ABD'ye karşı "intikam" sözü veren İran'ın savaş geçmişi

İran rejimi, hava, kara ve deniz güçlerinde herhangi bir üstünlük elde edemeyeceğini ve olası bir savaşta tüm hava kuvvetlerini ilk günden kaybedeceğini biliyor

İran ordusu ürettiği yeni bir füzeyi sergilerken / Fotoğraf: AFP

İran İslam devriminden sonra ülkedeki olayları yakından takip eden bir diplomat, Filistinli lider Yaser Arafat’ın, devrim lideri Humeyni’nin oğlu Ahmed Humeyni ile muhtemel Irak savaşı ile ilgili görüşmesini aktarıyor.

Eylül 1980’de Irak-İran savaşı başlamadan önce Tahran’a bir ziyaret gerçekleştiren Arafat, Ahmed Humeyni ile İranlı yetkililere, Irak’la savaşmamaları yönünde tavsiyelerde bulunuyor.

Arafat, Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin ile diyalog çağrısı yaptığı İranlı yetkililere, savaşın gerçekleşmesini önlemek için iki ülke arasındaki Cezayir Anlaşması'nın yeniden canlandırılmasını tavsiye ediyor. 

İran ordusunun üst düzey komutanlarının tasfiye edildiğini, savaş yetisini büyük ölçüde kaybettiğini hatırlatan Arafat, güç dengesinin Irak’tan yana olduğunu, savaşa girmeleri durumunda, mağlup olacaklarını, topraklarını kaybedip ağır barış şartlarıyla karşılaşacaklarını İranlı yetkililere söylüyor.

Savaşın İran’a yıkım getireceğini, yaptıkları devrimden ötürü herhangi bir uluslararası destek de görmeyeceklerini, dolayısıyla alttan almaları gerektiği yönünde uyarılarda bulunuyor.

iran ordusu AFP (2).jpg
İran’ın ABD’den aldığı Hawk füze sistemi / Fotoğraf: AFP

 

Filistinli lider, Ahmed Humeyni’nin ifadeleri karşısında şaşkınlığını gizleyemiyor. Oğul Humeyni şunları söylüyor:

"Olan şeyde hayır vardır, eğer savaş başlarsa; bu durum ordunun yeniden yapılanmasını mümkün kılar. Ülkede bu fırsattan yararlanıp silahlı başkaldırıda bulunan hareketleri de sindirebiliriz"

O dönem İran ordusu kurmayları, Yaser Arafat’la görüşmemiş olmalarına rağmen onunla tamamen hemfikirdiler. İran ordusu savaş kabiliyetini büyük ölçüde yitirmişti, özellikle bu tür savaşlarda çok önemli olan hava kuvvetleri, ABD’li danışmanların çekilmesi sonrası savaş kapasitesinin 4/3’ünü kaybetmişti.

Öte yandan Irak ordusunun o dönemde hava kuvvetleri son derece gelişmişti, Sovyetler Birliği Bağdat’a savaş boyunca modern savaş uçakları, tanklar, helikopterler ve uzun menzilli füzeler olmak üzere çeşitli silah desteği veriyordu.

Irak ordusundaki MiG-25'ler Başkent Tahran semalarında hiçbir tehlike ile karşılaşmaksızın rahatlıkla hedef seçiyordu.

İran’ın o dönem henüz caydırıcı uçaksavarları yoktu. Bu arada Sovyet menşeli Scud füzeleri, İran topraklarındaki şehirleri ve mevkileri hiçbir engelle karşılaşmadan vuruyordu.

Irak ordusunun kara güçleri Batı ve Güney İran'da geniş alanları işgal etmiş durumdaydı.

Bu süreçte İran, insan gücüne dayalı bir savunma stratejisi geliştirerek, gönüllü savaşçılardan oluşan ve daha sonra İslam Devrimi Muhafızları olarak tanınacak olan birlikleri oluşturdu.

Bu oluşum ile resmi düzenli ordu komutanları arasında güven sıkıntısı yaşanıyordu. İran’ın yeni yönetimi, "Savaşa ikna olmamak ve müzakere taraftarı olmakla" suçladıkları düzenli ordu komutanları yerine, savaşın ön hatlarının komutasını Devrim Muhafızları’na verdiler.

Düzenli ordu birliklerinin ön cephelerden ve ikinci savunma hattından çekilmesi üzerine, Devrim Muhafızlar topçu ve tankçı birliklerini komuta ettiler. Devrim Muhafızları’nın hava kuvvetlerindeki deneyimsizlikleri nedeniyle, hava savunma operasyon odalarını ve sınırlı sayıdaki hava gücünü düzenli ordu kurmayları komuta etmeye devam etti.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Hava kuvvetlerinin envanterinde sınırlı sayıda ABD menşeli (F14), (F4) ve (F5) uçakları bulunuyordu. ABD’nin ambargosu nedeniyle yedek parçası bulunmayan bu uçaklar, herhangi bir arıza durumunda hizmetten ayrılmak zorunda kalıyordu. Dolayısıyla uzun yıllar Irak hava kuvvetleri İran’ın derinliklerinde aktif operasyonlar gerçekleştirebildi.

Savaşın ilerleyen dönemlerinde iki ordu arasında güç dengesini sağlayan ve İran güçleri açısından savaş koşullarını iyileştiren iki gelişme yaşandı.

İlk gelişme; İran'ın Arap ülkelerinin birinden Scud-B sistemi almasıydı.

Söz konusu ülke bu sistem karşılığında İran’dan ekonomik ayrıcalıklar ve petrole dayalı kazançlar elde etti.

Devrim Muhafızlarının komutanlarından biri o günleri şöyle anlatıyor:

"Scud-B sistemi İran’a ulaştığında beraberinde bazı Arap subaylar da geldi, sistemi öğreten bu subaylar, İranlı askerlerin füzelerinin kullanımındaki acemilikleri yüzünden sürekli dalga geçiyordular."

İran böylelikle Irak’ın yoğun Scud saldırılarına karşılık verebilir hale gelmişti.

iran ordusu AFP (3).jpg
İran Devrim Muhafızları / Fotoğraf: AFP

 

İkinci gelişme ise, İran’ın ABD’den orta menzilli hava savunma sistemi Hawk füze sistemini satın almasıydı.

ABD Başkanı Ronald Reagan’ın temsilcisi ve Güvenlik Konseyi Danışmanı McFarlane Tahran’a ziyaretinde görüştüğü yetkililerle, ‘İrangate’ anlaşması yapmış ve Lübnan Hizbullahı’nın kaçırdığı Amerikalı rehinelerin serbest bırakılması karşılığında söz konusu sistemin satışı gerçekleşmişti.

İran ordusu böylelikle, Tahran ve diğer şehirleri bombalayan Irak uçaklarına karşı bir savunma mekanizmasına kavuşmuş oldu.

İran'a silah satışını yasaklayan uluslararası yaptırımlar, Tahran'ın askeri ve silahlanma yeteneklerini geliştirmesini engelledi.

İran bu süreçte savaşı sürdürebilmek için sadece karaborsadan sınırlı sayıda silah temin edebiliyordu.

Silah fiyatlarının karaborsada çok yüksek olması İran’ı içeride bir ekonomik krize sürüklemesinin yanı sıra ayrıca çok yüksek ücretler ödemelerine rağmen istedikleri silahları çoğu zaman elde edemiyordu.

İran bu çıkmazdan kurtulabilmek için, Basra Körfezi’nde ve Hürmüz Boğazı’nda Irak petrolünü taşıyan gemileri hedef aldı.

İki taraf da birbirlerinin petrol tesislerine saldırı düzenliyor, ekonomik baskıyı artırmak adına ticari gemileri hedef alıyordu.

Irak petrolü taşıyan Kuveyt tankerleri saldırılara daha da açıktı, ABD ordusu bu tankerleri korumak için İran donanmasına bir dizi saldırı gerçekleştirdi.

İran bu saldırılarda hızlı botlarını ve çok sayıda askerini kaybetti.

Farklı silah arayışları

İki ülke arasındaki savaşın sona ermesinin ardından İran’da kapsamlı bir ‘’yeniden yapılanma’’ aşaması başladı.

Bu süreçte İran'ın dini lideri Ali Hamaney ve Cumhurbaşkanı Ali Ekber Haşimi Rafsancani arasında anlaşmazlıklar yaşandı.

Bu dönemde Güvenlik güçleri, Savunma Bakanlığı, ordu ve Devrim Muhafızları Hamaney’e bağlandı. Rafsancani ise diğer bakanlıkların yönetimini aldı.

Uzun süreli savaşın sonucunda İran ordusu son derece yıpranmış, ekipman ve cephanelikleri tükenme aşamasına gelmişti.

Devrim Muhafızları eski komutanı Muhsin Rezai, savaş sonrası dönemi şöyle ifade etmişti:

"Sekiz yıllık savaşın ardından İran ordusu çok kötü durumdaydı, Irak ordusundan geri aldığı bölgelerde hâkimiyet sorunları yaşanmasının yanı sıra mali ve siyasi bir krizin içindeydik, savaş boyunca ve sonrasında uluslararası ambargo nedeniyle karaborsadan bile silah temininde sıkıntılar yaşıyorduk"

Rejimin önünde çok fazla seçenek kalmamıştı, ambargo nedeniyle ordunun hava, deniz ve kara güçlerini yeni silahlarla donatmasında aşılması zor güçlükler vardı, komşu ülkelerle ve ABD ile silah sanayi alanında rekabet edebilmeleri imkânsızdı.

Bu nedenle, doğrudan bir savaşa girmekten kaçınarak,  caydırıcı gücü olan yeni silahlar edinmek istediler.

Yeni silah tercihinde, Çin ve Kuzey Kore ile kurduğu ilişkilerden yararlanarak, bu ülkelerden füze ithal ederek, kendi imkânlarıyla bu füzeleri geliştirmeye başladı.

Ambargo nedeniyle, sanayi ve ticari alanlarda iç ihtiyaçlarını karşılamak için taklit dönemini başarıyla uygulayan İran, savunma sanayinde de öz kaynaklarına dayanarak kopyalama ve geliştirme mekanizması kurdu.

iran ordusu AFP (4).jpg
İran’ın Çin ve Kuzey Kore orjinli balistik füze sistemleri / Fotoğraf: AFP

 

İran’ın füzelerini inceleyen herhangi bir askeri uzman, orijinal sürümünün Çin menşeli mi yoksa Kuzey Kore menşeli mi olduğunu kolayca tahmin edebilir.

İran uluslararası topluma askeri alandaki ilk mesajını, 1997 yılında reformist  Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi yönetime geldikten sonra, (değişim beklentilerini boşa çıkarırcasına)  Irak topraklarında faaliyet gösteren Halkın Mücahitleri Örgütü’ne füze saldırısı gerçekleştirerek verdi.

Birkaç dakika içinde yaklaşık 110 adet İran’da geliştirilmiş Scud füzesini ateşleyen ordu, Washington yönetimine ve civardaki Arap ülkelerine de, herhangi bir tehdit durumunda bu füzeleri istediği hedeflere yönlendirebileceği mesajını verdi.

İran rejimi, hava, kara ve deniz güçlerinde herhangi bir üstünlük elde edemeyeceğini ve olası bir savaşta tüm hava kuvvetlerini ilk günden kaybedeceğini biliyor.

Ayrıca geliştirdikleri uçakların ve hava savunma sistemlerinin, hava sahasını savunmaktan aciz olacağı da bilinen bir gerçek. Öte yandan kara gücü olarak birkaç yıl öncesinde Han Şeyhun’da öne sürdükleri düzenli ordunun bir gecede 60 kişi kaybetmesi, herhangi bir kara savaşında da başarılı olamayacaklarını gösterir nitelikteydi.

Muhtemelen bu tecrübeden çıkardıkları ders nedeniyle, Suriye ve Irak’ta IŞİD'e karşı sürdürdükleri savaşlarda daha farklı yöntemler izlediler.

Bu savaşlara sınırlı sayıda Devrim Muhafızı komutanı katıldı, çoğunlukla arka saflarda olmalarına rağmen, sayılarına oranla büyük kayıplar da verdiler. Ön cephede savaşmak içinse daha çok Irak, Afganistan, Pakistan ve Lübnan Hizbullah’ı milisleri kullanıldı.

Bu gerçekler ortadayken, İran’ın stratejik askeri seçeneklerini arttırmak için benimsediği tek bir seçenek kalıyordu geriye.

O da; etrafını çembere alan ABD güçleri ile temas noktalarındaki milis güçlerini askeri olarak güçlendirerek, adeta ortaya yeni düzenli ordular çıkarmaktı. Bu stratejinin somut ve başarılı bir örneği olarak Lübnan Hizbullah örgütü gösterilebilir.

Direniş ekseni çerçevesinde, Filistin meselesini tekele almak ve Lübnan’ın İsrail tarafından işgal edilen bölgelerini kurtarmak için Hizbullah’ı desteklemişti.

İran 1993 ve 1996 yıllarında İsrail ile çatışan Hizbullah, Filistin meselesinin barışçıl yöntemlerle çözülmesi yönünde sarf edilen uluslararası, Filistin ve Arap barış girişimlerini de baltalama rolü üstlenmiş oldu.

İran’ın Hizbullah’a verdiği askeri destek, İsrail'in 2000 yılında Güney Lübnan'dan çekilmesinden sonra azami düzeye ulaştı.

Suriye rejimi ile ittifak geliştiren İran, uluslararası güçlerin Güney Lübnan sınırına konuşlanmasına da engel oldu. Hizbullah ayrıca, Lübnan’daki Taif Anlaşması’nda ülkedeki tarafların silahlarını orduya teslim etmesinden de muaf tutuldu.

2001 yılında İran’ın doğu sınırlarını oluşturan Afganistan’ın işgali ve ardından 2003 yılında batı komşusu Irak’ın işgal edilmesi, İran yönetiminde çevrelendiği yönünde bir korku oluşturdu

ABD Başkanı George W. Bush’un İran’ı, İsrail’e ve ABD çıkarlarına tehdit oluşturan ‘Şer ekseni’ne dahil etmesi sonucunda İran çareyi, bölgedeki kendine bağlı örgütleri gelişmiş füze sistemleriyle donatmakta buldu. Böylelikle ABD stratejisinin zayıf noktasını oluşturan İsrail’in güvenliğini doğrudan tehdit edecek seviyeye ulaşmış oldu.

Lübnan Hizbullah’ı ve İsrail arasındaki 2006 savaşında, Hizbullah İran’ın sağladığı silahları etkin bir şekilde kullanmayı başardı. O dönemlerde ABD’nin savaş tehditlerine maruz kalan ve nükleer programı nedeniyle uluslararası aktörlerle sorunları olan İran, böylelikle doğrudan bir savaş ihtimalini ortadan kaldırmış oldu.

Dönemin İran Savunma Bakanı Ali Şamhani, Hizbullah’la mali ve askeri ilişkilerini kesmelerini isteyen uluslararası çağrılara, "Bizden kolumuzu kesmemizi istiyorlar, elbette bunu yapacak değiliz" diye yanıt vermişti.

Tüm bu deneyimler, rejimin füze savunma ve saldırı sistemleri üzerinde daha fazla yatırım yapmasını sağladı.

Nizami alanlarda Batı teknolojisiyle baş edemeyeceğini anlayan rejim, gerçekçi bir yaklaşımla, caydırıcı güç olarak, kısa, orta ve uzun menzilli balistik füzelerini geliştirdi.

Bu füzelerin görevinin ABD’nin bölgedeki hava ve deniz üslerini hedef almak olduğu ilan edildi.

Aynı zamanda bir güç gösterisi olarak, sivil ve askeri yetkililer tarafından yapılan birçok açıklamada, gerekirse İsrail’i 10 dakika içerisinde, 11 bin balistik füze ile yok edilebileceği söylendi.

Bu strateji, İran rejiminin bölgesel faaliyetlerini genişletmesine olanak tanıdı, bölgede kendine tehdit olarak gördüğü ülkelere, sık sık sahip olduğu füzelerle gözdağı vermekten çekinmedi. ABD ve İsrail’e yönelik tehditleri ise hiçbir zaman laftan öteye geçmedi. Yemen’deki Husilere sağladığı füzeler ise şu ana kadar Suudi Arabistan ile yapılan savaşta beklenen sonuçları verememiş gibi görünüyor.

Sonuç olarak; İran’ın General Kasım Süleymani’nin öldürülmesinin ardından ABD çıkarlarına ve üslerine yönelik kapsamlı bir saldırı düzenlemesi uzak bir ihtimal olarak görülüyor.

Hizbullah lideri Hasan Nasrallah son açıklamasında İran’ın vereceği karşılığın iki boyutu olacağını öngörmüştü.

İlki; İran güçlerinin ABD’ye ait askeri bir üsse sınırlı bir saldırı düzenlemesi, ikincisi de; İran’a yakın örgütlerin Afganistan, Suriye, Irak ve Yemen’de ABD çıkarlarına yönelik bir dizi saldırı gerçekleştirmesi.

Bu örgütlerin bölgedeki Amerikan güçleriyle doğrudan çatışmayı göze alamayacağı, topçu ateşi ya da füze saldırıları ile yetinecekleri tahmin ediliyor.

Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığı haber göre İran’ın Süleymani suikastına orantısız bir tepki vermeyeceği, zira Amerikan tarafının karşı saldırısından çekiniyor.

Bir savaş ihtimalinde ABD’nin silahlarının yıkıcı etkileriyle yüzleşmek istemeyen İran rejimi, ABD’nin birkaç saat içinde, askeri, ekonomik, petrol vs. tüm altyapısını tahrip edebileceğinin farkında.

Bu durumda İran ABD ile askeri çatışmayı göze alır mı? Süleymani’nin intikamı için misilleme yaptığında, saldırının sınırlarını ve seviyesini iyi ayarlayabilecek mi?  Trump yönetimindeki ABD’nin misillemeye mukabil toplu bir savaş açma ihtimalinden çekinir mi?

Görünen o ki; İranlı halı dokumacısı, bir sonraki ilmeği atarken derin düşüncelere dalacak, çünkü bu halı varlığını ve bölgedeki nüfuzunu temsil ediyor.

 

*İçerik orijinal haline bağlı kalınarak çevrilmiştir. Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

Independent Türkçe için çeviren: Mustafa Yıldız

independentarabia.com/node/84406

DAHA FAZLA HABER OKU