İngilizler ilk defa Rus tehdidine karşı Mısır'a ayak bastıklarında bir daha gitmeyeceklerinden herkes emindi.
Yıllar içerisinde İngilizlerin Mısır'da kurdukları kötü yönetim 1914 yılında meydana gelen Dünya Savaşı'yla farklı bir anlam kazandı.
İngilizler o vakte kadar Mısır'ı Hindistan'ın güvenliği için bir karakol olarak görüyordu; ama savaşın başlamasıyla beraber 100 bin civarında Mısırlı genç İngilizler için savaştırılmak üzere cepheden cepheye sürüklenmişti.
İngilizlerin zorla savaştırdığı Mısırlı gençlerin büyük bir çoğunluğu cephede ölmüş, bazıları da salgın hastalıklarla adeta kırılmıştı. Dönenler ise cephede aldıkları yaralar sebebiyle rutin hayatına dönemeyecek durumdaydı.
Mısırlı yerli halk ne Osmanlı idaresinde ne de yarı bağımsız Paşalar iktidarında böylesi bir katliama maruz kalmamıştı. Neredeyse her eve bir ateş düşmüş, bu da İngilizlere karşı büyük bir nefret doğurmuştu.
1919 yılına gelindiğinde Mısırlılar Paris'te toplanan Barış Konferansı'nda ABD Başkanı Wilson'un yayınladığı ilkelerden cesaret alarak bağımsızlık düşüncesini tartışmaya başladı.
Bu süreçte Mısır halkının haklarını savunma teşebbüsünde bulunan Sad Zağlul'un Malta'ya sürgüne gönderilmesi onu halk arasında büyük bir kahramana dönüştürdü.
Büyüyen İngiliz düşmanlığını körükleyecek asıl kişi Mısır Komiserliği'ni yürüten General Reginald Wingate olacaktı.
Son derece beceriksiz bir yönetici olan Wingate, Mısırlılarla tüm diyalog yolunu kapatarak sorunu silah kullanarak çözmeye karar verdi. Wingate'in bu tutumu İngilizlere karşı isyan hareketini büyütmüştü.
Öte yandan çocukları ölen ve eşleri ise tutuklanan Mısırlı kadınlar kısa süre içerisinde devrimin sembolüne dönüştüler.
Onların, İngiliz kumaşlarıyla örtünmeyi reddetmeleri bölgede İngiliz hakimiyetine vurulan ilk ekonomik darbe oldu.
İngilizler buna karşı toplu tutuklamalar başlattı ve halka ateş açmaktan çekinmedi. Kahire'de her an bir ev basılıyor, Mısırlı erkekler ve kadınlar tutuklanıyordu.
İngilizler ele geçirdikleri kişilere de ağır işkenceler yapıyordu ve bu da halkın nefretini daha da büyütüyordu.
1919'da başlayan Mısır Devrimi 1922 senesinde bağımsızlıkla neticelenecekti. Tüm bu kargaşayı yakından izleyen küçük çocuklardan birisi de Necip Mahfuz'du.
11 Aralık 1911 yılında dünyaya gelen küçük Mahfuz, artık çocuk kalamayacak kadar çok acıya tanıklık etmişti.
Romanlarında büyük incelikle anlatacağı Mısırlı kadınların İngiliz askerleri tarafından yerlerde sürüklenişi ve ona göre hepsi bir kahraman olan Mısırlı delikanlılarının İngiliz askerleri tarafından bir daha dönmemek üzere götürülmesi; Mahfuz'un elinden yalnızca çocukluğunu almamış, aynı zamanda sara hastalığının da pençesine itmişti.
Eğitimi ve yazarlık hayatı
Mahfuz eğitimli bir aileye sahipti ve ailenin en gözde çocuğuydu, çocukluğunun geçtiği evi şöyle anlatacaktı:
Ömrümün ilk yıllarına, çocukluk yıllarına gidecek olursam Cemâliyye'deki yarı boş evimizi hatırlarım. Benden önce dört kız iki erkek olarak birbirinin ardı sıra altı kardeşim dünyaya gelmiş. Sonra dokuz yıl süreyle annem çocuk dünyaya getirmemiş. Daha sonra ben doğmuşum. Beş yaşına geldiğimde ise benimle en küçük (bizce en büyük olmalıdır) kardeşim arasında on beş yıl yaş farkı oluşmuştu.
Biri hariç ablalarımın hepsi evlendiler. Evlenmeyen ablamla ilgili evimizde geçen herhangi bir şeyi hatırlamıyorum. İki ağabeyim de evlendiler. Biri harp okuluna girdi ve görevi nedeniyle Sûdan'a gitti. İşte bunlardan dolayı evde sadece anne ve babamı hatırlarım. Bunun dışında misafirler, amcam, amcamın kızı ve dışarıdan gelen birtakım insanlar hariç çocukluğumun geçtiği evde hayatımıza katılan bir başka insan hatırlamıyorum. Bütün çocukluğumda sanki evin tek çocuğu gibiydim.(Cemâl el-Gîtânî, Necîb Mahfûz Yetezekker, Dâru'l-Mesîra)
Mafuz, tüm ailesi tıp ya da mühendislik okumasını beklerken onun felsefe eğitimini seçmesi kendisinden beklenmeyen bir davranıştı; çünkü iyi bir matematik becerisi olan Mahfuz'un sosyal bilimlerle arası pek iyi değildi.
Felsefe eğitimini tamamladıktan sonra edebiyata ve kitaplara büyük bir merak duymaya başladı.
Mahfuz, babası ile arasında okumaya dair geçen bir anıyı şöyle nakletmektedir:
Bilindiği gibi vakit nakittir. Üniversiteyi bitirip devlet memuru olarak görev yaparken, hâlâ bir öğrenci gibi evde çalışıyordum. Bu durum babamın ilgisini çekti ve bana şöyle dedi; ‘Seni, sanki mezun olmamış gibi gece-gündüz ders çalışırken görüyorum. Sana doktora mı yapıyorsun dediğimde hayır diyorsun, o halde, niçin kendini yoruyorsun?' Çok çalışmam babamı kaygılandırmaktaydı. Zamanın kısıtlı olduğunu düşünüyordum. Edebiyat, bilim, tarih konularında okumak, müzik dinlemek ve aynı zamanda yazmak ciddiyetle yazmak istiyordum.
(Cemâl el-Gîtânî, Necîb Mahfûz Yetezekker, Dâru'l-Mesîra)
Kısa süre sonra okumak ve özellikle yazmak Mahfuz'un hayatındaki en büyük amaca dönüşecekti.
Mahfuz, özellikle yazmaya olan iştahını şöyle aktaracaktı:
Yazmak insanın yeme ve içme isteği gibi karşı konulmaz bir istektir. Size ‘niçin yemek yersiniz' diye sorulsa ‘Bir uygarlık kurmak için' diye cevap verebilirsiniz. Oysa aslında açlığınızı yatıştırmak için yersiniz. Bu basit bir tarihi esastır.
Neden yediğimi içtiğimi biliyorum ama niçin yazdığımı bu denli net bilmiyorum. Bana göre yazmak, meçhul bazı şeyleri tatmin için karşı konulmaz bir istektir. Yazmak bu isteğin etkisi altında okuyup beğendiğim bazı şeyleri taklit etmek şeklindeydi. Bu, polisiye hikâyeleri veya Tâhâ Huseyn'in el-Eyyâm'ı ya da el-Menfalûtî'nin el-èAberât'ı olabilir.
Bundan sonra aynı istek, herhangi bir taklide yeltenmeksizin kendi kendime etkilendiğim veya gördüğüm bir şeyi ifade etmek için yazmaya yönlendirdi. Zamanla bu isteği kuvvetlendiren ve hataları yok eden başka sebepler eklendi.(Nebîl Ferec, Necîb Mahfûz Hayâtuhu ve Edebuhu, el-Hey'etu'l-Mısriyyetu'l-‘Amme li'l-Kitâb)
Kral Faruk'un tahttan indirilmesi
Necip Mahfuz'un yazarlık hayatında kalemi eline almasını sağlayan gelişme 1919 Devrimine şahitlik etmesiydi; fakat politik gelişmeler bu kez Mahfuz'un kalemi elinden bırakmasına neden olacaktı.
Mahfuz, 23 Temmuz 1952 tarihinde meydana gelen ‘Hür Subaylar' darbesi sonrası kalemini bir kenara bırakarak köşesine çekildi.
General Muhammed Necib'in liderliğinde hareket eden Hür Subayların içinde ilerleyen yıllarda Mısır tarihine damgasını vuracak olan Enver Sedat ve Cemal Abdunnasır da bulunuyordu.
Darbeciler, yayımladıkları bildiriyle Kral Faruk'un tahtan inmesini talep ediyordu:
Mısır ve Sudan Ülkesinin Meliki I. Faruk Biz daima milletin ve memleketin, mutluluğunu ve yükselmesini isteriz. Biz Kral Faruk'un tahttan indirilmesine karar verdik. Kral Faruk'un yerine, onun oğlu Ahmed Fuad'ı Kral seçtik. Kararımızı Meclis Başkanı Ali Said Paşa'ya takdim ediyoruz.
Kral Faruk darbenin ardından aile fertleri ile beraber ülkeyi terk etti. Tahta yerine henüz 1 yaşında bulunan II. Ahmed Fuad geçirilmişti.
Mahfuz, tüm bu tiyatroyu yakından izliyor ve ülkesi adına derin kaygılar taşıyordu. Askeri rejim cumhuriyete geçmiş ve anayasayı ilan etmişti; ama Mısır'da bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
Tüm bu gelişmelerin ışığında yaklaşık 7 yıllık bir suskunluğun içerisine giren Mahfuz, ‘es-Sülâsiyye' başyapıtıyla yazarlık hayatına yeniden dönmüştü.
Mahfuz'un en verimli günlerini geçirdiği sırada korkunç felaket aniden ortaya çıkıverdi.
Radyolarını dinleyen Mısırlılar birden bire askerlerin heyecanlı yayınlarıyla büyük bir şaşkınlık yaşadı.
Buna göre 5 Haziran 1967 yılında harekete geçen Mısır Ordusu büyük bir zafer elde etmiş ve İsrail Ordusu'nu yok etmenin eşiğine getirmişti.
Cesur Mısır askerlerinin Tel Aviv'e girmesi artık an meselesiydi; fakat kısa süre sonra Mısırlılar, sonik patlamalar yaparak başlarının üzerinden alçak uçuş gerçekleştiren İsrail uçaklarını gördüklerinde gerçeklerin hiç de radyoda anlatıldığı gibi olmadığını anladı.
İsrailli uçaklar her stratejik noktayı avucunun içiymiş gibi biliyor ve imha ediyordu. İsrail uçakları neredeyse sıfır hata ile bütün Mısır Hava Kuvvetlerini yok etmişti.
Sonradan anlaşılacağı üzere İsrail ordusu yıllardır bu operasyonun planlarını yapıyordu ve çalışmalarının sonucunu almayı başarmıştı.
Necip Mahfuz, ülkesinin bu ağır mağlubiyeti karşısında büyük bir hayal kırıklığına kapılmış ve tekrar kabuğuna çekilerek yeni bir suskunluk dönemine geçmişti.
Nobel Ödülü ve eserleri
Necip Mahfuz'un hikayeleri ve romanlarında Mısır halkı, Kahire sokakları ve gelenekler tüm gerçekliğiyle kendisine yer bulur.
Sıradan bir Mısırlının öyküsü tüm Mısır'ın gerçekliği hakkındaki en önemli ipuçlarını okuyucunun dikkatine sunuyor.
Söz gelimi ‘el-MECNÛNE' eserinde nedeni tespit edilemeyen bir kavga üzerinden Mahfuz, içinde yaşadığı toplumun kaotik durumunu ustaca hicvetmekte ve okuyan her Mısırlının mevcut durumu sorgulamasını ister:
Mahallede hem ciddi sebeplerden ötürü hem de boş yere kavgalar çıkmaktadır. Gündüzün ya da gecenin herhangi bir saati yoktur ki bir küfür duyulmasın ya da bir tuğla havada uçmasın. Bir gün yine çok büyük bir kavga çıkar. Kavganın çıktığı yerde bulunan ve onu duyan, gören herkes kavgaya katılır. Dövüş oldukça şiddetlenir. Her türlü kesici ve yaralayıcı alet kullanılır.
Karakola haber ulaşana kadar yaklaşık iki saat geçmiştir. Güvenlik güçleri geldiğinde mahalle ölülerle ve can çekişenlerle doludur. Bir tek kişi bile sağlam kalmamıştır. Yine bir aile bile yoktur ki kavgada bir ya da iki ferdini yitirmiş olmasın. Emniyet güçleri olayı aydınlatmak için çalışmalara başlar. Kavgayı kimler niçin başlatmışlardır sorusunun cevabını bulmaya çalışırlar. Olayın tanığı olan bir kadın Acel'i intikam alacağına dair yemin ederek koşarken gördüğünü söyler. Ancak Acel kimin intikamını almak için koşmaktadır sorusunun da cevabı gereklidir.
Orada bulunanlar Acel'in kardeşi Hathût için canını tehlikeye atmış olabileceğini ifade ederler. Ancak Hathût da öldürülmüştür. Hathûtun düşmanlarının Menâdilînin adamları olması ihtimali üzerinde dururlar ancak onlar da ölmüştür. Kavganın kurbanlarından daha can vermeden konuşabilecek durumda olanlara sorarlar. Birisi, kavgada bir arkadaşını gördüğünü ve ona katıldığını, çıkış nedenini bilmediğini söyler. Bir diğeri kavganın Acreme ile Menâdilî arasında olduğunu zannettiğini ve Menâdilînin adamlarına katıldığını söyler.
Üçüncü bir kişi bir kavga gördüğünde ona katılma hissini yenemediği için katıldığını belirtir. Dördüncü bir kişi kavga edenler arasında bir düşmanını gördüğünü ve ona saldırdığını söyler. Neticede bütün bunlardan kavganın çıkış nedeniyle ilgili kayda değer bir bilgi elde edilemez. Daha sonra bir kadın Aceli Kalelli'yi öldürürken gördüğünü söyler. Bir diğeri de Aceli de Dakle'nin öldürdüğünü söyler. Soruşturmayı yürüten polislerin dikkati Kalelli üzerine yoğunlaşır.
Zeyn adında bir kardeşi olduğunu öğrenirler ve onu bulurlar. O da sabah erken saatte bakla satmak için çıktığını, Acelin kardeşi Hathûtun da kendisiyle beraber geldiğini ve her zaman yaptıkları gibi o gün de boş zamanlarında güreş yaptıklarını, ancak Hathûtun o esnada bayılıp yere düştüğünü, uyanıncaya kadar yüzüne su serptiğini ve bu olaydan sonra Hathûtun mahalleye geri döndüğünü söyler. Polis olayı hâlâ aydınlatamaz…
Hayatı boyunca Kahire'den dışarı çıkmamış olan Mahfuz, 1988 yılında Nobel Edebiyat Ödülüne layık görüldü; fakat o ödülü dahi almaya gitmedi.
Kahire'den dışarı çıktığı anda bütün büyünün bozulacağına inanan Mahfuz, 1994 yılında çok sevdiği Kahire sokaklarında bıçaklı saldırıya uğradı.
Bu olay yazarlığındaki üçüncü ve son suskunluk dönemini başlatan olay oldu.
30 civarında roman ve sayısız hikaye ile modern Mısır Devleti tarihinin her safhasına şahitlik eden Necib Mahfuz, 30 Ağustos 2006 senesinde tam 95 yaşındayken hayata gözlerini yumdu.
Onun yazılarını yazdığı Kahire'deki kahvehane ve nargile bahçeleri bugün dünyanın dört bir yanından edebiyatseverlerin uğrak mekanları arasında.
Mehfuz'un satırlarındaki acı kahve, sarma tütün ve nargile kokusunun izlerini sürmek okuyucuları Kahire sokaklarına götürmeye yetecektir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish