bey bu tarihten sonra Hakkari, Nablus, Malatya, Der Zor ve Bayezid mutasarrıflıklarında bulundu. Ağustos 1919’da İngilizlerin kontrolündeki Eskişehir Mutasarrıflığı’na atandı. 4 Ekim 1919’da faili meçhul bir şekilde öldürüldü.
Hıristiyanların ‘babamız’ dediği Savurlu Vehbi Efendi
Mardin bölgesinde 1915’e dair pek çok kaynakta Savur’da çoğu çocuk 200’e yakın kişiyi kurtaran eski Diyarbakır ve Dersaadet Posta ve Telgraf Müdürü Vehbi Efendi’den bahsedilir. 1915’te Savur’da az sayıda Ermeni yaşıyordu, 1000 kişiye yakın bir nüfus şehir merkezinde toplanmıştı. Çevredeki diğer yerleşim merkezlerinde olduğu gibi Süryani nüfus daha yoğundu. Vehbi Efendi o tarihte Posta ve Telgraf Nezareti Meclis-i İdare azalığından çoktan emekli olmuştu. Paris’te siyaset bilimi okumuş, II. Abdülhamid’in mabeyninde görev almış ve bu sırada sadakati sebebiyle kendisine “beylik” beratı verilmiş Vehbi Efendi emekliliğinde Savur’a dönmüştü. Haziran 1915’te Savur’da tehcir başladı. Olay yerleri Vehbi Efendi’nin konağına çok yakındı, kaymakamın kadın-erkek köylüleri kafileye katıp götürdüğünü duyunca soluğu köyde aldı. 87 erkek ve 8 kadını kafileden çekip kurtarır, evine götürdü. Konakta tehcirden kurtarılan 95 Süryani “ortalık sakinleşene kadar” kaldı. Bu sayıya gün geçtikçe yenileri eklenecek, başka şehirlerden tehcir edilen Ermeni ve Süryanilerden onlarcası Vehbi Efendi’ye sığınacaktı. Başka bir kafiledeki yaralı haldeki 20’ye yakın kadını Vehbi Efendi kurtardı. Vehbi Efendi’nin konağı tehcirden ya da amele taburlarından kaçan Sasonlu Ermenilerin de sığınak yeri oldu. İsmi “kurtarıcı” olarak Sasonlu Ermeniler arasında bilinir hale geldi. Öyle ki 1916-1917’de Vehbi Efendi’nin bir akrabası Rusların kontrolüne giren bölgelerden kaçmak isterken Rus ordusunda savaşan Sasonlu bir Ermeni onlara yardımcı oldu. Vehbi Efendi’nin akrabası olduğu için yanına refakatçiler vererek bölgeden çıkmalarını sağladı. Vicdanlı duruşu sebebiyle Süryaniler Vehbi Efendi’ye Süryanice “Babamız” anlamına gelen ve rahiplere hitap ederken kullanılan “Ebuna” adını verdiler.
“Elimi kana bulamam” diyen Kastamonu Valisi Reşit Paşa
Tehcir emri Kastamonu Valiliği’ne iletildiğinde, sayıları oldukça az olan Kastamonu Ermenilerini koruyan vicdan sahibi bir devlet adamı vardı. Bu devlet adamı, Vali Reşit Bey’di. Reşit Bey, 1915’in karanlık günlerinde Kastamonu valiliğine yollanan tehcir emrine sert biçimde karşı çıkarak, Ermenilerin şehirde yaşamaya devam etmesini sağladı. Sıkı bir İttihatçı olduğu bilinen Reşit Bey’in bu tavrından sonra, Teşkilat-ı Mahsusa’dan kendisine özel bir talimat gönderildi. Ancak Reşit Bey Kastamonu dâhilinde tehciri uygulamamakta kararlı davrandı. Hatta bir süre sonra, şehirde açık biçimde dillendirilen “Reşit Bey Türklerin değil, Ermenilerin valisidir!” propagandasına dahi boyun eğmedi ve “Ben elimi kana bulamam!” diyerek emirleri uygulamayı reddetti.
Bunun üzerine Reşit Bey dönemin hükümeti tarafından görevden alındı ve yerine tehcir emrini derhal uygulayacak olan Ankara Vali Vekili Atıf Bey atandı. Bu atamaya kadar şehirdeki hayatlarına eskisi gibi devam etmekte olan Kastamonu Ermenilerinin tümü Suriye çöllerine sürüldü.
26 Ekim 1918 tarihli Jamanak gazetesinde yayınlanan bir yazıda Kastamonu Valisi Reşit Bey’in yaptığı iyilikler Kastamonulu bir Ermeni tarafından şu şekilde anlatılmaktadır:
“(...) Kastamonu Ermenilerinin tehciri Reşit Paşa’nın sağlam muhalefeti nedeniyle Şubat 1916’ya kadar ertelenmişti, o dönemde yol güvenliği daha fazlaydı ve böylelikle Reşit Paşa Kastamonu Ermenilerinin yaşamlarının kurtulmasında önemli bir rol oynamış oldu.”
Çiftliklerinde Ermenileri saklayan Çerkes Emir Marşan Paşa
Sivaslı Emir Paşa Abhazya doğumluydu ve Çerkes sürgünü sırasında 3-4 yaşlarındaydı. Annesini ve babasını sürgünde kaybetmiş, doğduğu yerlerden uzakta Ali Ağa’nın Sivas’taki evine sığınmıştı. Sivas’ın en zengin kişilerinden olan Ali Ağa, Emir Paşa’yı oğlu gibi büyüttü, okuttu. İstanbul’da hukuk fakültesini bitirip Sivas’a dönen Emir Paşa, 1915’te Emir Paşa 50 yaşlarındaydı. Tehcir yollarına sürülen Ermeniler ona ailesini kaybettiği Çerkes sürgününü hatırlattı. Kızılırmak vadisinde sığınacak bir yer arayan Ermenileri çalışanları gibi göstererek kurtardı. Gemerek’teki büyük çiftliğinde ise 150 genci sakladı. Hatta iddialara göre Akdağ’da direnen silahlı Ermeni milislerine yardım etti. Emir Marşan, Cumhuriyet’ten sonra Birinci Meclis’te Sivas milletvekili seçildi ama Çerkes haklarını koruma sözüyle mebus olmuştu. Ancak verilen sözlerin aksine, her yerde sadece “Türk” sözünün hâkim olmasından büyük rahatsızlık duydu. Meclis’te “Rica ederim ki yalnız Türklük namını istimal etmeyelim. Çünkü Türklük namına biz buraya cem olmadık. Rica ederim yalnız Türkler değil, Müslümanlar demek, hatta Osmanlı demek kâfidir efendim” şeklinde bir konuşma yaptı. Bir süre sonra Sivas’ta yazılan şapka kanunu karşıtı bir bildiri yüzünden -bildiriyle bir ilgisi olmadığı halde, oğlunun Terakkiperver Fırka üyeliği sebep gösterilerek- kendini sanık sandalyesinde buldu ve Isparta’ya üç yıllığına sürgüne gönderildi. Ermenileri sakladığı o büyük çiftlikler dâhil, tüm mal varlığına el konuldu, Emir Paşa1940 yılında Sivas’ta vefat etti.
Ortağının ailesini kurtaran Zaralı belediye başkanı Ali Efendi
Zaralı Ali Efendi’nin hikâyesi 1915’te ender rastlanır hale gelen bir sadakat öyküsü. Zara’da uzun yıllar belediye başkanlığında bulunmuş Ali Efendi, aynı zamanda girişimciydi, ilçedeki alayın ihtiyacını karşılamak için Zara’nın ilk un fabrikasını kurmuştu. Bölgede büyük arazileri ve çiftlikleri olan Mihran Vartanian’ın yakın arkadaşı ve iş ortağıydı. Ve bir hastalık sonucu olan vefat eden Mihran Efendi’nin eşi Rebeka ile yedi çocuğunu tehcir başlar başlamaz sakladı. Burçin Gerçek’in kitabında aktardığına göre; o telaş içinde Rebeka yanına dört şey almıştı: Mihran Efendi’nin karda giydiği kalın pelerini, biraz tülbent, ağır bir pirinç mumluk ve bir parça şeker. Ali Efendi onları şehrin dışında bulunan, un fabrikasına yakın çiftlik evine götürdü. Gündüzleri hiç ses çıkarmadan evin içinde saklanırlar, ancak gece hava almak için çatıya çıkabiliyorlardı. Rebeka’nın neden seçtiğini kendisinin de bilmediği malzemeler çok işine yaradı. Pelerini battaniye olarak kullandı, pirinç mumlukla küçük şeker parçaları kırıp tülbendin içine sardı, ağlayıp yerlerini belli etmesinler diye bebeklere emzik olarak verdi. Ali Efendi her gün onlara yiyecek getirdi. Zara’da kaldıkları süre boyunca Ali Efendi onları korumaya devam etti. Aile Mart 1919’da İstanbul’a, 1921’de ise Amerika’ya yerleşti.
Ankara Valisi Mazhar Bey: “Ben valiyim, eşkıya değilim”
Haziran 1914’ten beri Ankara Valiliği görevinde bulunan Mazhar Bey tehcir emirlerini önce anlamazlıktan geldi. Ama İttihat ve Terakki’nin onu hizaya çekmeye çalışması çok sürmedi. Yanıtı “Ben valiyim, eşkıya değilim. Ben yapamam, bu sandalyeden kalkarım, sen gelir yaparsın” oldu ve bu konuşmadan kısa süre sonra Mazhar Bey’in görevden alınması için düğmeye basıldı. 17 Mayıs 1915’te kendisine, daha önce görev yaptığı ve dönmeyi arzu ettiğini bildirdiği Halep Valiliği önerilir. Bu tayin Dahiliye Nezareti için “bir taşla iki kuş” olabilecek niteliktedir. Mazhar Bey’in Halep Valisi Celal Bey’le becayişi kararlaştırılmıştı. Ancak Mazhar Bey bu görevi kabul etmedi. Mazhar Bey Ankara’da tanık olduklarını ve görevden alınma sürecini 1918’de İttihat ve Terakki yöneticilerinin yargılanması için kurulan soruşturma komisyonuna verdiği ifadede anlattı. Ana davanın iddianamesinde “tehcir ve imha hakkındaki teklifleri icra etmekten imtina ettiğinden dolayı azledildiğine dair” ifadesine atıfta bulundu.
İttihatçıları Zonguldak’tan kovan asker: Mehmet Hayri Bey
Mehmet Hayri Bey Mayıs 1915’te Zonguldak Müstahkem Mevki Komutanlığı’na atandı. Öyle ki, tehcir emri Zonguldak’a ulaştığında, bölgedeki en yüksek askeri yetkili konumundaydı. Zonguldak’ta o dönem 28 bin civarında Müslüman nüfus, 2 bin civarında Rum ve 500 kadar da Ermeni yaşıyordu. Zonguldak’taki Ermeni nüfusun tehcir edileceği emri şehre ulaştığında, Kaymakam İbrahim Bey tehcir emrini uygulamakta isteksiz davrandı. İttihatçı yetkililer, Kaymakam İbrahim Bey ve Yarbay Mehmet Hayri’ye “Tehcir emrini derhal uygulamaya koyun!” diye telkinde bulundular. Mehmet Hayri, buna net bir şekilde cevap verdi: “Yarın sabah bu şehri terk edin!” İttihatçılar bu sert duruş karşısında, ertesi sabah Zonguldak’tan hemen ayrıldılar. Böylelikle Mehmet Hayri, Zonguldak’taki tek bir Ermeni’nin dahi tehcir edilmemesini sağlamıştı.
Zonguldak’ta dini görevli olarak bulunan Rahip D. Dacad, 3 Aralık 1918 tarihinde Jamanak gazetesine gönderdiği kısa raporunda, Zonguldak Ermenilerinin Kaymakam İbrahim Bey’in ve özellikle de Yarbay Mehmet Hayri’nin sert muhalefeti sayesinde tehcirden kurtulduklarını yazdı. Dacad, 110 hanenin savaştan önce olduğu gibi Zonguldak’taki yaşamlarına devam ettiklerini belirtti.
Malatyalı Deli Mustafa Ağa: Gâvursuz memleket olmaz
Konya’da Ermenilere yardım edenlerden biri de Konya Ereğli’sinden Kökbudak ailesinin lideri Deli Mustafa Ağa’ydı. Yazar Sarkis Çerkezoğlu, anılarında Konya Ereğli’sindeki Ermenilerin nasıl korunduğunu şöyle anlatıyor: “Sürgüne gidileceği yıllarda Deli Mustafa Karaman’a gitmiş. Eşraf, ağayı misafir etmiş. Konuşurlarken eşraf, Deli Mustafa’ya ‘Biz Ermenileri çıkaracağız buradan. Siz ne yapacaksınız?’ diye sormuş. Deli Mustafa, ‘Sizin asaletinize o yakışır. Biz çıkarmayacağız’ demiş. Ereğli’ye gelince kendi ailesi de Ermenilerin sürülmesi işini söylemiş. Deli Mustafa, ‘Biz öyle bir şey yapmayacağız’ demiş. Deli Mustafa sonra şu benzetmeyi yaparak sormuş: – Bir pilav pişirmek için su yerine tereyağı koysam ama tuz koymasam o pilav yenir mi? – Hayır, yenmez”, diye cevap vermişler. “Ulan Türk bulgur olsa, pilav pişirsek, tuz yerine Ermeniyi koymasak o pilav yenmez. Onlar bu memleketin hem tadı hem tuzu. Gâvursuz memleket mi olurmuş?” demiş.” Sarkis Çerkezoğlu Konya Ereğli Ermenilerinin büyük çoğunluğu muhacirliğe gitmediğini, mallarını mülklerini kaybetmediğini, çoğunun daha sonra kendi isteğiyle satarak İstanbul’a yerleştiğini anlatır.
Malatya’da Piloyan ailesini himaye eden Fabrikatör Mehmet Efendi
Mehmet Efendi, Malatya’da sahibi olduğu fabrikada I. Dünya Savaşı boyunca Osmanlı ordusu için üretim yapan zengin ve tanınmış bir fabrikatördü. 1915 yılındaki tehcir esnasında Ermeni ailesi Piloyanları tüm fertleriyle evinde saklayan Mehmet Efendi, ailenin erkeklerini kendi fabrikasında istihdam etti. Altı ay boyunca tehcirden ve tutuklanmaktan koruduğu aile fertlerinin tüm ihtiyaçlarını karşıladı. Ailenin erkeklerine, kurtardığı diğer Ermenilerle birlikte fabrikasında iş verdi. Tehcir süreci bittikten ve Katolik ve Protestan Ermenilerin tehcir edilmeyeceği veya öldürülmeyeceğine dair emir geldikten sonra Piloyan ailesi evlerine döndü.
Aile geride kalan az sayıda Katolik ve Protestan Ermeni ile birlikte sekiz yıl daha Malatya’da yaşamaya devam etti. Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminde Mehmet Efendi İttihatçılarla siyasi anlaşmazlığa düştü, İstanbul’da yargılanarak beraat etti. Yeni kurulan hükümette İttihatçıların güç kazandığını gören Mehmet Efendi, Ermeni dostlarına ülkeden ayrılmaları tavsiyesinde bulundu. Tüm Piloyan ailesi 1923 yılının bir yaz gününde karavana binerek Malatya’dan Suriye’ye doğru yola çıktı. Mehmet Efendi kafileye Halep’e kadar eşlik etmek üzere onlara silahlı muhafızlar temin etti. Daha sonra Piloyanların evini satarak parasını aileye ulaştırdı. Piloyan ailesi, 1925 yılında Meksika’ya göç eti ve bir daha Mehmet Efendi’den haber alamadılar. Mehmet Efendi bir süre sonra iflas etti ve yardıma muhtaç bir şekilde hayata veda etti. Öldüğünde kefen bezi parası bile olmadığı söylenir.
Yararlanılan kaynaklar: Burçin Gerçek - Akıntıya Karşı / Ermeni Soykırımında Emirlere Karşı Gelenler, , Direnenler
Haberde Ari Şekeryan'ın Agos'ta yaptığı Kurtaranlar dizisinden faydalanılmıştır.
© The Independentturkish