12 Eylül 1980 günü sabaha karşı ülkenin yönetimine el konuldu. Solcu ve ülkücü binlerce kişi gözaltına alındı, hapishanelere gönderildi. Türkiye’nin zihnindeki en büyük travmalardan biri olan 12 Eylül sürecinde 7 bin kişi idam cezasıyla yargılandı. 50 kişi idam edildi. Cezaevleri ve polis merkezleri acımasız işkencelerin merkezi haline geldi. Milyonlarca Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, yıllarca 12 Eylül gölgesinde hazırlanan Anayasa ve kanunlarla idare edildi. 12 Eylül kendi kuşaklarını yarattı. Darbenin üzerinden silindir gibi geçtiği ve idamdan ya da işkencelerden canlarını kurtaran gençler şimdi Türkiye’nin yaşlı amcaları. Dönemin devrimci ve ülkücü gençleri zaman zaman dönemi ve yaşadıklarını anlatıyor. Onlarla aynı koğuşlardan, hücrelerden ve işkence tezgahlarından geçirilen dönemin “İslamcı gençleri” ise hep sessiz kaldı. Ya da kimse onlara sormadı. Independent Türkçe, 12 Eylül’ün “Mahpus İslamcıları”yla konuştu.
Halis Özdemir, 1975 yılında Milli Türk Talebe Birliği’nin Tokat İl Başkanı'ydı.
1 yıl sonra üniversite okumak için Ankara’ya gitti. Akıncılar Derneği yöneticilerinden biri oldu. Akıncı Sporcular Derneği’nde Genel Başkanlık yaptı.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
“Yeni bir darbeye zemin hazırlamak için entrikalar kuruluyordu” diyor Özdemir, “Mahalleler, sokaklar, yurtlar sağcı-solcu ve İslamcı olarak ayrılmıştı. 12 Eylül’e gelmeden ülkede 60 milyona yakın bir nüfusumuz vardı günlük 20 kişi ölüyordu. Bugün savaşlarda 20 kişi ölmüyor. Ülke adeta bir iç savaş ortamına sürüklendi'' diye anlatıyor.
O dönem Akıncılar'ın Türkiye’de bin teşkilatı olduğunu söyleyen Özdemir, 67 vilayetin olduğu Türkiye’de bu çapta bir örgütlemenin bir başarı olduğunu düşünüyor.
''Din alimleri şiddete fetva vermedi''
Bu düşüncesini ise şu sözlerle temellendiriyor:
MTTB ve Akıncılar mensupları inançlı çocuklardı ve şiddet olaylarına katılmıyordu. İnsanlar çocuklarını bize emanet etmek istiyordu. Böyle bir ortamda faaliyetlerini sürdürdü. Ama Akıncılar teşkilatı mensuplarından çok sayıda şehit arkadaşımız oldu. Bizi olayların içine çekmek istediler. Biz de cinayet işleyelim istediler. Ama bizim büyüklerimiz, başta merhum Erbakan olmak üzere, gençlerin şiddete bulaşmasına izin vermedi. Bu ortamın kökü, dışarıda bir kurgu olduğunu düşünüyordu.
Akıncılar’ın ''olayların'' dışında kalması için yüzyıllar öncesi bir uygulamaya başvurduklarını anlattı Özdemir: Fetva.
“Akıncılar’a yönelik saldırılar yoğunlaşınca arkadaşlarımız kendilerini korumak istedi. Din alimlerine bunun fetvasını sormak gerektiğini söyledim. Eğer ‘Teşkilat olarak karar aldık, biz karşılık vermeyeceğiz’ deseydik ferdi olarak bu kurala uyulmayabilirdi. Ülkenin 7 noktasında ayrı ayrı tanınan hocalara gittik” diyen Özdemir şunları söyledi:
İstanbul’da da rahmetli Sadrettin Yüksel hocaya gelmek de bana düştü. Fatih’te bir evde yaşıyordu. Girdiğimizde odanın duvarlarının 3 cephesi kitaplarla çevriliydi. Sadrettin Hoca hasta yatıyordu. Saldırılara karşılık vermek için fetva istedim. Yanındakilere işaret etti ve yatakta kendisini doğrulttu. Bana dönüp, ‘Herhangi bir insan gelse sizin kardeşinizi öldürse de siz onu öldüremezsiniz. Kısas devletin vereceği bir hükümdür. Fert kısas uygulayamaz. Uygularsa katil olur’ dedi. Diğer arkadaşlarımız da başka hocalardan aynı fetvayı aldı. İl başkanları toplantısında bu fetvalar masaya getirildi. Bunun üzerine bütün tahriklere karşı durmuş oldular.
Özdemir’e bunları söyleyen Sadrettin Yüksel’in oğlu Metin Yüksel, 1979’da Fatih Camii avlusunda saldırıya uğrayarak yaşamını yitirdi. Metin Yüksel, Akıncılar’ın gençlik liderlerinden biriydi. Özdemir, ''Metin’in vurulduğunu duyduğumda aklıma ilk Sadrettin Hoca’nın fetvası geldi. Ama o bir din alimiydi, çocuğu da olsa vereceği fetva değişmezdi'' dedi.
''Meşin şapkalı bir adam geldi, 2 TIR silah vermek istedi''
Özdemir, şiddete karşı mesafeli durmaya çalıştıklarını ama Akıncılar’ın olayların içine çekilme çabalarının devam ettiğini iki örnekle anlattı:
- Dernekte otururken meşin şapkalı bir adam geldi. Bugün görsem yine tanırım, yüzü hiçbir zaman gözümün önünden gitmedi. Özel bir odada konuşmak istedi. Teşkilat işleriyle uğraşan gençlere tavsiyem şu; böyle konuşmaları kesinlikle tek yapmasınlar. Ben hiçbir temsili toplantıya yalnız girmezdim. Bir arkadaşımı da görüşmeye davet ettim. O adam bize ‘İki TIR dolusu silah vereceğim, istediğiniz yere teslim edeyim’ dedi. Sebebini sordum. ‘Vatanperver bir insanım, komünistler ülkeye hakim olacak bunların durdurulması lazım’ diye cevap verdi.
- Sürekli derneğe gelip giden Behçet isimli biri ise ‘Benim bir arabam var, kaçakçıdan almıştım. 1,5 ton yük taşıyabilecek bir zulası var. Onlarca silah taşınabilir. Bunu size satayım’ dedi. Plakası ve boyası değişen br araçtı. 'Bu araçla silah dağıtımı yapalım' diye arabayı vermeye çalışıyordu. Sonra bu Behçet’i 12 Eylül Askeri Mahkemesi'nde yargılanırken binada gördüm. Koridorda bekliyordu. Sıkıyönetim emrinde şoför olarak çalışıyordu. Bir iş yaparken kötü niyetliler Allah’ın rızasıyla, Kur’an ayetleriyle önünüze gelir. İnsanlar aldanmamalı. En çok da milli ve dini hissiyatlar kullanılır. Cennet vaadedilen birinin yapmayacağı hiçbir şey yoktur. Gençler dikkat etmeli ve gayrıyasal hiçbir teşebbüste bulunmamalı. Buna tebliğ ve irşat dahil.
''Mamak'ta 40 gün hücrede kaldım, 16 gün işkence yaptılar''
Darbeden sonra gözaltına alınıp tutuklanan binlerce kişiden biri de Halis Özdemir oldu.
İşkencesiyle ünlü Mamak Askeri Cezaevi’ne konuldu. 40 gün boyunca tek başına 6 karışa 5 karış büyüklüğünde bir hücrede tutulan Özdemir 40 günlük hücre cezasını şu sözlerle anlattı:
Hücrede Kesif bir koku vardı. Benden önce girenler tuvaletlerini de burada gidermek zorunda bırakılmışlardı. Bin defa İstiklal Marşı, bin defa da Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ni okuttular. Yemek veya su vermiyorlardı. Dışarıda nöbet tutan askerlerden birisi merhamet gösterdi ve bayramda memleketinden getirdiği bir bayram şekeri, yarım dilim kuru ekmek ve yassı tabak içinde yarım bir aşure tatlısı verdi. Bunları komutanlarından gizli yapıyordu. ‘Bunu hemen ye, işaret verirsem tabağı bana ver, başkası gelirse 'bu zaten buradaydı' dersin diye uyardı. Ama hiç su içemedim artık ciğerimden yanık kokuları burnuma gelmeye başladı. Dışarıdaki askere seslenip, ‘Komutanım, yüreğim yanıyor bana bir bardak su verin’ dedim. Yukarıda çay bardağı geçecek kadar küçük bir havalandırma deliği vardı. ‘Su yok, borular dondu’ dedi. O zamanlar Ankara çok soğuk kışlar geçiriyordu. ‘Allah rızası için buz kır ver’ dedim. Buzu kırdı ve delikten attı. Bende içimin yangınını o küçük buz parçasıyla gidermeye çalıştım. 12 gün boyunca içtiğim tek su oydu...
Özdemir’in ifadesi vücudu iyice zayıf düşürüldükten sonra alınmaya başlandı.
“Aslında Mamak’ta sorgular 4 gün sürerdi. İşkenceye dayanamayanlar ölürdü zaten. Beni sorguya götüren ‘Sen ölmüyorsun’ diyordu. Ama sorguma da devam ediyorlardı” diyen Özdemir kendisinden yalan beyan istedikleri sorguları şu sözlerle anlatıyor:
'Erbakan silahlı kamplar kurulması talimatı verdi, kampların parası da Milli Selamet Partisi (MSP) tarafından ödeniyordu' dememi istiyorlardı. 16 defa işkenceli sorgudan geçtim ama bu ifadeyi benden alamadılar. En sonunda ‘Boşuna eziyet çekme, onların kararları zaten verildi’ dediler. 40 günün sonunda kapım açıldı, gözlerim bağlandı ve koğuşa götürdüler.
Bu kez koğuş eziyetleri başladı
40 gün boyunca hücrede tutulan Özdemir bitlenmişti. 12 kişinin kalabileceği koğuş 26 kişiydi. Koğuştakiler Özdemir’e çamaşır ve gömlek verdi, üstünü değiştirdi, elbiselerini çöpe attı. “Elbiselerimin içi bit doluydu” diyordu...
Küflü yemeklere zaten alıştıklarını söylüyor Özdemir ama bir defasında kazanda bir fare ölüsü olduğunu, farenin yemekle birlikte piştiğini anlatıyor.
21 yaşında idamla yargılanan Özdemir, 18 ayını Mamak’ta geçirdi. Tahliye edildikten sonra memleketi Tokat’a döndü:
MTTB Başkanlığı yaptığım için şehirde tanınıyordum. Dostluğumuz olan insanları ziyaret etmek istediğimde ‘Gelmesin, korkuyoruz’ diye haber gönderiyorlardı. Bunu bilsem de yüreğim sızlıyordu.
''Bize 'Ecmainciler' diyorlardı''
Kazım Sağlam, 12 Eylül öncesinde İslamcı gençliğin İstanbul Üniversitesi liderlerinden biriydi.
Sağlam, “İslamcıların derdi bu topraklara ait olan İslami düşünceyi yeniden bu topraklara iade etmekti. Bizim derdimiz Osmanlı’yı yeniden ihya etmek değildi ama ortada bir problem vardı, dünya iki bloğa bölünmüştü, bir de bu durum Türkiye’ye izdüşümleri vardı. Biz Biz bunların dışına çıkmak istedik” diyor.
1969’da Burhanettin Kayhan’ın MTTB Genel Başkanı olmasıyla hareketin daha “İslamcı” bir çizgiye oturduğunu anlatan Sağlam dönemi İslamcılar perspektefinden şu sözlerle anlattı:
Daha öncesinde MTTB solcuların elindeydi. Erbakan siyaset sahnesine çıkarak bu sahada da İslami bir söylem geliştirdi. Böylece sağ ve solun dışında yeni bir düşünce gelişti. Bizim de o düşüncenin ürünü olarak 1980’e kadar gayretlerimiz oldu. Bu, üniversitelere de sirayet etti. O zaman bize ‘Ecmainciler’ diyorlardı. Bazı yerlerde ülkücülerle bazı yerlerde solcularla mücadele ediyorduk. Böyle bir ara yerdeydik. Bir kimlik izhar etmeye çalıştık.
Ortaya koymak istediklerinin “müesses nizam” açısından uygun görülmediğini belirten Sağlam, “Kurulu düzen ülkücülerle solcuları karşı karşıya getirdi, bizi de alana çekmek için zorladı. Gençliğin getirdiği heyecanla Erbakan’a ve Burhanettin Kayhan'a ‘Niye olaylara müdahil olmuyoruz’ diye karşı çıkıyorduk. Şimdi bakınca doğru olanı yaptıklarını görüyorum” ifadelerini kullandı.
''Arkadaşlarımızın bir kısmı hala fail-i meçhul''
“Banka soymadık, kimseyi öldürmedik. Bazı yerlerde nefsi müdafalarda bulunduk. Epey de kardeşimizi şehit verdik. Bir kısmını komünistler bir kısmını da ülkücüler şehit etti. Bir kısmı hala faili meçhul” diyen Sağlam şunları söyledi:
MTTB, Akıncılar ve Milli Selamet Partisi’nin ortak bir aklı vardı ve bu akıl bizi şiddetten uzak tuttu. 1980’e kadar Nurcuları ve bir kısım tarikatçıları dışarıda tutarsak İslamcılık fraksiyonlara ayrışmamıştı. İslamcılar yekvücut olarak hareket ediyordu ve ortak bakışları vardı. MTTB’nin ciddi bir bilgi ve entelektüel birikimi vardı. 1976’da Akıncılar Derneği kurulunca bir ayrışma oldu. Akıncılar daha yaygınlaştı net ve sert söylemlerde bulundu. MTTB’deki entelektüel nesil biraz inkıtaya uğradı.
Sağlam’ın tutukluluğu 12 Eylül’ün hemen öncesine denk geliyor.
Üniversite bitince arkadaşlarıyla bir kampa gittiklerini anlatan Sağlam, yolunu cezaevine düşüren süreci şu sözlerle anlattı:
Birileri ‘Bunlar örgüt. Silahlı kamp yapıyorlar, Filistin’den adamlar gelmiş bunları eğitiyor' diye şikayet etmiş. Sonradan şikayeti yapanın bir komünist olduğunu öğrendik. Kamp alanına kara yoluyla ulaşım yoktu, denizden gidilebiliyordu. Bir kayık tuttuk ve kamp alanına geldik. Denizden, karadan ve havadan baskın yaptılar. O kadar abartmışlardı ki helikopter bile getirmişlerdi. Bizi tutuklayıp götürdüler.
Askerin kamp alanında bir tabanca bulduğunu söyleyen Sağlam 13 arkadaşıyla önce Karacabey Cezaevi’ne ardından Bursa’ya sonra Selimiye Kışlası ve Kartal Maltepe Cezaevi’ne gönderildiklerini öyledi.
12 Eylül, İslamcıları kayırdı mı?
“Darbe biz cezaevindeyken geldi” diyor Sağlam… Radyodan öğrendikleri darbeyi önce sol ihtilal sandıklarını ardından Kenan Evren’in açıklamasıyla öyle olmadığını öğrendiklerini söylüyor.
Darbeden sonraki cezaevi ortamını şöyle anlatıyor:
Darbeden sonra baskılar arttı. Ve büyük işkenceler başladı. Bize epey çektirdiler. Nöbetçi yüzbaşı bizi çağırdı, belli işkence yapacak. Bahanesi ise “Askere hakaret etmek”. Öyle bir şey yapmadığımı söyledim. Ama adam dinlemiyor, bir manga asker kaldırıp götürdü ve bir ton işkence yaptılar. Bir hafta uyuyamadım. İşkence için bahane bulmaları zor değildi. Bıyık bırakmak da bir bahaneydi mesela. Sindirmeye çalışıyorlardı. Arkadaşlarımız hastalandı hastaneye götürmediler. İstiklal Marşı ve saygı duruşları sırasında dipçiklerle saldırdılar.
Sağlam’ın en büyük itirazı “12 Eylül cuntası İslamcıları kayırdı” iddiasına…
“Bu doğru bir tespit değil” diyen Sağlam şöyle konuştu:
12 Eylül’ün bahanesi ortadaki anarşiydi. İnsanlar birbirini öldürüyordu. Bankalar soyuluyordu. Darbeciler bu bahaneleri verenlerin üzerine gitti. Bizim böyle suçlarımız yoktu ama buna rağmen ayırmadılar. MSP’yi, MTTB’yi, Akıncıları kapattılar, İlim Yayma gibi bir müesseseye kayyım atadılar. Cezaevlerine girenlerin, işkence görenlerin, idamla yargılananların dışında arkadaşlarımızın bir kısmı yurtdışına kaçmak zorunda kaldı. Bazı arkadaşlarımız hala yurtdışındadır, hala gelemediler. Biz de bedel ödedik. Bu, solun yalanı ve abartmasıdır.
İslamcıların 12 Eylül sonrası büyük bir sorgulama içine girdiğini, bu sorgulamanın bazı sıkıntıları beraberinde getirdiğini ama bunun harekete bir dinamizm kattığını söyleyen Sağlam, 12 Eylül öncesi İslamcılarının 12 Eylül sonraki durumları hakkında şunları söyledi:
Biz, siyasi parti üzerinden bir değişim sağlanabileceğine inanıyorduk. Ama ihtilalden sonra ‘Böyle olmaz, yeni baştan bir düşünce kuralım’ dedik. Çıktıktan sonra bolca usül, tefsir, hadis kitapları okuduk, tartıştık. O yeni bir sorgulama getirdi. Bu sorgulamayla “Karşı koyuş” üzerinden bir kimlik inşa ettik. Bu aslında biraz kırıcı oldu. Karşı çıkış üzerinden bir kimlik inşa ederseniz bu bir yerden sonra size de döner; nitekim bize de döndü. Kendi değer yargılarımızı, tarihteki kahramanlarımızı sorguladık. Bunun geçici olması lazımdı ama Müslümanlar arasında farklılaşmayı ve ayrışmayı da getirdi. Sorgulamanın ipinin ucu kaçtı. Bu sorgulamayı ailemize, akrabalarımıza, anne ve babalarımıza kadar götürdük. Ama sonuçta bağımsız bir kimlik kazandık. Sonrasındaki sorgulamalar sayesinde solcuların yaşadığı bunalımı İslamcılar yaşamamış oldu.
''Halkın Kurtuluşu kurşun sıkarak geliyordu, Edip Yüksel Kur'anı havaya kaldırdı...''
Halit Tekin de İstanbul-Fatih’teki Akıncılar teşkilatındaydı.
O günlerde yaşananlarla ilgili bir anısını anlatıyor:
Fatih Camii’ne çıkan Büyük Karaman Caddesi’nin aşağısından Halkın Kurtuluşu örgütü kurşun sıkarak yukarı doğru çıkmaya çalışıyordu. Edip Yüksel ise elindeki Kur’an’ı yukarı kaldırmış ‘Kurşun sıkmayın, kitabınızı alıp getirin tartışalım’ diye bağırıyordu. Bunlar tabi şimdi gülümseten anılar.
“Biz sağcı da değildik solcu da değildik” diyen Tekin, Gayrettepe Siyasi Şube’deki sorgulama ve işkenceleri aklından çıkaramıyor.
Şubede bir polisin, “Lan siz nereden çıktınız. Cami verdik namaz kılıyorsunuz daha ne istiyorsunuz” diye bağırdığını anlatıyor.
Şubedeki bir hücrede dizine kadar gelen suyun içinde 36 saat beklediğini söyleyen Tekin, “Secde edecek yer yoktu ve ayakta namaz kıldım” diyor.
Polisin elinde tüm bilgilerinin olduğunu belirten, “Adamların her camide muhbirleri varmış. Yanıbaşımızdakiler meğerse polismiş. Ben bunu şubede gördüm” ifadelerini kullanan Tekin’e işkenceler Gayrettepe’de başlamış.
“O zamanlar fakirlik had safhadaydı. Fatih ilçesinin yoksullarına gücümüz yettiği kadar yardım etmeye çalışıyorduk. Bu esnada solcularla da sağcılarla da karşı karşıya geliyorduk” diyen Tekin yakalattığı iki tabanca nedeniyle polisin radarına girmişti ve farklı suçlamaları da kabul etmesi isteniyordu.
''Filistin askısını ilk kez Gayrettepe'de gördüm, 32 dişle girdim, 20 dişle çıktım''
“Filistin askısını daha önce duymuştum ama ilk kez Gayrettepe’de gördüm. Çıplak vaziyette Filistin askısına astılar. Kemiklerim kırılıncaya kadar dövdüler ve elektrik verdiler. Tutuklanmadan önce bülbül gibi konuşurdum ama dilime verdikleri elektrik nedeniyle konuşmamda tutukluk oldu. O günden bu yana konuşurken zorlanıyorum” diyen Tekin’in 12 dişi de bu işkenceler nedeniyle kırıldı.
Tekin, “32 dişle tutuklandım, çıktığım zaman 20 dişim vardı” diyor.
Tekin ve arkadaşları 12 Eylül’e giden süreçte İstanbul’daki askeri cezaevine yatan ilk İslamcılardı. Polis sorgusunun ardından Kartal-Maltepe 2 No’lu Askeri Cezaevi’ne gönderildi.
Maltepe’den sonra Alemdağ Askeri Cezaevi’ne götürüldü:
Orada 3 öğün yemek, 6 öğün dayak vardı. Acımasızca dövüyorlardı. Bir kişinin 6 askere dövdürüldüğüne şahit oldum. Bir arkadaşımız dayanamayarak intihar girişiminde bulundu.
Tekin o dönem İslamcıların genellikle 163. maddeden yargılandığını hatırlatıyor.
Turgut Özal’ın kaldırdığı bu maddede “Devletin sosyal, ekonomik veya hukuki düzenini, kısmen de olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla veya siyasi amaçla veya dini menfaat temin ve tesis eylemek maksadıyla, dini veya dini hissiyatı veya dince mukaddes tanınan şeyleri alet ederek, propoganda yapan veya telkinde bulunanların” 5 yıldan 10 yıla kadar hapisle cezalandırılacağı belirtiliyordu.
Bu maddeye dayanarak çok sayıda kişinin yargılandığına dikkati çeken Tekin, “Elinde bir kitap görülen biri de bu madde nedeniyle alınıp götürülüyordu. Cezaevinde böyle kimselerle de karşılaştım. Adamın herhangi bir örgütle bağlantısı yoktu, sadece kitap okuyordu. İşkenceleri onlar da görüyordu” diyor.
İdamlık ülkücünün son sözleri: Devlet beni seçti
Cezaevinde 27 gün hücreye atıldığını anlatan Tekin, sağ ve sol hücrelerinde bir Ülkücü bir de solcu gencin tutulduğunu hatırlıyor. İkisinin de idam edildiğini söyleyen Tekin, “Ülkücü arkadaşın ailesiyle son görüşmesinde yaptığı konuşmaları dinledim. ‘Ben idam edilmek istemiyorum ama ne yapayım, beni devlet seçti’ dedi. Hiç unutmadığım bir konuşmaydı” ifadelerini kullandı.
Tekin, “Allah bir daha böyle bir şeyi bu ülkenin başına vermesin. Hangi görüşten olursa olsun kimsenin böyle şeyler yaşamasını istemem” diyor.
5 sene 8 ay boyunca cezaevinde kalan Tekin 1984’e tahliye oldu.
Yeni hayatına uyum sağlamakta zorlandığını anlatan Tekin, “Türkiye çok değişmişti. Düşüncelerimiz aynıydı ama etrafımdaki çoğu kişi benden uzak duruyordu.Uzak duranların geneli ise ekonomik olarak yukarı çıkmış insanlardı. Arayıp soranlar henüz zenginleşmemiş arkadaşlarımızdı" diye sitem ediyor.
Tekin, Türkiye’deki düşünen genç beyinlerini bitirmek istediğini söylüyor.
Sağ-sol kavgasının bu nedenle kurgulandığını düşünüyor:
Sağcıyım diyen de ülkesini savunuyor, solcuyum diyen de. Peki neden silah sıkıyorsun? Bizim 12 Eylül önceki düşüncelerimiz devam ediyor. Ben hala 1979’da bulunduğum yerdeyim. Kimseden menfaat de beklemiyorum.
© The Independentturkish