Geçtiğimiz hafta Birleşik Krallık'ta Kraliçe II. Elizabeth'in tahta çıkışının 70. yıldönümünü dört gün süren törenlerle kutlandı.
Kraliçe Elizabeth 1952 Şubat ayında kraliçe olduğunda, daha sonra bağımsızlığını kazanacak 17 Afrika ülkesi Birleşik Krallık'ın sömürgesi altında bulunuyordu.
Dahası Kraliçe Elizabeth, babasının öldüğünü ve varisi olarak tahta kendisinin çıkacağını Kenya seyahati sırasında öğrenmiş ve apar topar Londra'ya dönmüştü.
Bugün saygıyla anılıyor olmakla birlikte, bir bütün olarak imparatorluk tarihi, özelde de Kraliçe Elizabeth'in tahtta olduğu 70 yıllık süre, gurur duyulacak yanlarıyla birlikte görmezden gelinemeyecek hatalar içeriyor.
Bu bağlamda aralarında en az iki asırlık zaman farkı bulunmakla birlikte 1800'lerin başına kadar devam eden köle ticareti ve akabinde bu ticaretin yasaklanması ile Johnson hükümetinin mültecileri Ruanda'ya gönderme kararı arasında bir bağ bulunuyor.
İngiliz tüccarlar Afrika'nın batı sahillerine ilk olarak Portekizlileri takiben 15'inci yüzyılın ortalarında ulaştılar. Ancak, asıl ticari ilişkiler yaklaşık yüz yıl sonra; yani 16'ncı yüzyılın ortalarında gerçekleşti.
Köle ticareti de Avrupalıların kıtaya ulaşmasıyla neredeyse eş zamanlı olarak başlamış olmakla birlikte İngiliz kraliyet ailesinin bu alana ilgisi ve rolü yaklaşık 17'nci yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıktı.
İngiliz iç savaşının ardından 1651-1660 yılları arasını Fransa, İspanya ve Hollanda'da sürgünde geçiren Kral İkinci Charles, bu ülkelerin tüccarlarının köle ticaretinden elde ettikleri zenginlikleri yakından müşahede etti.
Ülkesine dönüp tahta oturmasının ardından 1663 yılında kraliyet fermanıyla Afrika'dan Amerika'ya köle ticareti yapacak bir şirket kurdu.
Bu tarihten itibaren İngiliz İmparatorluğu, köle ticaretinin yine kendisi tarafından kaldırıldığı 1808 yılına kadar milyonlarca Afrikalının köleleştirilerek Atlantik'in diğer yakasına taşınmasında başat rol oynayan ülkelerden biri oldu.
Ancak, 1772 yılında İngiliz bir hâkimin kölelik karşıtı karar almasının ardından şartlar değişmeye başladı.
Söz konusu mahkeme kararıyla özgürlüğüne kavuşan 'Londra'nın siyahi yoksulları' olarak adlandırılan yaklaşık 400 kişi 1787 yılında bir gemiyle Sierra Leone'ye gönderildi.
Bu girişimin ön planında samimi olarak eski kölelere yardım etmek isteyen ve bu vesileyle de 'kara' kıtada bir Hristiyanlık ve 'medeniyet' merkezi kurmak isteyen dönemin insan hakları savunucuları bulunuyordu.
Ancak Londra sokaklarında istenmeyen bu kişileri imparatorluğun merkezinden defetmek isteyenler de vardı.
Nitekim dönemin İngiliz hükümeti, gerekli fizibilite ve planlamanın yapılmadığını bilmesine rağmen siyahilerin Sierra Leone'ye taşınmasına finansman desteği sağlamıştı.
400 kişilik ilk kafilenin çok büyük bir kısmı takip eden birkaç yıl içerisinde hastalık, barınma ve gıda yetersizliği nedeniyle hayatını kaybedecekti.
Ardından İmparatorluk, Amerika'nın bağımsızlık savaşında İngiliz saflarında savaşmaları karşılığında özgürlük vadettiği ve savaşın kaybedilmesinin ardından İngiltere'ye götürmek yerine Kanada'ya yerleştirdiği 1200 kişilik eski köle grubunu gemilerle Sierra Leone'ye taşıdı.
İngiliz insan hakları savunucularının gayretleriyle Birleşik Krallık 1808'de, Afrika için insani, toplumsal ve ekonomik en büyük yıkım olan köle ticaretini yasakladı.
Sözkonusu yasağın diğer ülkelerin köle tacirlerin için de uygulanması, Amerika kıtasındaki sömürgelerinin önemli bir kısmını kaybeden İngilizlerin diğer sömürgeci güçlerin köle emeğini kullanarak ticari ve ekonomik avantaj elde etmesinin engellemesini de sonuç verecekti.
Bu tarihten itibaren Atlantik okyanusunda yakalanan köle ticaret gemilerindeki Afrikalılar 1850'li yıllara kadar Sierra Leone'ye yerleştirildi.
1885 yılından itibaren Birleşik Krallık, Avrupalı diğer güçler gibi kıtada sömürgeler tesis etti.
Kenya, Zimbabve ve Güney Afrika'da nüfusu beyazlardan oluşan yerleşimci koloniler kuruldu. Sömürgelerde çıkan isyanlar bir daha cesaret edilememesi için şiddetle bastırıldı.
Örneğin 1952-1960 yılları arasında Kenya'daki Mau Mau isyanı sırasında on binlerce kişi öldürüldü.
Kurbanların önemli bir kısmı, yakalandıktan sonra maruz bırakıldıkları gayri insani şartlar nedeniyle hayatını kaybetti.
Afrika ülkelerinin bağımsızlıklarını kazanmalarının ardından kıta ile Britanya adası arasındaki göç hareketleri tersine döndü.
Sömürgecilik döneminde İngilizler kıtada yerleşip sömürge yönetimleri kurarken, 1960 sonrasında Afrika ülkelerinden İngiltere'ye göçler başladı.
Bu dönüşümün temelleri Birleşik Krallık'ın İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ortaya çıkan istihdam açığını kapatmak üzere sömürgelerinde yaşayanlara 1948 yılında İngiliz vatandaşlığı, seyahat ve çalışma hakkı tanıyan yasayla atıldı.
İşgücü ihtiyacının azalmasının ardından 1960'lı yıllarda yasa değişikliğine gidilerek beyaz olmayanların ülkeye girişi kısıtlandı.
1997-2010 yılları arasındaki İşçi Partisi hükümetlerinde İngiltere'nin Afrika'ya yaklaşımında insani yardımlar ön plandaydı ve 'reelpolitik'in nispeten ikinci planda kaldığı müşahede edildi.
Ancak 2010 yılında Muhafazakar Parti'nin iktidar olmasıyla göçmen karşıtı politikalar belirginleşti.
Seçimleri kazanmasının ardından Muhafazakar Parti hükümeti, ülkeye giren göçmen sayısını 100 binde sınırlandırmayı hedeflediğini ilan etti.
2014 yılında kabul edilen göç kanunu ile kaçak olarak ülkeye gelmiş veya yasal statüsünü kaybetmiş olanların ev kiralamalarını, sürücü belgesi almalarını ve banka hesabı açmalarını engelleyecek düzenlemeler hayata geçirildi.
2016 yılındaki değişiklik ile bu hizmetleri sağlayan kişi ve kurumlara düzensiz göçmenleri hükümete bildirme yükümlülüğü getirildi.
Göçmenlik karşıtı politikalar Birleşik Krallık'ın Avrupa Birliği'nden çıkmasının da temel gerekçeleri arasındaydı.
Aralarında mevcut Başbakan Boris Johnson'un da bulunduğu Brexit taraftarları AB'den ayrılmayı halka göçmen karşıtı söylemlerle pazarladı.
Birleşik Krallık'ın göç karşıtı politikalarının önemli bir bileşenini de özellikle Afrika ülkelerine yönelik katı vize uygulamaları oluşturuyor.
Bu minvalde 2007 yılından itibaren kıta ülkelerindeki birçok vize başvuru merkezi kapatıldı.
2020 yılı itibariyle aralarında Benin, Çad, Gabon ve Mali'nin de bulunduğu 24 Afrika ülkesinde Birleşik Krallık vizesine başvurmak mümkün değil.
Bahse konu 24 ülkenin vatandaşları İngiltere vizesi için komşu başka bir ülkeye şahsen giderek başvuru yapmak durumunda.
Örneğin Moritanya vatandaşı birisinin İngiliz vizesi başvurusu için 2500 km ötedeki Fas'ın başkenti Rabat'a seyahat etmesi gerekiyor.
Bunun için de öncelikle Fas vizesi alması icap ediyor. Dahası, vize başvuru merkezlerinin başvuruları değerlendirip karara bağlama yetkileri bulunmuyor.
Bu işlemi 1,3 milyar insan için sadece iki merkez yapıyor ve bu merkezler İngiliz hükümetinden aldığı ihaleyle özel bir kuruluş tarafından işletiliyor.
Hükümetin Afrika ülkelerine yönelik gittikçe sertleşen vize politikaları Lordlar Kamarası tarafından 2020 Temmuz ayında yayınlanan kapsamlı Sahra-altı Afrika raporunda eleştirilmiş ve vize uygulamalarının insan onuruyla bağdaşmadığı ifade edilmişti.
Ancak hükümetin rapora verdiği yanıtta vize uygulamalarında bir sorun görülmediği kaydedildi.
Afrika ülkelerine yönelik göç ve vize konularındaki ayrımcı uygulamalara gün geçtikçe yenileri ekleniyor.
Kovid-19 salgınında değişik varyantların ortaya çıktığı dönemde bu varyantların hiç görülmediği Afrika ülkelerinin dahi seyahat yasağı listelerine alınması, yetenekli üniversite mezunlarına Birleşik Krallık'ta iki yıl süreyle kalma imkânı tanıyan uygulamaya 54 Afrika ülkesinden hiçbir üniversitenin dahil edilmemesi ve İngiliz İçişleri Bakanlığı'na ilgili kişiye haber vermeksizin ve yasal süreçler işletilmeden vatandaşlıktan çıkarma yetkisi veren kanun tasarısı bunlardan sadece birkaçı.
Ancak daha vahimi, geçtiğimiz nisan ayında imzalanan bir anlaşma çerçevesinde İngiltere'ye yasadışı yollardan giren sığınmacıların Ruanda'ya gönderilecek olması.
Başbakan Boris Johnson 14 Nisan 2022 tarihinde yaptığı konuşmada 2022 yılı başından bu yana ve önümüzdeki dönemde Britanya adasına yasadışı yollardan giren/girecek sığınmacıların geldikleri ülkelere veya Ruanda'ya gönderileceğini, vatandaşını almak istemeyen ülkelere yönelik vize yaptırımları uygulanacağını ifade etti.
2021 yılı içerisinde yaklaşık 28 bin sığınmacının Fransa, Belçika ve Hollanda'dan İngiltere'ye geçtiği tahmin ediliyor. Henüz yasal çerçevesi tamamlanmamış olmakla birlikte Ruanda'ya gönderilecek sığınmacılar başvuruları kabul edilse dahi burada kalmaya devam edecek.
Sığınmacıların iaşe-ibate ve entegrasyonu için Ruanda hükümetine 160 milyon dolar tutarında ön ödeme yapılmış durumda.
Adına göç ve ekonomik kalkınma ortaklığı denilse de özünde 'mülteci ticareti' olan bu anlaşma ile Birleşik Krallık, katı vize uygulamalarındakine benzer şekilde önemli bir kısmını Afrika ülkelerinden gelenlerin oluşturduğu sığınmacıların ülkeye gelmeye dahi cesaret edememesini hedefliyor.
Her halükârda buna yeltenenleri ise insan hakları konusunda İngiltere'nin dahi eleştirdiği Ruanda'ya göndererek cezalandırmayı planlıyor.
Uluslararası insan hakları hukukunun lafzına olmasa da ruhuna aykırı olan bu anlaşmanın önemli insan hakları ihlalleri ortaya çıkarabileceği yönünde ciddi uyarılar var.
Ancak İngiliz Yüksek Mahkemesi mültecilerin Ruanda'ya gönderilmesine 10 Haziran Cuma günü itibariyle izin verdi.
Öte yandan, politik olarak zor durumda bulunan Boris Johnson ve hükümetinin bu anlaşmayı gündem değiştirmek ve rahat bir nefes almak amacıyla ortaya attığı şeklinde yorumlar var.
Ancak Muhafazakar Parti'nin son 12 yıllık göç ve göçmenler konusundaki karnesine baktığımızda bu adımın günü kurtarmaya yönelik politik bir kurnazlıktan ziyade, ülkenin uzun vadeli göç politikaları çerçevesinde alınmış bir karar olduğu anlaşılıyor.
Dolayısıyla, 2021 yılı mayıs ayında açıklanan Bütüncül Stratejik Gözden Geçirme Belgesi'nde kayıtlı özgürlükler ve insan haklarının savunulacağı hedefi, Birleşik Krallık'ın gittikçe katılaşan göç politikalarıyla tezat teşkil ediyor.
Başbakan Johnson'un geçmişte Afrikalılar ve diğer 'beyaz olmayan' halklar hakkında sarf ettiği ırkçı sözler Birleşik Krallık'ta -en azından mevcut yönetim düzeyinde- köle ticareti yıllarından günümüze kıtaya bakış açısında pek ilerleme kaydedilemediğine işaret ediyor.
Bu minvalde anılan strateji belgesinde kayıtlı "yumuşak güç süper gücü" (soft power super power) olma hedefine ulaşabilmesi ve kendisine layık gördüğü 'erdemli güç' vasfını hak edebilmesi için, köle ticaretinin kaldırılmasında olduğu gibi ilkeli bir tavır sergilemesi, böylece insan, göçmen ve mülteci hakları konusundaki geçmiş kazanımları aşındırmak yerine bu hakların geliştirilmesi konusunda uluslararası topluma önayak olması gerekiyor.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish