Resmi kayıtlara göre 23 Nisan 1923 tarihinde Diyarbakır'ın Suriçi ilçesinde dünyaya geldi.
Gerçek adı Ahmet Hamdi Önal'dı.
Anadolu'da haksızlığa uğramış her insan teki için; romanda Yaşar Kemal, sinemada Yılmaz Güney neyi temsil ettiyse Ahmed Arif de şiirde o anlamı temsil etmekteydi.
Elbette böyle bir şair tesadüfen ortaya çıkmamıştı. Ahmed Arif'in ailesi, yiğitliği ve kahramanlığı ile bilinen nice Osmanlı Paşası ve din âlimini ihtiva eden bir aileydi.
Söz gelimi anne tarafından dedesi, İmam Yahya Abdülkadir'in savaş zamanında her imamın cesaret edemeyeceği fetvasını Ahmed Arif, şu sözlerle anlatır;
Kafkas'tan Okyanusa kadar onun adının anıldığı yerde düşmanın korkudan dudağı yarılır. Verdiği bir fetva, ilginç olmaktan da öte bir cesaret, bir başkaldırı örneğidir. Bilindiği gibi ülkeleri dşüman işgalindeyken Müslümanların cuma namazı kılmaları yasaktır. Dedem verdiği fetvada yalnız cuma namazını değil, bütün namazları yasaklarken Allah katında en makbul ibadetin düşmanla savaşmak olduğunu kesin bir dille ilan eder.
(Ziya Şeker- Ahmed Arif ve Şiirini Besleyen Kaynaklar)
Övünülecek sayısız atası olmasına rağmen şairimiz, her kişinin karakterini kendi istidadına göre şekillendiğini babasından şu sözlerle dinlediğini ifade eder;
Oğlum, benim dedelerim hep paşa idi. Mahmut Remzi Paşa, Şatır Paşa, şu paşa, bu paşa... Ama bana sorarsan hiçbiri soylu değil oğlum. Soyluluk babadan oğula geçmez. Soyluluk insanın kendisinde, davranışındadır. Şimdi sen de biliyorsun, senin kirvelerin arasında soylu aileler vardır ama bütün kardeşler birbirine benzer mi? Orasını sana bırakıyorum.
Eğer soyluluk anadan doğma olsaydı ne İsa, ne Muhammed peygamber olamazdı. Dikkat edersen onlar yoksuldur, yetimdir, kimsesizdir, çobandır. Bu, tesadüfen oluşmuş bir gerçek değil. Her zaman için soylu olan varlık, halkın kendisidir evladım. Hangi milletten olursa olsun, hor görmeyeceksin. Halk daima saygı duymayı, sevgi duymayı hak eder.(Refik Durbaş- Kalbim Dinamit Kuyusu)
Ahmed Arif, çeşitli okullarda ilk eğitimlerini tamamladıktan sonra ufkunu açacak ve kişiliği üzerinde de önemli değişimlere sebep olacak Afyon Lisesi'ne kaydını yaptırdı.
Burada özellikle edebiyata büyük ilgi duymaya başladı. Bunun yanında diğer alanlarda da birçok başarılı hocadan dersler aldı.
Ahmed Arif, Afyon Lisesi yıllarını ironi ile şöyle örneklendirir;
Bütün okul hayatımda tanıdığım en yetenekli, en yiğit, en mert, en bilgili adamlar bu lisedeydi. Bir Cemal Hoca vardı, Cemal Tanaç. Matematik dersine gelirdi. Onun hanımı vardı, Mevhibe Hanım. Bütün sınıf âşıktık ona. Dünya güzeliydi. Taparcasına seviyorduk. Dokuz alırsak onurumuz kırılırdı. O kadar çok çalışırdık. Cemal Hoca hepimizi Teknik Üniversiteye gidecekmişiz gibi çalıştırırdı. (Age.)
İlk aşk ve kavga
Ahmed Arif, aşkı tüm benliği ile yaşayan bir şairdir.
Afyon yıllarında Melike isimli bir kıza gönlünü kaptırır. Onun Melike'ye duyduğu ilgi herkesçe malum olunca kızın babası Melike'yi Kütahya'ya göndermek için trene bindirir.
Tren kısa bir süre hareket ettikten sonra durur; çünkü genç Ahmed Arif treni durdurmuştur.
Onun bu sindirilemeyen cesareti dizelerine de yansıyacaktı.
Ahmed Arif, bu kavgacı yanını siyasi fikirlerini ifade etmekten çekinmeyen yanıyla da orta koyacaktı.
Bu tavır evvela kariyerine zarar verdi; çünkü Dışişleri Bakanlığı sınavlarını kazanmasına rağmen gözaltına alınması sebebiyle ataması yapılmadı. Sonrasında Merkez Bankası'nda bir işe girse de orada da barınamayacaktı.
Ahmed Arif, artık hayatta kalabilmek adına inşaattan muhasebeciliğe kadar bulduğu her işi yapmaya çalışacaktı.
Sansaryan Hanı'nda 128 gün
Ahmed Arif, '33 Kurşun' şiirini yazdıktan sonra 1952'de tutuklandı.
Önce mahpus sonra da sürgün oldu.
Ahmed Arif, Sansaryan Hanı'nda kaldığı 128 günde son derece acımasız işkencelere maruz kaldı.
İşkenceciler hıncını alamamış olacak ki Ahmed Arif'in tüm direncini kırmak için babasının öldüğüne dair bir telgraf verdi.
Artık işkence ve kötü haberlerden dayanacak gücü kalmayan Ahmed Arif, delirmektensen ölmeyi tercih etti. Bileklerini keserek intihara teşebbüs etti.
Neyse ki bu teşebbüs akim kaldı.
Ahmed Arif, Sansaryan Hanı'ndaki günlerini şu sözlerle anlatacaktı;
Küçük sudan başka bir şey yok. Çünkü bana günde bir çeyrek ekmek veriyorlardı. O da kuru bir şeydi. Bir lokma bile yiyemiyordum. O nedenle sadece su içiyordum.Sakalım göğsüme gelmişti. Saçlarım keçe gibi olmuştu. Kendimi merak ediyordum.
Küçük bir kibrit parçası buldum. Bir çöp. Onunla duvara çizgiler çizdim. Böylece bir takvim yaptım kendime. Şimdi kesin söyleyemeyeceğim ama 128 gün saydım. Bulunduğum yerde güneş doğmuyordu devamlı elektrik yanıyordu o da çok kısık. (Age.)
Tüm bu işkenceler ve mahpuslukla geçen yıllar, Türk edebiyatının en güçlü sesini de boğmayı başardı.
Tüm şiirlerini 28 yaşına kadar kaleme alan Ahmed Arif işkencelerden sonra 40 yıl kalem oynatamaz oldu.
Aslında yazamıyor da değil, asıl sorun bunu kimseyle paylaşamıyordu.
Ahmed Arif bu durumu şu sözlerle anlatacaktı:
Var… Yeni şiirler yazdım, yazıyorum… Ama yayınlamıyorum… Yaz, sakla, aktar, gizle… Çoğu kafamda… Sansaryan Hanın dokuz numaralı hücresini donattım… Çoğu kafamda.
Sansaryan Hanı'ndaki zalimler memleketin en güzide sesini susturmuştu. Koca Ahmed Arif başına iş açılır diye şiir yazamıyordu.
Sansaryan Hanı'ndaki günlerini Durbaş'a Fuzuli'nin;
Ne yanar kimse bana ateşi dilden özge
Ne açar kimse kapım bâdı sabadan gayrı.
Dizelerini örnek verdikten sonra şöyle tasvir edecekti:
Benim orada bâdı saba bile olmazdı. Çünkü kapalı bir yer, zincirliydi. Adı üstünde hücre ancak bir somya sığıyor. Onun da önünde otuz santimetre bir boşluk ya var, ya yok ve duvarlar… Duvarlarda kan lekeleri… Tahtakurusu lekeleri… Bunların arasında da isimler vardı. (age.)
Ahmed Arif, hayatı boyunca halktan hiç kopmadı. Dertlerini sorunlarını anlattığı halkın kendisini sevip teveccüh etmesi ise en büyük tutkusuydu.
O, bu durumu şu sözlerle anlatacaktı;
Erken kalkarım yürürüm. Çocuklar uykudan uyanırlar. İşte süt alırım, ekmek alırım, evin günlük ihtiyaçları yani... Sonra Filinta okula gider. Onu öper, uğurlarım. Kahveye, meyhaneye gidemem. Sigara dumanından rahatsız olurum çünkü. Hasta değilken de öyleydi. Yani o sigara kokusundan hoşlanmıyorum.
Bir de benim hak etmediğim bir şey var çevremde. Komşular olsun, esnaf olsun, çeşitli mesleklerden arkadaşların abisiyim ben. O hoşuma gidiyor. Biraz daha yaşarsam galiba bütün Türkiye'nin abisi olacağım.
İşte benim için rütbe mi dersiniz, mertebe mi dersiniz, şan şeref mi dersiniz; benim için odur, Ahmet Abisi olmak bir halkın. Başka bir Geyim yok. Başından beri bu kalenderliğim var, ta çocukluğumdan beri... (age.)
Ahmed Arif, şiiri kadar şahsiyeti ile de öne çıkan ve sembol olan bir isimdi. O, bu karakteristik özelliğini çocukluğundan beri üzerinde taşıyordu.
Anam elime reçelli ekmek verir sokağa salardı. Ben başka çocukların elinde kara ekmek, kepeli ekmek görürdüm. Kendiminkini paylaşırdım. Anam 'Tüm mahalleyi sen mi besleyeceksin' dediğinde babam kızardı: 'Bırak, çocuğun yaradılışı böyle' derdi.
(Zeynep Oral- Ahmed Arif ile konuşmalar)
Onu bu denli büyük yapan unsurlardan birisi de kibrin adının dahi mahallesine uğramamış olmasıydı. Bu nedenle her biri yürüyen bir kibir putu olan politikacılar ve bürokratların Ahmed Arif'in dünyasında hiç mi hiç yeri yoktu.
İnce düşünceliydi; birinin, hiç kimsenin ayırdına varamayacağı bir davranıştan alınır, onu anında defterinden siler. Ahmed Arif'in birinden tiksinmesi için Ahmed'e Ahmet demesi yeterlidir.
Ona bir der 'bey' ekleyenden, bir daha yüzüne bakmamacasına nefret eder. Ahmed Arif, bürokrattan, politikacıdan hoşlanmaz. Yazarlar, şairler politikaya bulaşmışlarsa, Ahmed Arif'in dilinden kaçacak delik aramalıydılar.(Refik Durbaş- Kalbim Dinamit Kuyusu)
Ahmed Arif'e göre Edirne'den Hakkâri'ye; çiftçiden esnafa kadar insanın tanımı şu şekildeydi;
Hepimiz insanız. İnsan olduğumuz için de onur ve haysiyetimize yaraşır bir şekilde yaşamalıyız. Edirne'den Hakkâri'ye dek tüm ülkemin insanları mutlu olsalar bile, ben kendimi yine mutlu biri olarak göremem. Çünkü bu kez gönlüm insanca yaşamanın kavgasını veren Kızıldereli ve zencilerin yanında olur. Kendimi bu kez onlardan biri olarak görürüm.
Ahmed Arif'i ve şiirini anlatmak için cilt cilt kitaplar yetersiz kalacaktır.
O, kaldırım taşı büyüklüğünde bir yakuttu; ama mafyanın, çetelerin ve eşkıyaların devleti esir aldığı bir sırada türlü işkencelerle sustu/ruldu.
Ardında bıraktığı dizeler dahi Türk edebiyatının en büyükleri arasına girmesine yetti. 2 Haziran 1991'de ansızın bir kalp krizi sonucu ansızın ölecekti.
Tıpkı dizelerinde betimlediği gibi;
Ölüm bu,
Fukara ölümü
Geldim, geliyorum demez.
Ya bir kuşluk vakti, ya akşamüstü,
Ya da seher, mahmurlukta,
Bakarsın, olmuş olacak.
*Daha ayrıntılı bir okuma için Refik Durbaş'ın Kalbim Dinamit Kuyusu isimli eseri incelenebilir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish