Yakın zamanda yapımına başlanması planlanan Kanal İstanbul Projesi beraberinde birçok tartışmayı da gündeme getirdi.
Kanalın yapımını destekleyenler güvenlik ve egemenlik adına büyük bir adım olarak değerlendirirken, karşı çıkanlar ekolojik denge ve daha da önemlisi Osmanlı'nın dağılmasından sonra Türkiye'nin 20 Temmuz 1936'da imzaladığı ve Boğazlardaki egemenliğini yeniden kazandığı Montrö Boğazlar Sözleşmesi'ni etkileyeceğini hatta geçersiz kılacağını iddia ediyor.
Peki, Kanal İstanbul Projesi gerçekten Montrö'yü tehlikeye sokar mı?
Montrö'ye ilişkin ayrıntıları ve Kanal İstanbul Projesi'nin etkilerini işin uzmanına Mavi Vatan terimini de literatüre kazandıran Müstafi Tümamiral BAU DEGS (Bahçeşehir Üniversitesi Denizcilik ve Global Strateji Merkezi) Başkanı Doç. Dr. Cihat Yaycı'ya sorduk…
"Gerek Lozan Antlaşması gerek Montrö Sözleşmesi için yapılan 'tapu' benzetmesi isabetli değildir"
- Kanal İstanbul sonrasında Montrö Sözleşmesi yeniden gündemimize girdi. Ancak bu anlaşma sanki Türkiye'nin yumuşak karnı gibi lanse edilmeye çalışılıyor. Gerçekten olmazsa olmazımız mı bu sözleşme?
Türk Boğazlarının jeopolitik ve jeostratejik önemini vurgulamak için, askeri bir deha olan Napolyon'un 19'uncu asrın başlarında İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının stratejik önemine ilişkin şu sözlerinin bugün de değerini büyük ölçüde koruduğunu söylemek yanlış olmaz.
O dar Boğazları Rusya'ya bırakmaktansa, Dünya'nın yarısını bırakmayı yeğlerim.
Napolyon Bonaparte
İşte, Asya ve Avrupa'yı birbirine bağlayan, Karadeniz Havzasını Akdeniz Havzası ile birleştiren, tarihsel olarak Avrupa ve Asya arasında olduğu gibi Rusya ile Batılı Devletler arasında kilit rolünü oynayan Boğazlar bölgesi asırlardır Türk hakimiyetindedir. Boğazlar ve Marmara üzerindeki Türk egemenliği yaklaşık 570 yıla yakın devam etmektedir.
Öncelikle, Montrö Türk Boğazları Sözleşmesi, Türkiye'nin yumuşak karnı değildir. Bu sözleşmenin tartışmaya açılması da doğru değildir. Nihayetinde bu sözleşme Türkiye'nin savaş yorgunu olduğu bir zamanda, Türk Hariciyesinin muazzam diplomasi yeteneği ile oluşturulmuş bir sözleşmedir.
Bu sözleşmede Türkiye, bahsettiğim diplomasi yeteneği sayesinde sanki savaş yorgunu bir devlet değilmiş gibi müthiş bir diplomasi örneği sergileyip son derece önemli kazanımlar elde etmiştir.
Montrö Sözleşmesi, kuşkusuz Cumhuriyet diplomasisinin büyük bir başarısı ve ulu önder Atatürk'ün dehasının eseridir. Ancak Türkiye'nin Boğazlar üzerindeki egemenliğinin Montrö Sözleşmesi ile sağlandığı yolundaki görüşler hatalıdır.
Çünkü Boğazlar üzerindeki Türk egemenliği yüzlerce yıl boyunca Osmanlı Devleti tarafından kullanılmış, Birinci Dünya Savaşı sonunda bir süre kesintiye uğramış ve Kurtuluş Savaşı'ndan sonra da Türkiye Devleti tarafından geri alınarak, bugüne kadar tartışmasız devam etmiştir.
Montrö Sözleşmesi Türkiye'ye yeni bir kara veya deniz alanı üzerinde egemenlik vermiş değildir; sadece Türkiye'nin Boğazlar ve Marmara üzerinde zaten var olan egemenliğini teyit etmiştir.
Boğazlar üzerindeki egemenliğimiz Montrö ile kazanıldı demek, Montrö'nün yürürlükte olmadığı bir ortamda egemenliğimizin başlıca dayanağının da ortadan kalkacağını kabullenmek demektir. Malum Montrö'yü yürürlükten kaldırmaya diğer akit devlet de yetkilidir. Bunların arasında İngiltere, Fransa, İtalya ve Yunanistan da vardır.
Diplomaside söylemler çok dikkat gerektirir. Boğazlar ve Marmara üzerindeki egemenliğimiz Montrö ile geri kazanıldı ise bu sözleşmenin sadece yirmi yıl süreli olarak yapılması ve feshedilebilir olması konusunu nasıl cevaplayacaktır bu tür söylemlerde bulunanlar? Merak edilir…
Gerek Lozan Antlaşması gerek Montrö Sözleşmesi için yapılan "tapu" benzetmesi isabetli değildir.
Her ne kadar sosyolojik ve kültürel olarak tapuya büyük önem veren toplumumuzda bu tür bir benzetme kulağa hoş gelse de farklı hukuk disiplinlerinin konusu olan iki kurum (özel hukuk ile devletler ve anaysa hukuku) arasında büyük farklar vardır.
Bu tür sıradan söylemler çok ciddi şekilde egemenliğimizi aşındırıcı ve bilgisizlikten kaynaklanan söylemlerdir. Kaçınılması ve itibar edilmemesi gerekir.
Eğer "Montrö Boğazlar'ın tapu senedidir" derseniz basit anlamıyla şu sonuç çıkar; Montrö Sözleşmesi feshedilirse Boğazlar ve Marmara Denizi de elimizden gider!!! Böyle bir şey olabilir mi???
İşte bu tür bilinçsiz söylemler ile "Montrö yumuşak karnımız" derseniz, hasımlarınız da o zaman yumuşak karnınıza basar. Yunanistan'ın da bu sözleşmeye taraf olduğunu, İstanbul'da da gözü olduğunu unutmayalım.
"Biz istikrardan, statükodan yanayız ve o statüko da Karadeniz'de barış ve istikrarı sağlıyor"
- Bu bağlamda değerlendirdiğimizde Montrö uluslararası anlamda Türkiye'ye ne kazandırıyor ve ne kaybettiriyor?
Montrö Sözleşmesi'nden Türkiye'nin elde ettiği kazanımlar iki noktadadır:
Birincisi, sözleşmenin yürürlüğe girmesiyle bir defada ve derhal etkisini gösteren, Boğazlar Sözleşmesi'nin ilgasıdır. Boğazlar üzerindeki Türk egemenliğini kabul etmekle birlikte ağır yükümlülükler içeren Boğazlar Sözleşmesi'nin geri dönülmez biçimde ortadan kalkması, daha önce de belirttiğimiz üzere, Cumhuriyet dış politikasının çok önemli bir kazanımıdır.
İkincisi ise, Montrö Sözleşmesi'nin Karadeniz'e kıyıdaş olan ve olmayan devletler arasında askeri bakımdan çok hassas ve adil bir denge kurarak, tüm ilgili tarafların menfaatini koruması ve böylece bölge barış ve istikrarını sağlamasıdır.
Montrö Sözleşmesi, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Türkiye'nin tarafsızlığını sağlamada çok önemli bir işlev görmüş ve Türkiye'yi sonu belirsiz maceralara sürüklenmekten kurtarmakta kilit rolü oynamıştır.
Montrö Sözleşmesi bir yandan askeri gemiler için Karadeniz'de sahildar olan devletlerin çıkarlarını gözetecek şekilde sayı, tonaj ve süre kısıtlamaları ile bir geçiş rejimi kurarken, bir yandan da Türkiye'nin savaşan taraf olup olmamasına göre farklı kurallar getirerek Türkiye'nin çıkarlarını korumaktadır.
Buna mukabil Boğazlardan geçişte Türkiye'nin tam kontrolü ve gelir kazanımı konusunda bir takım eksiklikleri vardır.
Ancak gelir eksikliğinin çok önemli bir sebebinin de sözleşmenin ücretlendirme hükümlerini maalesef 38 yıldır tam olarak uygulamadığımız olduğunu da belirtmem gerekir. Bu nedenle Türkiye'nin çok ciddi maddi kayıpları vardır.
Türkiye, Montrö Türk Boğazları Sözleşmesi'ne göre, geçen her gemiden altın frank usulü geçiş ücreti alma hakkına sahiptir. Bugün bunun hesabını yaptığınızda yılda 3 milyar dolar gelire tekabül etmektedir. Fakat Türkiye'nin aldığı 150 milyon dolar civarındadır. Zira altın frank usulü geçiş ücreti tam olarak alınmamaktadır.
Bu durum çerçevesinde Montrö'nün kalkması, bugün Türkiye için de iyi değildir. Halihazırda kurulu bir düzen var ve istikrarlı bir şekilde devam ediyor. Sözleşme hükümlerinin varlığı, politik baskıları önlüyor. Biz istikrardan, statükodan yanayız ve o statüko da Karadeniz'de barış ve istikrarı sağlıyor. Niye bunu kurcalayalım?
Ortada denge sağlayıcı bir sözleşme vardır. Dolayısıyla bu Montrö tartışmasını ortadan kaldırmak, gündemden çıkarmak lazım. Bunlar bizim milli menfaatlerimize zarar veriyor.
- Boğazlardan geçiş tarifesi ile igili Montrö Sözleşmesi hükümleri çerçevesinde Altın Frank uygulamasına gidilmesi gerekiyor dediniz. Altın Frank meselesi sözleşmeye dair çok da konuşulmayan hatta bilinmeyen önemli bir ayrıntı. Yılda 3 milyar dolarlık bir gelirden bahsediyorsunuz. Bu konuyu biraz açabilir miyiz?
Montrö Sözleşmesi'nin 1'inci maddesinde geçiş ve seyir serbestisini tasdik edilmektedir. 2'nci ve 3'üncü maddelerde ise ticaret gemilerinin geçişleri sırasındaki yükümlülükler belirtilmektedir.
Sözleşmenin 1'inci lahikası uyarınca, harç ve vergilerin "Altın Frank" değerinden, sancak farkı gözetmeksizin, tahsil edilmesi gerektiği belirtilmiştir.
Eğer bir ticaret gemisi boğazlara girdiği tarihten itibaren altı aydan fazla bir zaman sonra ikinci bir kez geçerse, sancak farkı gözetilmeksizin, "Altın Frank" ücretini ikinci kez ödemekle yükümlüdür.
Hâlihazırdaki ücret uygulaması;
27 Temmuz 1990 tarihinde yayımlanan "Fenerler ve Tahlisiye Ücretleri Tarifesi" uyarınca, ticari bir amacı gözetmeksizin, "Türk Boğazlarında" transit geçiş hakkını gerçekleştiren gemiler fener ve tahlisiye ücretlerine tabiidirler.
Montrö Sözleşmesi ve 2019 yılında yayımlanan Türk Boğazları Deniz Trafik Düzeni Yönetmeliği uyarınca, İstanbul ve Çanakkale Boğazlarından uğraksız geçiş yapan gemilerin bazı yükümlülükleri bulunmaktadır. Bunlardan bir tanesi de Türk Boğazlarında seyir serbestisinden yararlanmak için, vergileri ve harçları ödemeleridir.
Bu kapsamda, Montrö Sözleşmesi'nin 1'inci lahikası; "Yapılan hizmetin niteliğine göre (sağlık denetimi, fener ve şamandıra, kurtarma hizmetleri), kütüğe yazılı darasız tonajın her bir tonu üzerinden alınacak vergi ve harçlar tutarı Altın – Frank (Frankor) üzerinden tahsil olunacaktır. (Altın Frank'ın Sözleşme tarihindeki karşılığı 100 kuruştur). Boğazlardan geçen ticaret gemileri tahakkuk ettirilecek rüsum (resim) ve tekâlifi (yükümlülük) ister Altın Frank olarak, isterse ödeme tarihindeki kambiyo fiyatından Türk Lirası ile ödeyebileceklerdir" hükümlerini içermektedir. 1 Frank 0,290323 gram saf altına karşılık gelmektedir.
Merkez Bankası'nca TDI Genel Müdürlüğü ile Hudut ve Sahiller Sağlık Genel Müdürlüğü'ne gönderilen 25 Şubat 1983 tarihli talimat yazısına istinaden de: "Boğazlardan transit (uğraksız manasında kullanılmıştır) geçen gemilerden tahsil olunan sıhhi kontrol, fenerler ve tahlisiye rüsumunun hesaplanmasına ilişkin 7 Şubat 983 günlü ve 83/6032 sayılı Gizli Bakanlar Kurulu Kararında belirtilen esaslar çerçevesinde 1 Altın Frank'ın indirimli değeri 0,8063 Dolar olarak bankamızca tespit edilmiştir" denilmiştir. O tarihten beri hesaplama bu yöntemle yapılmaktadır.
Dolayısı ile 1 Altın Frank'ın 0,8063 ABD doları olarak (tersten hesaplandığında; 1 gram altın =2,777725 ABD doları olarak) kabul edildiği anlaşılmaktadır.
Bir başka deyişle, 1 Ons Altın = 86,38 ABD doları şeklinde Türkiye tarafından sabitlenmiş olarak gözükmektedir.
Halbuki bugünlerde, 1 Ons altının fiyatı 1760 ABD doları civarındadır ve geçtiğimiz yıl içinde 1900 ABD dolarını da aştığı olmuştur.
Günümüz fiyatları ile 1 gram altının fiyatı 62 ABD Doları'dır ve sabitlenen fiyatın yaklaşık 22/23 katıdır.
Dolayısı ile içinde 0,290323 gram altın içerdiği göz önüne alınarak, günümüzde 1 Altın Frank'ın 0,8063 ABD doları yerine 16/17 ABD doları şeklinde kabul edilmesi gerektiği son derece açıktır.
Bu durumda devletimizin Boğazlardan geçiş yapan gemilerden olması gerekenden 22 misli daha düşük ücret aldığını söylemek mümkündür. Başka bir deyişle, devletimiz geçiş ücretlerinde yüzde 94'e varan indirim yapmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti'nin Altın Frank kurunun sabitlenmesi ile son 30 yılda kaybı milyarlarca dolar olmuştur. Esasen Türkiye'nin Türk Boğazlarından elde ettiği geçiş gelirinin mevcut tarife uyarınca yıllık ancak 150 milyon ABD doları olduğu, Altın Frank uygulanması durumunda ise bu gelirin asgari 3 Milyar ABD dolarına yakın olması gerektiği düşünülürse, söz konusu kaybın ne kadar büyük miktarlara ulaşabildiği daha açıkça anlaşılacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti'nin geldiği bu güçlü konumda, Montrö Sözleşmesi'nin tarifelerle ilgili mali yükümlülükleri gayet iyi savunularak ve kararlılığımız ortaya konularak, çok haklı olduğumuz bu konuda, mevcut tarifede günlük altın değerinden olmasa bile (yani 1982'de yaptığımız aniden geçiş ücretlerini 22 kat artırmadan) katsayının tedricen değiştirilebileceği ve makul artışlarla Altın Frank uygulamasına dönülebileceği mütalaa edilmektedir.
Söz konusu tedrici katsayı ve dolayısı ile geçiş ücreti artışı değişikliklerine dair yürürlük tarihi için armatör, donatan ve işletmeciler başta olmak üzere tüm ilgili taraflara münasip bir süre tanınmasında fayda mütalaa edilmektedir. Türk Bayraklı gemilere vergi iadesi ve diğer usullerle sübvansiyon yapılması da düşünülebilir.
Yükseltilecek ücretlerden bayrağı Türk olmayan, ancak donatanı Türk olan gemilerin de etkilenmesi söz konusu olabilecek ancak bu durum Türk Bayraklı olma yönünde bir motivasyon da doğurabilecektir.
Tüm bu değerlendirmeler muvacehesinde, Türkiye'nin Montrö Sözleşmesi hükümlerine uygun bir ücretlendirmeye geçmesinin hukuken uygun olduğu gibi, siyasi, ekonomik ve güvenlik boyutları açısından da menfaatine olacağı, ancak bu geçişin yoğun bir diplomatik enerji gerektireceği kıymetlendirilmektedir.
"Montrö Sözleşmesi ile Kanal İstanbul'u bağdaştırmak doğru bir hukuki yaklaşım olmaz"
- Aslında Montrö'yü yeniden gündeme getiren tartışmaların odağında Kanal İstanbul Projesi yatıyor. Polemiğin en önemli kısımlarından biri ise yapılacak kanal projesinin Montrö Sözleşmesi'ni nasıl etkileyeceği konusu. Sizce Kanal istanbul Projesi iddia edildiği gibi Montrö'yü etkiler mi?
Etkilemez. Çünkü Montrö'de söz konusu olan coğrafya; Çanakkale Boğazı, Marmara Denizi, İstanbul Boğazı ve Karadeniz'dir. Montrö hem gemilerin boğazlardan geçiş rejimini, hem de Karadeniz'de kalış süresini düzenler.
Tartışma konusu yapılmak istenen geçiş kısmıdır. Çanakkale Boğazı'ndan girişten itibaren Montrö Sözleşmesi hükümleri geçerlidir. Gemiler ister İstanbul Boğazı'ndan ister kanaldan geçsin, aynı hükümlere tabi olacaklardır.
Kanal yapımına belki mali, çevre, oşinografik, hidrografik vb. nedenlerle karşı görüş bildirilebilir ama Montrö Sözleşmesi ile Kanal İstanbul'u bağdaştırmak doğru bir hukuki yaklaşım olmaz.
Kanaldan geçecek gemiler tip, tonaj vb Montrö kısıtlamalarına elbette dahil olacaklardır. Ancak kanaldan geçen gemiler özel ücretlendirme ve deniz emniyeti yükümlülüklerine tabi tutulabileceklerdir. Bu Türkiye'nin tartışmasız bir egemenlik hakkıdır.
Ayrıca unutulmaması gereken bir husus da suni kanal ve adaların deniz hukukunda kara ülkesi gibi kabul edildiğidir.
"Anlaşma, müthiş bir başarı ve hasımlarımızın oyununu bozucu, kendi oyunumuzu kurucu bir hamledir"
- Konumuz Kanal İstanbul ve Montrö Sözleşmesi'ydi. Ancak 'Mavi Vatan'a değinmeden bitirmek istemiyorum. Yoğun çalışmalarınızın sonucunda 'Mavi Vatan' terimini literatüre kazandırdınız ve bu yeni 'Mavi Vatan' haritası ile denizden komşularımızı yeniden belirlemiş oldunuz aslında. Mavi Vatan stratejisinde Türkiye şu an ne durumda?
Mavi Vatan, kişilere değil Türk milletine aittir. Burada Türk milletinin menfaatleri yatmaktadır. Bu menfaatler ve deniz hukuku ile doğru orantılı olarak oluşturulmuş bir doktrin vardır.
Bu doktrin Türklerin denizci bir millet olduklarını hatırlamalarını da içerir. Mavi Vatan haritası ile denizlerdeki Misak-ı Millimiz ortaya konmuştur.
27 Kasım 2019'da Libya ile imzaladığımız Deniz Yetki Alanları Sınırlandırma Anlaşması müthiş bir başarı ve hasımlarımızın oyununu bozucu, kendi oyunumuzu kurucu bir hamledir.
Devamında haritamızı tamamlamak üzere Mısır, İsrail (ve Filistin), Lübnan ve Suriye ile benzer anlaşmaları yapmamızı umuyorum.
Ancak illa anlaşma yapmamızı beklemek de gerekmez, daha önce Karadeniz'de bizim, Doğu Akdeniz'de GKRY'nin yaptığı gibi önce Münhasır Ekonomik Bölge ilan eder, sonra konjonktür uygun olduğunda ilgili kıyıdaş devletler ile anlaşmalar imzalarız.
Malum GKRY önce MEB ilan etmiş 7 yıl sonra İsrail ile anlaşma imzalamıştır. Adalar Denizi'nde de MEB ilanı konusunu da konjonktüre uygun olarak değerlendirmeliyiz.,
Özetle Türkiye, Mavi Vatan stratejisinde, haritasına uygun şekilde doğru bir çizgide, istikrarlı şekilde yol almaktadır.
- Hepimizi yakından ilgilendiren konulara açıklık getirmiş oldunuz. Teşekkür ederiz…
© The Independentturkish