İstanbul köyleri: Kalmanın gitmek kadar zor olduğu adres; Paşabahçe

Sıra sıra ahşap evler dizilmiş, etraf alabildiğine yeşille çevrili. Marmara’nın mavisiyle göğün mavisi birbirine karışmış. Rum’u Türk’ü bir ev, herkes “huzur” ile yaşarmış. İşte o köyden götürdüler Tanaş Bey’in babasını

Defter, kalem elimde hikâyeyi başlatmak için bir çıkış noktası arıyorum. Aklımda gidip geliyor o sözler. Silkeliyorum kendimi, unutmak istiyorum. Bırakıyorum kalemi, defteri. Vazgeçiyorum yazmaktan. Geçip içeriye uyuyacağım. Bu gecenin başka çıkış noktası yok. Gömüyorum kafamı yastığa. Kulağımda bu defa o sözler. Dönüyorum sağıma, dönüyorum soluma… Sırtımdan vurup, dürtüyor bu sefer. Uyutmuyor, inatlaşıyoruz bütün gece boyunca. Yeniden ve yeniden tekrarlanıyor. Odada yankılanıyor bütün sözler. Bağırıyorum, "ben bir köy hikayesi yazacağım" diye. Karşıma dikiliyor bu defa o sözler. Birleşiyor bir insan siluetine dönüşüyorlar. Hayalet dedikleri bu olsa gerek. Dikilip duruyor tüm gece karşımda. "Nesin sen" diye soruyorum. "Vicdanınım" diye sesleniyor:

"Hadi dön sırtını bana. Yarın uyan, yaz bugün yalnızca bir adı kalan köyün hikayesini…"

İnanır mısınız vicdanım konuşuyor benimle. Hatta hesaplaşıyor. Dikkatlice bakıyorum ona. Hatta tanıyor gibiyim. Evet, tanıyorum. Zenginis. Benim ihtiyar dostum. Yine ne güzel gülüyor bana. "Hadi gel yürüyelim Melike Hanım" diyor her zaman ki naif edasıyla. Nasıl gitmem. Kalkıyorum, yanına gidiyorum. Değişiyor sureti. Başka birisi geliyor. Onu tanımıyorum. Parmağı ile karşısını işaret ediyor. Karşımda ahşap, kahverengi bir yalı. "Bu evi Laki göstermişti bana" diyorum. Yüzünde hınzırca bir gülümse beliriyor. Biliyorum ben bu hali. "Vasil Bey misiniz" diye soruyorum şaşkınlıkla. "Hadi gidelim" diyor yalnızca. Gidiyoruz bana öncülük ediyor. Yürüdükçe adımları değişiyor. Vasil Bey değil bu. Koşar gibi, darmadağınık yürüyor, arkasından tanımıyorum. "Dur" diye bağırıyorum. "Durmak olmaz" diyor. Duruyorum. O an tanıyorum onu. Niko. Geriye dönüyor, tutuyor elimden "durmak olmaz" diyor yine. Bırakmıyor elimi. Bir bahçeye getiriyor beni. Yemyeşil çiçeklerle bezeli bir bahçe. Ortada masada bir adam bekliyor. Geldim ben buraya. Paşabahçe burası. Kaçmak istiyorum, Niko kesiyor yolumu. Kapıya bakıyorum, duvar olmuş. Masadan kalkan adam yanaşıyor yanıma. Tanaş Bey… Yine tekrarlıyor o sözleri: "Babamı götürdüler."

Size bugün yeni bir hikâye anlatıyorum burada. Bir köy hikâyesi… Acılarını bahçelerine gömen, hüznünü denizde boğan, hatıralarını bugün bir başına kalmış ahşap Rum evinin kapısının ardında saklayan köyün hikâyesini anlatıyorum.

tanaş bey melike.jpeg
Tanaş Bey ve Melike Çapan

 

O evde doğdu Tanaş Bey. 1938 yılının Eylül ayının 20'inci gününde. Evin en büyük oğluydu. Küçük kardeşi ile beraber büyüdü o köyün sokaklarında. İlkokulu Kandilli'de okudular. Ulaşım imkânları yoktu. Her sabah tüm mahallenin çocuklarıyla birlikte Paşabahçe'den bindikleri vapurla Kandilli'ye geçerlermiş. Oradan da yokuş yukarı okulun yolunu tutarlarmış. Daha sonra ortaokul çağına geldiklerinde Yeniköy'de devam ediyorlar eğitimlerine. Çünkü Kandilli sadece dördüncü sınıfa kadar eğitim veriyormuş. Her gün okula gidebilmek için İstanbul'un bir kıyısından öteki kıyısına gider gelirmiş köyün çocukları.

"Paşabahçe'de oyunlarla geçerdi zaman" diye anlatıyor Tanaş Bey. Rum ve Türk çocuklar… Kimse kimsenin inancını, milletini sorgulamadan aynı bahçe içinde koşturdukları, birlikte sevindikleri, birlikte oynadıkları Mektep Çayırı'nda, kilisenin bahçesinde geçen zamanlar…

O anları anlatırken bana, yüzünde çocuk mutluluğunu gördüm Tanaş Bey'in. Belli o zamanlarından kalmış bu masum gülüş yüzünde.

"Şimdi o Mektep Çayırı'nda siteler doldu. Bilye oynardık, top, çelik çomak oynardık"

Ağzından çıkan bu sözlere inanmak istemezcesine kuruyor cümlelerini. Yüzündeki hayal kırıklığını gizleyemiyor ama hemen silip atıyor, o çocuksu gülüşünü takınarak anlatıyor:

"Herkes tanıdıktı, yabancılık yoktu. Herkesin vapurda yeri vardı. Biz, 19 öğrenci gittik üniversiteye bu köyden. Hepimiz aynı vapurla geçerdik. Bizim ayrı bir köşemiz vardı. Herkesin koltuğu belliydi."

"Babamı götürdüler"

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Sıra sıra ahşap evler dizilmiş, etraf alabildiğine yeşille çevrili. Marmara'nın mavisiyle göğün mavisi birbirine karışmış. Karşı kıyıdan, babaannesinin köyünden yanan ışıklar selamlıyor her akşam bu köyü. Babası o köyde bakkaldı Tanaş Bey'in. O bakkal bütün ailenin ekmek kapısıydı. Önce 20 Kur'a Nafia askeri olarak alındı babası. Çok geçmedi arkasından Varlık Vergisi'nin mükellefi oldu ailesi. "Bin 500 lira taksit ödüyordu. Çok zorlandı" diye anlatıyor o günleri.

Belli, 1942 en büyük yarası. Her bir anı mıh gibi kazınmış çocuk aklına. Hiç atlamadan anlatıyor:

"Bizim eve geleceklerini öğrendiğimiz de o gece annem mühim gördüklerini bir sandığa kaldırdı. Karşıda zangocun evine taşıdık gece vakti. Sonra eve geldiklerinde kanepeler dahil ne varsa bir odaya topladılar, o odanın kapısını mühürlediler. Mezata koydular eşyalarımızı.

Ödeyemedi babam taksitini. Bir gün Pazar ayinindeydik. Bittikten sonra çıktım. Babamı yanında birileri var. Fotoğraf karesi gibi dondu o an aklımda. Üzerinde bir süveter vardı çıkartıyordu. Babama bakıyordum. Sonra bir tanıdık kucaklayıp beni eve götürdü. Çok geçmeden annemler geldi. ‘Babanızı götürdüler' dedi. Götürdüler babamı Melike Hanım."

tanaş bey melike sandık.jpeg
Melike Çapan ve Tanaş Bey

 

Sirkeci'de bir kampa koyulduğunu hatırlıyor Tanaş Bey. Annesi ile haftada iki o kampa babasını görmeyi gittiğinden bahsediyor:

"Ranzalar vardı iki katlı. Gelen çocuklarla oynardık hep birlikte. O ranzaların üzerine çıkardık. Sevkiyat olacağı zaman bizleri dışarı çıkartılardı. Herkes çocukları omzuna alırdı. Çocuklar duvarların üzerinden babaları, dedeleri Aşkale'ye gidiyor mu diye bakardı."

Bir annenin omzundaki ne büyük yüktür o. Bir çocuğun kalbindeki en büyük acıdır. Tanaş Bey o omuzlardaki çocuklar arasındaki en şanslısıydı belki de. Babası Aşkale'ye gitmemişti. Annesi ne kadar ziyneti varsa satmıştı. Nihayetinde babasını o kamptan kurtarmışlardı. Ancak o bakkal dükkânı bir daha açılamadı.

En baştan, sıfırdan bir kez daha başladılar. Ev yeniden kurudu. Babası bir kahvenin işletmesini aldı zamanla. Artık Tanaş Bey de büyümüştü. Çalıştı, ailesinin geçimine o da katkı sağladı. Okuldan kalan zamanlarında Beyoğlu'nda bir züccaciyede çalıştı. Bir daha gelmez denilen zor zamanlar yine kapıdaydı.

6-7 Eylül o köyü de yıkıp dökmüştü. "Evlere dokunulmadı" diyor Tanaş Bey ama tüm dükkânların camının çerçevesinin kırıldığını, kullanılmaz hale geldiğini söylüyor:

"O gün tüm dükkânlar kırılmıştı. Babam eve geldi. ‘Tamam artık sıra bize geldi' dedi. Bütün cam, çerçeve, bardak fincan her şey kırılmıştı. Ben de "üzülme gider İstanbul'dan alırım yenilerini" dedim. Nereden bileyim İstanbul daha fenaymış. Köyde ne kadar kırılan cam varsa hepsini Paşabahçe Cam Fabrikası yaptı yeniden. Bütün zararları karşıladı."

Paşabahçe'deki yalnızlık

Tanaş Bey'in güzellikler kadar acılarla dolu hatıraları var bu köyde. O acılarını çoktan gömmüş toprağa. Geçmişini geleceği barıştırmış. Herkes bırakıp gitmiş zamanla. Kimseler kalmamış Paşabahçe'de. Bir Tanaş Bey bırakamamış evini yurdunu.

"Kalan tek Rum benim" diyor Tanaş Bey. En yakın arkadaşları Alaattin ile İzzet de gitmiş. Köyün eski tadı olmasa bile vazgeçmiyor, hatıralarına sarılıyor.

Bir köy hikâyesi anlattım sizlere. İstanbul'un bir kıyısında mavi ile yeşilin iç içe girdiği bir köy. Bugün bir başına kalan bir Rum  evinin köyünü… Tanaş Bey'in babasını götürdükleri köyü… Sırtımı dönüp "ah ne güzel de insanlar yaşardı burada" diye anlatmak istesem de olmadı. Şimdi duvar yeniden kapı oldu. Ben çıkıyorum o kapıdan. Çubuklu'dan bir feribota biniyoruz. Yanımda Laki, arkamızda dostlarımız. Biraz sonra başka bir köye yanaşacağız. Laki parmağı ile bir yalıyı işaret ediyor. Vasil Bey'i selamlıyoruz hep birlikte.

Yazdığım hiçbir hikâye kolay değildi. Çünkü hepsi gitmek ile kalmanın yaralarını sarmak için geçirmişti ömrünü. Ama barışmıştı geçmiş gelecekle ama küstü hala…

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU