Cüneyt Arkın, Türk kimliğinin sinemadaki milli temsilidir.
Merhum aktör, ırk temelli ve bölücü bir hamasetin aksine, Türk mefkûresinin Ömer Seyfettin çizgisini takip eder.
Türk mefkûresini, İslami hassasiyetleri de gözeterek ameli bir siyasetle harmanlayarak izleyicisinin karşısına çıkar.
Cüneyt Arkın'ın kahramanlık filmlerini çekmeye başladığı yıllar 1960-1980 arası zor yıllardır. Ekonomik kriz, siyasi bunalımlar ve toplumsal kutuplaşma had safhadadır.
Bu dönemde; mavi gözlü, şahin bakışlı bir civanmert olarak ortaya çıkan Kara Murat, Malkoçoğlu ve Battalgazi karakterleri Türk halkına aradığı kahramanı verir.
Türk kimliğinin ezildiği ve belli elitlerin hayatına odaklanan filmlerin aksine Cüneyt Arkın, Türk halkına "herkesi kurtarmaya namzet" kahraman tipolojileri sunmuştur.
Filmlerinde ata binen, güreş yapan ve cirit atan Cüneyt Arkın, fiziki özellikleri ile izleyenleri etkilerken atletizmi dahi milli sporlar ölçüsü altında yapması/göstermesi nedeniyle halkın onu fazlasıyla bağrına basmasını sağlar.
Beyaz bir gömlek üzerine bağladığı kırmızı kuşak dahi Türk mitlerinin renklerini temsil etmektedir.
Cüneyt Arkın'ın hem sinema macerası hem de dönemi üzerindeki etkisini Türk şiirinin büyük ismi Cemal Süreya'dan okuyalım:
Cüneyt Arkın'ı adı henüz Fahrettin Cüreklibatur'ken tanımıştım 1957'de. Eskişehir'de Vergi Dairesi'ni teftiş ediyordum. Edebiyat ve şiir meraklısı arkadaşlarıyla gelip beni bulmuşlardı. Dostluğumuz daha sonra İstanbul'da sürdü. 1937 doğumlu, hekim, öyküler yazan ve tiyatroyla ilgilenmek isteyen bir delikanlı. Ama yazgısı sinemaya götürdü onu. Tıptan da kopardı onu.
Hava Kuvvetleri'nde yedek subaylığını yaparken Halit Refiğ'in dikkatini çekti. Halit Refiğ 'Şafak Bekçileri' adlı filmini gerçekleştirirken bu yakışıklı Asteğmen'den de yararlanmak istedi. Ancak yönetmelikler izin vermiyordu buna. Bir süre sonra, yani Fahrettin terhis olduktan sonra gidip Halit Refiğ'i bulacak ve onun 'Gurbet Kuşları' adlı yapıtında rol alacak.
Fahrettin adının Cüneyt'e nasıl dönüştüğünü de dostu Halit Refiğ'den öğrendim. Gazeteci Vecdi Benderli bulmuş bu adı. 'Cüneyt', Cüneyt Gökçer'in adından, 'Arkın' da Ramazan Arkın'ınkinden alınmış. Böylece genç Fahrettin'deki, tiyatro ve edebiyat tutkusu sinemada bir araya getirilmek istenmiş.
Önce duygusal filmlerde boy gösterdi. Tango duygusu... 60'lı yılların sonlarında vurdulu kırdılı kurdelelerde, serüven filmlerinde görünmeye başladı. 'Malkoçoğlu' dizisi, söz gelimi. Tango duygusallığı içinde yetiştirilmek istenen gençteki bu değişimi nasıl tanımlayabiliriz? Önce tam anlayamamıştım. Sonra öğrendim, Cüneyt Arkın bir ara Medrano Sirki'ne girmiş. Bedava çalışmış bir süre orada. Ağları, ipleri kaldırma işini üstlenmiş. Bu arada parende atmayı, hareket olayını öğrenmiş ve geliştirmiş.
Ben Jean Marais'in Fantoma dizisindeki ortada görünüşüne benzetiyorum. Hali ise başka şey diyor: 'İlk filmlerinde Alain Delon'a benziyordu; ama vurdulu kırdılılardan sonra onu Avrupalılar Burt Lancester'a benzettiler.'
Galiba bunların hepsi doğru. İşaret dile yöneldi. İpek Yolundaki Süpermen, böyle diyorum. Jean Marais dedim, ne var ki öykünmeci bir sanatçı değil Arkın. Benzer, ama taklit etmez. Yineleme kötü. Ama zorunluysa yinelemede iyi yanlar da vardır.
Yineliyorum: Ulysseus'un Doğudaki karşılığı Denizci Sinbad'dır. Ya da Denizci Sinbad'ın Akdeniz'deki karşılığı Ulysseus. Sinbad'ın daha çok akrobasi planında var olduğunu belirlemek istemiştim. Bir çeşit karacı Sinbad oldu Cüneyt Arkın.
Evet, Medrano Sirki'nde bir yaz bedava çalıştı. Ata da en iyi binen, binmesini bilen sinema oyuncusu. O karateyi, hareket niteliğini öyle kolay bulmadı. Öz olmadan o iş olmaz. Sağ'a kaymış göründü. Biraz öyle. Ama tam da öyle değil. A. Dorsay'ın da belirttiği gibi, 'Maden' gibi filmlerde toplumsal eleştiriye de girdi.
Son yıllarda yönetmenliği de denedi. Reklam filmlerinde göründüğü için eleştiriliyor. Bence bir sinema sanatçısı için büyük bir kusur değil bu. 'Gök Bayrak' adlı romanda bir Can Bey vardı. Bence o kitabın bir ikinci cildi yazılmış olsaydı Cüneyt, Can Bey'i kim bilir nerelere götürürdü!(Cüneyt Arkın - Adını Unutan Adam)
Sinema eleştirmenleri ve sanat tarihçileri onu mütemadiyen Avrupalı halk kahramanlarına ya da ünlü sinema yıldızlarına benzetmek üzere birbiriyle yarışırken, Türk halkı onu kendi milli kahramanlarına fazlasıyla benzediği için yere göğe sığdıramıyordu.
Halkın onu bu denli sevmesinin bir başka nedeni beyaz perdedeki karakterlerin aksine, özel hayatında bunun zıttı davranışlara tevessül etmemesidir.
Cüneyt Arkın bu hassasiyetin farkında olarak şu sözleri sarf edecekti:
1975'ten sonra, başta 'Yıkılmayan Adam' ve diğer iki filmim yüzünden meşhur 141-142 ceza maddeleriyle 15 yıl ağır mahkûmiyetle Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde yargılanırken aklıma gelmişti: savunduğum, inandığım düşüncelerimde ne kadar samimim ve dürüsttüm? Bu düşünceleri neler uğruna savunabilirdim? Mesela hapse girmeyi göze alabilir miydim? Varımı yoğumu kaybetmeyi, sürgünlere gitmeyi, hatta ölmeyi...
Bu can yakıcı son, bende sabit bir kaygı haline geldi. Filmlerimde ezen zalimin karşısında ezilen yoksulun, hakkı yenenin yanındaydım. Güçlü, yiğit, cesurdum. Emeğin, alın terinin yanındaydım. İnsanı, insan şerefini savunuyordum. Polis Cemil'de olduğu gibi baskı, tehdit, zorbalıklara karşı yiğitçe direniyordum. Başıma gelecek belaları umursamadan, bahtsız, kaderine terk edilmiş, durmadan horlanan, ezilen, hakkı yenen, hakkını arayamayan halkımın acılarını paylaşıyor, yenilmez görünen zalim büyük güçlerle, ölümü göze alarak savaşıyordum. Yılmaz, cesur bir savaşçıydım. Ordular bozuyor, kaleler fethediyordum.
Peki, filmlerimde böyleydim de özel hayatımda aynı doğrucu, halkını, yurdunu seven insan mıydım? Halkıma ne kadar dürüst davrandım? Hayatım boyunca kendime hep bunları sorarak, kendimle hesaplaştım durdum. Mesleğimin, en zor, en kahırlı, hatta en çok incindiğim, kırıldığım o uzun dönemlerinde sizlere bir tek yalan söylemedim.(Cüneyt Arkın - Fakir Gencin Hikâyesi)
Elbette 1980'li yılların korkunç siyasi ortamında Cüneyt Arkın da nasibini alacaktı:
"1980'lere doğru Türkiye bir cehenneme dönmüştü. Gençler sokaklarda acımasızca birbirlerini öldürüyorlardı. Korku, baskı her yanı kaplamıştı. Bazı partilerin faşist çeteleri vardı. Türkiye karanlık bir yok oluşa sürükleniyordu. Eşkıyalar hükümdar olmuştu. Her yerde gözyaşı, kan vardı.
İşte o günlerde hain bakışlı, karanlık, silahlı gruplar evime gelerek beni ziyaret etmeye başladılar. Bunlar ziyaret değil, korkutucu tehditlerdi. Baskıydı. Manevi kuşatmaydı, zulümdü. Kendi ideolojileri doğrultusunda filmler yapmamı istiyorlardı. Bu iş onlar için çok önemliydi. Çünkü onlar için yapacağım bir film Cüneyt Arkın dâhil, Cüneyt Arkın sevdalısı, hayranı milyonlarca gencin onların eylemlerini onaylaması anlamına geleceği gibi bu gençlerin çoğu da onların saflarına katılacaktı.
Aşırı sağ, sol gruplar ve diğer gruplar için bu film yapma işi hayati önem taşıyordu. Beni ikna etmek için kanlı, kansız her şeyi göze almışlardı. Gereği gibi hepsine 'hayır' dedim.
Bir akşam Topağacı'nda oturan bir film yapımcısı çok önemli gerekçesiyle beni çağırdı. Gittim. İçeri girdim. Salon, o karanlık, soğuk yüzlü gençlerle doluydu. Ağır, otomatik silahlarını ölümcül bir tehdit gibi masa üzerlerine görünecek yerlere bırakmışlardı. Kamplarda eğitim gördükleri belli olan komando tavırlı gençlerin lideri önce çok nazik teklifi yineledi: 'Bize film yap.'
'Hayır, imkânsız' dedim. Yüzü, sesi birden değişti. Gürledi. 'O zaman buradan sağ çıkamazsın.' Her gün sokaklarda onlarca gencin öldürüldüğü, sorgusuz sualsiz cinayetlerin işlendiği bu yıllarda Cüneyt Arkın'ın bir kaza kurşununa kurban gitmesi sorun bile olmazdı. Korkmuştum. Belli etmedim.
Ama gencin ses tonu, el hareketleri beni daha çok öfkelendirmişti. Ev sahibine baktım. Sessiz duruyordu. 'Bu evden çıkıncaya kadar hayatımdan sen sorumlusun. Bu bir Türk geleneğidir. Türkçü olduğunuza göre bunu çok iyi bilirsiniz' dedim. 'Evden çıktıktan sonra kaderimizde ne yazılmışsa o olur.' Sakin başını salladı. Diğerleri tetikte bekliyorlardı. Çok sakin yürüdüm. Kapıyı açtım. Çıktım.
Sonraki günler, eve çocuklarıma hediyeler gelmeye başladı. İlkini karım açtı. Gözyaşlarına boğuldu. Paketin içinde 9 mm'lik bir kurşun vardı. Karımın ailesi Avrupa'ya gidip, izimizi kaybettirmemiz için çok yalvardı. Kabul etmedim. Ancak çocuklar dedelerinin yanına taşındılar. Ailece çok zor günler geçirdik.
Zaman geçti. 1980'li yılların çetelerinin döküntüleri mafyalar olarak ortaya çıkmaya başladı. Biri benimle film yapmak istedi. 'Hayır' dedim. Atıf Yılmaz'ın yönettiği 'Deli Yusuf' setinde ayağımdan kurşunlandım. Tetiği çeken yakalandı. Garibanın tekiydi. Azmettiren döküntü mafya lideriydi. Polis onu arıyordu. Ama asıl patron, Eskişehir'de tanıştığım eski Savcı Kemal Beyefendi. Bir gün Hilton Oteli'nin en üst katında lüks dairede karşı karşıya geldik. Hesaplaştık. Yarım saat sonra ikimiz de kanlar içinde otelin lobisine düştük.
Savcı şikâyetçi olmadı. Mekânı basma suçu işlemiştim. Baştan bu yana faşist baskılara boyun eğmemiştim. Kendi hayatımın önemi yoktu. Ama çocuklarımın hayatını tehlikeye atmıştım. Onları her an öldürebilirlerdi. Bu dayanılmaz, çok ağır sorumluluğu nasıl yüklenmiştim? Çok cesur bir insan mıydım? Yoksa her iyi insanda var olan hain, alçak zorbalığa karşı normal bir karşı koyma mıydı? Karar sizin."
(Cüneyt Arkın - Fakir Gencin Hikâyesi)
Cüneyt Arkın Türk halkının milli bir değeri haline gelen Malkoçoğlu'nun uygunsuz bir filmde harcanması teklifine ise şu cevabı verecekti:
Yıllar önce bir reklam filmi teklifi gelmişti. Malkoçoğlu o beyaz yiğit atıyla cenk kıyafetlerini giymiş, tarihin içinden çıkıp gelecek bir ürünle dövüşecek ve onu yenemeyecekti. Hayal bile edilemez çok büyük paralar teklif ettiler. Hayatımın sonuna kadar krallar gibi yaşardım.
Bir an bile düşünmeden 'hayır' dedim. Çünkü Malkoçoğlu, Türk gençliğinin tarihiydi. Onun kahramanıydı. Ona aitti. Ben de bir savaşçıydım. Şimdi akla gelen soru şu: İnandıkları uğruna faşist kurşunlarla ölümü göze alan, seks filmi çekmemek için ebediyen sakat kalıp, yatakta çürüyüp yok olma ihtimalini bile düşünmeden 'hayır' diyen Malkoçoğlu'na kıyamayıp tonlarca paraya kıyan Cüneyt Arkın, Coca Cola ve ilaç reklamına neden 'evet' dedi?
Cevap, sonraki yıllarda yaşanan büyük Cüneyt Arkın trajedisinde saklıydı. Yaş yetmişe vurmuştu. Ama çalışmak zorundaydım. Asıl şimdi Cüneyt Arkın'ın o büyük, yakıcı, acıklı trajedisini yaşıyordum. Baştan aşağı perişan, lime lime dökülen ruhu, ölmüş, yüreği bezgin, yaşlı, bitip tükenen, ölürcesine yorgun, eskimiş, yıpranmış, sararıp solmuş, artık bakılma gereği duyulmayan, bu yüzden buruşturulup çöp tenekesine atılan eski bir resim gibiydim.
Nasıl yeniden ayağa kalkacak, yeni savaşlara korkusuzca atılacaktım? O cesareti nereden bulacaktım? Parmağımı kıpırdatacak halim kalmamıştı. Öylesine bitmiştim. Gelecek kaygısıyla ölüp ölüp diriliyordum. Çocukluğumun, gençliğimin perişan, yoksul, aç günleri rüyalarıma giriyordu.
Benim kuşağım şöhret ve parayı bilememişti. Bu yüzden hiçbirimizin gelecek için birikmiş parası yoktu. Benim tehlikeli filmleri yüz elli bin liraya çektiğim dönemlerde Arabeskçiler milyonlar alıyordu. Cüneyt Arkın'ın enkazını yaşarken, bir ilçe belediyesinin İstanbul'un fethi dolayısıyla düzenleyeceği şenlikte beyaz atın üstünde şehre giren Fatih'i canlandırmam istendi. At küçük de olsa bir umut, bir gayretti. Beyaz ata binip kalabalığın önünde şehre girdim. İşte o gün yeniden savaşçı ruhumu kazandım.
Cüneyt Arkın, Türk halkının milli bir değeriydi. Türk halkını bölecek tüm faşist teklifleri reddedip civanmertliğini ortaya koyarken Türklük mefkûresinin zelil edildiği bir dönemde halka izzet-i nefsini ve itibarını yeniden iade etmişti.
*Daha ayrıntılı bir okuma için Cüneyt Arkın'ın "Adını Unutan Adam" ve Fakir Gencin Hikâyesi eserleri incelenebilir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish