Dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 15'ini oluşturan 1 milyardan fazla kişide engellilik durumu bulunuyor. Birleşmiş Milletler (BM) Engellilerin Haklarına İlişkin Sözleşmenin 2006'da onaylanan metni ile engelli bireylerin insan haklarını geliştirmek, korumak ve bu haklardan tam ve eşit biçimde yararlanmalarını sağlamak ve ayrıca doğuştan gelen insanlık onurlarına saygıyı güçlendirmek amaçlanıyor. BM tarafından 1992 yılında "Dünya Engelliler Günü" olarak kabul edilen 3 Aralık gününde, engelli olarak tanımlanan bireylerin haklarına, sorunlarına dikkat çekmek için, Independet Türkçe olarak, engelli ve engelli yakınlarının kapısını çaldık.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Dersim '38', '5 No'lu Cezaevi: 1980-1984', 'Dr. Şivan' ve 'Bakur' belgesellerinin yönetmeni olan Çayan Demirel'in 18 Mart 2015 tarihinde, sabah yolda yürürken birdenbire kalbi duruyor ve 15 dakika beyni oksijensiz kalıyor. Uzun süren koma ve hastane süreçlerinden sonra Çayan Demirel bugün yüzde 99 engelli. Çayan'ın kendisi gibi belgeselci olan hayat arkadaşı Ayşe Çetinbaş anlatıyor;
"Tabi zor süreçler yaşadık, Çayan uzun bir süre komada kaldı, hastane süreçleri ve sonraki tedaviler derken neredeyse 6 yıl geçti. Çayan'ın seveni çoktur. Hastane süreçlerini ailelerimiz, akrabalarımız ve arkadaşlarımızla hep beraber geçirdik diyebilirim. Tabi eve geldiğimizde yavaş yavaş nasıl ilerleyeceğimiz konusunda kafa yormaya başladık. Ben yapısal olarak çok kötü senaryolara yoğunlaşabilen biri değilim, eyvah ne yapacağız şimdi diye veya olay anının tüm sıcaklığını gerçek anlamda hissedebilen biri değilim. Bu tür travmatik süreçlerde daha çok her şeyi bir kenara bırakıp; Peki tamam, o halde şimdi ne yapabiliriz diye düşünüp devam eden birisiyim. Sanırım biraz daha soğukkanlı biriyim. Annem de böyledir, hatta çok daha gerçekçi ve soğukkanlıdır. Belki de böyle bakmak annemden bana geçen bir özelliktir, bilemiyorum. İyi ya da kötü değil de varoluşsal bir mesele yani. Çayan'ın bu durumundan sonra da hayatımızı ona göre revize etmeye başladık. Bütün çabalarımız Çayan'ın iyileşmesine yönelik oldu"
"Çaldığımız bütün kapılar yüzümüze kapandı"
Ayşe Çetinbaş'ın babasından kendisine kalan gayrimenkulü olduğu için ne engelli maaşı, ne de evde bakım maaşı alamıyor. "Çaldığımız bütün kapılar yüzümüze kapandı" diyor ve devam ediyor.
"Sonuçta hayat devam ediyordu ve benim de bir şekilde çalışmam gerekiyordu. O anlamda biz görece şanslıydık, devlet yanımızda yer almasa da ailelerimiz vardı. Örneğin hastaneden taburcu olduğumuzda direk kayınvalidem Medine teyzenin Anadolu yakasındaki evine gittik. Haftanın belli günlerinde Çayan orada kalmaya başladı, ben de o günlerde kendi evimize geçip işe gidiyordum ve kendimle ilgileniyordum. Başından beri kurduğumuz bu düzen bugün de aynen devam ediyor. Kayınvalidem 75 yaşında ve bu yaşta var olan tüm gücünü Çayan'a veriyor. O anlamda diyorum, yalnız değildim hiçbir zaman. Diğer türlü bu süreci uzun vadede tek başıma bir yardım almadan götürmek çok zor olurdu."
Ayşe Çetinbaş yıllar süren malulen emeklilik mücadelesini de şu şekilde ifade ediyor:
"Sonuçta ortada tuhaf bir durum vardı, biz aile olarak kendi kendimize Çayan'ın tüm bakımıyla ve tedavileriyle ilgileniyorduk ama devletten maddi hiçbir destek almıyorduk. Çayan BAĞ-Kurluydu, hatta Çayan yoğun bakımdayken bile primlerini ödüyordum. Tabi hastane süreçlerinde hem bir nevi bir travma yaşadığımız hem de çevrelerimiz yardım ettiği için parayı falan düşünecek durumda değildik. Tek düşüncem Çayan'ın bir an önce iyileşip, ayağa kalkmasıydı, ötesi yoktu hiç kafamda. Hastane sonrası evimize geldiğimizde yavaş yavaş nasıl devam edeceğimizi düşünmeye başladım ve araştırdım. Baktım devletin engelli maaşı ve evde bakım maaşı gibi hizmetleri var. Ben de her ikisine de başvurdum ve reddedildi. Çayan yüzde 99 engelli, nasıl oluyor diye hiç anlam veremedim. Sonra öğrendim tabi. O kadar sert ki bu maaşı alabilmenin koşulları, somutlaştırarak anlatmaya çalışayım. Mesela bir şekilde sigortanız yatıyorsa, asgari ücret alıyor görünüyorsunuz ve bu engelli maaşlarını vs. alamıyorsunuz. Veya bir yerden 1500 TL kira geliriniz varsa, yine hakkınız olmuyor. Diyemiyorsun ki, kardeşim bu para ne ki, İstanbul gibi bir yerde nasıl geçinmemizi bekliyorsunuz… Ayrıca ben zaten aldığım bu kirayla mesela sigorta primimi vs. ancak ödeyebiliyorum, başka bir gelir elde etmiyorum vs. Ama yok, kabul etmiyorlar. Özetle bir şekilde sigortalıysan veya üzerine kayıtlı evin veya araban varsa maaş hakkın falan olmuyor. Bizde de aynen böyle oldu. Ben mesela Çayan'la ilgilendiğim için tam zamanlı çalışamıyorum ama sigorta primimi kendim ödemeye çalışıyorum her ikimizin sağlık güvencesi devam edebilsin diye. O nedenle de engelli veya evde bakım maaş hakkımız falan yok. Ne kadar absürt bir durum.''
"Karşılaştırmak belki çok yanlış Almanya ile Türkiye'yi ama bu kadar uçurumun olması da üzücü gerçekten"
Almanya'da doğup büyüyen Çetinbaş, çocukluğunda da babasının geçirdiği beyin kanaması sonucu sol tarafının felç kaldığını ve babasının sonrasında engelli olduğunu ama bu tür prosedürlere maruz kalmadıklarını bir örnek vererek devam ediyor:
"Ben Almanya'da doğup büyüdüm, benim babam da genç yaşta beyin kanaması geçirip sol tarafı felç oldu ve malulen emekli olmuştu. Karşılaştırmak belki çok yanlış Almanya ile Türkiye'yi ama bu kadar uçurumun olması da üzücü gerçekten. İnsan ister istemez biraz da nasıl olması gerektiğini gördüğü için tüm bu haksızlıkları anlamakta güçlük çekiyor ve sessiz falan da kalamıyor. Benim babam engelli duruma gelmişti. Doktorlar, terapistler, sigorta dairesinin memurları evimizde bizi ziyaret edip babamın durumunu incelemişlerdi. Yok engelli raporu, yok başka bir şey, yok hangi tedaviler var hangi terapiler bize uygun, bunların hiçbiriyle annem ilgilenmemişti. Zaten babamın kaldığı hastanelerdeki raporların hepsi otomatik olarak ilgili kurumlara iletilmişti.
Demek istediğim hasta olan, engelli duruma gelmiş kişiyi ve ailesini hiçbir şekilde ekstra meşgul etmemişlerdi. Biz o zaman daha çok durumun psikolojik boyutuna alışıp yalnız olmadığımızı, her anlamda emin ellerde sürecin devam ettiğini hissederek geçirmiştik hastane ve sonraki sosyal haklara erişim süreçlerini. Herhangi bir yerin kapısını çalıp, bize maaş verin, hakkımız nedir gibi bir arayışa girmemiştik. Özetle engelli duruma gelmişti babam, hastane süreçleri kayıtlı, bu sırada tüm ilgili kurumlar bilgilendirilmiş ve direk malulen emekli etmişlerdi. Aslında olması gerektiği gibi yani"
"Devlet vatandaşa hizmeti bir lütuf gibi sunma hakkına sahip değil"
Çetinbaş, devletin tüm vatandaşlarına hizmet vermek zorunda olan bir kurum olduğunu, bunu bir lütuf gibi sunma hakkına sahip olmadığını söylüyor:
"Devletin asli görevi zaten vatandaşına hizmet etmek. Vatandaş dediğin de kimdir, Türkiye'de yaşayan 80 milyon. Bunun içinde de herkes var. Bu kadar basit aslında. Doğal olarak engelli vatandaşlar da var. Onları yok saymaya hakkı yok devletin, aynı diğer 'öteki' kesimleri yok saymaya hakkı olmadığı gibi. Bana çok ayıp geliyor, seçim öncesi mitinglerde çıkıp engelliler için şunu yaptık bunu yaptık diye anlatıyorlar. Birincisi yalan, çoğu şeyi yapmış olmuyorlar ifade ettikleri gibi, ikincisi de zaten görevleri olan şeyi sanki çok mühim bir şey yapmış gibi sunuyorlar. Gerçekten dinlerken ben utanıyorum. O kadar göstermelik ki her şey. Oysa bazı şeyler çok çok basit çözümlerle mümkün, yeter ki istensin."
Çetinbaş, Türkiye'de engelli ve engelli yakını olmanın zorluklarını anlatırken bir yandan da devleti ve insanları eleştiriyor:
"Bu ülkede engellilerin yaşama koşulları çok zor, bir nevi yok sayıldıkları için de hayat onlara göre şekillendirilmiş olmuyor. Onlar da çoğu zaman evlerinden bile çıkamıyorlar. Hal böyle olunca toplumun kendisi de yok sayıyor. Yani devlet tarafından maruz kaldığımız bu kötülük insanlara da yansıyor. Günlük hayatta yaşadığımız deneyimleri bir anlatsam, insanlıktan top yekûn soğuyup bağlantıyı koparırsınız bu dünyayla. Bazen öyle hissediyorum. İnsanlar ancak kendi başlarına gelen durumlar ile empati kuruyor, oysa devlet işini düzgün yapsaydı bu toplumda birlikte yaşadığı herkese saygı göstermek zorunda olduğunu bilirdi insanlar da ve ona göre o veya bu nedenle 'üstte' görmezdi kendini. Elbette her şeyi devlete yüklemek gibi bir yerden söylemiyorum ama burada toplumsal bir bilincin oluşmasında asli bir fonksiyonu var devletin. Yoksa insanlara bıraksan her şeyi, teeeyyy…"
Ayşe Çetinbaş insanların da duyarsızlığına dikkat çekiyor:
"İnsanlar öyle bencil ki, gözlerinin içine baka baka engelli park yerine park edip gidebiliyor misal veya AVM'de asansörün önünde tekerlekli sandalyedeki insanlara çarpıp asansöre 'yetişmeye' çalışıyor utanmadan. Sen de öyle bakakalıyorsun. Bazen gücün veya enerjin varsa tepki gösteriyorsun, bazen anlatmaya çalışıyorsun tane tane, bazen kavga ediyorsun karşında 'ama benim acelem vardı' gibi mazeretler dinlemek zorunda kalıyorsun, ama artık genelde içimden küfür edip susmayı tercih ediyorum açık konuşmak gerekirse kendimi korumak adına."
"On tane profesörden oluşan üst kurul itirazımı reddetti"
Çayan Demirel'in eşi sosyal haklarına ulaşmak için verdiği mücadeleyi ise şu şekilde anlatıyor:
"Diğer başvurularım olumsuz sonuçlanınca 2016 yılının ağustos ayında SGK'ya gidip malulen emeklilik başvurusunda bulundum. Sonuçta Çayan çalışabilecek durumda değildi, engelli raporları vs. her şey vardı. Buna rağmen, SGK yeniden hastaneye yönlendirip bu sefer de emeklilik için ayrı bir sağlık kuruluna girmemizi söyledi. Sonra o diğer eziyetli süreçler başladı: Aylar sonrasına zor randevu alabiliyorsun, gidiyorsun engelli biriyle devlet hastanesinin bozuk, çoğu zaman engelliye uygun kaldırımı bile olmayan yolları, park sorunları, kırık tekerlekli sandalyeleri, o doktor bu doktor diğer engelli vatandaşlarla birlikte günlerce koşturuyorsun… Aylar sonra da haber geldi, Çayan'ın maluliyet derecesi yüksek ancak 'sürekli bakıma muhtaç olmadığı için' malulen emekli başvurumuz ret edilmişti. Nasıl olabilir bu diye düşündüm. Kararı inceledim, SGK'nın üç doktorunun imzasıyla çıkmıştı bu karar, o üç doktor da Çayan'ı görmemişti. Yani şöyle oluyor SGK'nın yönlendirdiği hastanelere gidiyorsun, orada heyetlere giriyorsun. Sonra hastanedeki heyetlerin hazırladığı bu rapor SGK'ya gönderiliyor. SGK'nın doktorları da masa başında o rapora bakarak karar veriyor. Ben de o nedenle bir yanlışlık olduğunu düşünüp itiraz dilekçemde, Çayan'ın durumunu yazdım, zaten heyetine girdiği doktorların puanları ortada, dolayısıyla hatanın düzeltilmesi şeklinde itiraz başvurusunda bulundum. Neticede Çayan görme engelli, Çayan ancak yardımla yürüyebiliyor, Çayan temel ihtiyaçlarını kendi karşılayamıyor, tek başına yemek yiyemiyor, tek başına tuvalete gidemiyor, yani gayet bakıma muhtaç birisi ve dosyaların karıştığını falan düşündüm ve itiraz ettim bu karara. İtirazımız SGK'nın üst kuruluna gitti. Üst kurulda on tane profesörden oluşan bir kurul. Bu seferde on tane profesörün oyuyla itirazım ret edildi. O zaman ortada bir art niyet olduğunu anlayıp dava açmak zorunda kaldık ve dava açtık. Ve nihayet 4 yılın sonunda geçen ay davamız sonuçlandı ve kazandık."
Ayşe Çetinbaş son sözlerini şu sözlerle bitiriyor:
"İşin özeti ben şöyle düşünüyorum, bu ülkede yaşamak zaten zor, engelliysen çok daha zor. O durumda pes etmeyip hakkının peşinden koşmak için güç, kuvvet, sabır, yani maddi manevi güç gerekiyor. Biz o anlamda bahsettiğim gibi görece şanslıyız, can dostlarımız var, avukatlarımız var. Onlar bizim adımıza bu davaları bu kampanyaları yürüttüler. Biraz olsun bir farkındalık yaratabildiysek engellilerin uğradığı hak ihlallerine dikkat çekebildiysek, biraz moral olabildiysek ne mutlu.''
Mete Kahraman, 20 sene önce henüz 27 yaşındayken kaza geçiriyor, yüzde doksan sekiz ağır engelli, tekerlekli sandalyeye mahkûm oluyor. Kalan yüzde 2 için, "alt çene kemiğimin hareket etmesiydi. Mademki hareket etmesine müsaade etmişlerdi. Konuşacaktım, konuşacağım kadar" diyor. Geçirdiği kaza sonunda hayata küsmemiş, "Engelsiz yazılar" diye de bir kitap yazmış, nasıl hayat dolu olduğunu anlatıyor:
"Ziraat Mühendisliğini bitirmeme rağmen o alanda hiç çalışmadım. Gezmeyi farklı yerler görüp, insanları tanımak ayırt etmeksizin yaşamayı seviyordum. Kitap okumak, sinemaya gitmek, yüzmek, balık tutmak ve spor yapmak sosyal faaliyetlerimin arasındaydı. Bu konudaki yelpazem oldukça genişti. Hayattaki her şeyi dibine vurarak yaşamayı seviyordum. Ya siyah, ya beyazdım. Grilerim hiç olmadı ama yüzmek ve denizin bende ayrı bir yeri var. Öyle ki köpek koştursa denize kaçardım. "
"Her şey karşınızda Çin seddi gibi dikilip duruyor"
Engelli olmanın zorluklarına da değinen Mete Kahraman, kaza sonrası yaşadığı süreçte en büyük desteğin ailesi ve en başta annesi olduğunu söyleyerek şöyle devam ediyor:
"Engelli olmak yaşamın zaten zor olduğu bir dünyada bir de yeti eksikliğinden kaynaklı daha da zorlaşması demektir. Hele ki bir de benim gibi hayatı dolu dolu yaşayan yaşamaya çalışan biri için sonradan engelli olmak çaresizlik, yoksunluk ve neden ben gibi duyguların harmanlanmış haliydi. Birçok şeyin hazzını bilip de yaşayamamak. Bilmesen neyse deyip geçebilirsin belki ama biliyorsun fakat yapamıyorsun. Zorlukların haddi hesabı yok. Sayfalar yetmez, maddi manevi aklınıza hayata dâhil ne gelirse her şey karşınızda Çin seddi gibi dikilip duruyor. Tek dayanağım ailem, bilhassa annemdi. Bu konuda çok şanslıyım. Ben gönül insanıyım ki yalnızlık en büyük korkumdu. Onu da en saf haliyle yaşadım. Başlarda etrafım çok kalabalıktı. Zamanla azaldı ve annemle baş başa yola devam ettik. İnsanoğlu her şeye alışıyor. Benim kaderim anneminki olmuştu. O sandalyemi ittirdi, zorladı, acısıyla, tatlısıyla yaşadı ve yaşattırdı."
"Önyargılar çok fazla"
Türkiye'de engelli insanları öteki olarak gören geniş bir topluluk olduğuna dikkat çeken Kahraman, engellilerin en büyük sorununun anlaşılmamak olduğunu dile getiriyor:
"Önyargılar çok fazla, bizler de sıradan vatandaş değiliz. Gerisi zaten tüm insanların yaşadıkları sorunlarla aynı. Ancak hepsini onla çarpmak gerekir. Ben her daim ötekiydim zaten. Şöyle ki doğduğum yerde yaşadığım yerden dolayı. Yaşadığım yerde de doğduğum yerden dolayı. Türkiye'nin doğusu ve batısı. Arkamı dönsem dağlar ya da denizler. Fakat engelli olmak tamamıyla öteki olmaktır, sorgusuz, sualsiz. Toplum bu konuda çok acımasız ve köşeleri çok keskin. Zaman içerisinde engellilerin de bunu kabul edip alışması önlerine konanla durumu daha da zorlaştırmakta."
4,5 yıl önce 28 yaşında jimnastik öğretmeniyken motosiklet kazası geçiren ve tamamen yatağa mahkûm olan oğlu Taycan Yedican'a bakmak zorunda olan emekli balerin Gül Beşkök, 7-24 oğlunun yanında olduğunu söyleyerek şöyle devam ediyor:
"4,5 yıldır oğlumu yalnız bırakıp daha doğrusu başka birine emanet edip hiç bir yere gitmedim, bir gece bir yerde kalmadım. Tüm ilaçlarını ben hazırlıyorum. Kan sulandırıcısını ben yapıyorum. Tahlil yaptırdığımızda sonuçlara bakıp eksik bir şey gördüğümde ne bileyim vitaminine kadar ben düşünüyor ben veriyorum, bir nevi doktor oluyor insan. Kazadan sonra oğlumun annesi oldum, bakıcısı oldum, hemşiresi oldum."
"Bütün masraflarımızı kendi maddi gücümüzle yapıyoruz"
Emekli olduğu için ve düzenli bir maaşı olduğu için hiçbir kurumdan oğluna maddi yardım alamadığını söyleyen Beşkök, yaşadığı süreci bir örnek vererek devam ediyor:
"Bütün masraflarımızı kendi maddi gücümüzle yapıyoruz, yani emekli maaşımla, herhangi bir maddi destek almıyoruz. Mesela oğlumun geliri olmadığı için, sadece benim emekli maaşım olduğu için, oğlumu yeşil kartlı dahi yapamadım. Genel Sağlık Sigortasını ödemek istemedim, 85 lira, o bile benim için önemli bir para. Sonuçta o 85 lira ile başka bir şey yaparım çocuğuma. Çok mücadele ettim, her seferinde verilen cevap, "Senin maaşın var, senin çocuğun yeşil kartlı olmayacak sen ona bakmakla yükümlüsün" denildi. Bende o zaman cevap olarak, kız çocukları evlenene kadar, erkek çocukları 25 yaşına kadar anne-babasının emekliliklerinden yararlanıyor. Bu çocuk 28 yaşında kaza geçirdi, şu an 30 yaşında, (o zaman 30 yaşındaydı) ben ona bakmakla yükümlü değilim, devlet olarak siz sahip çıkacaksınız dedim. Onlar anne-baba yaşadığı sürece siz bakacaksınız diyor başka da bir şey demiyorlar. Ben o zaman ret ediyorum bu çocuğu ne olacak dedim çünkü sonuçta bir dayatma var. Aldığım cevap yine aynıydı."
31 yıl boyunca balerinlik yapan, yılbaşı, bayram, hafta sonu, gece gündüz demeden çalışan ve emekliliği hak kazanan Beşkök, "Ben devlet memurluğundan emekliyim, emekli sandığına bağlıyım, benim maaşım normal emekli maaşından biraz yüksek diye bunlar başımıza geliyor" diyor ve devam ediyor:
"Mesela ben engelli maaşı alamıyorum, benim maaşım önüne engel çıkıyor. Oğlum maaş almadığı gibi evde bakım parası da alamıyoruz. Bu prosedürün baştan aşağı değişmesi lazım. Kişi başına haneye gelen para, hanedeki kişilere bölünmemesi gerekiyor. Oğlumun yeşil kartı olsaydı ben genel sağlık sigortasını ödemezdim. Yüzde 99 ağır engelli raporu olduğu halde genel sağlık sigortasını ödemezsem hiçbir devlet hastanesine götüremiyorum, böyle bir şey olabilir mi? Bu mevzuatın bir an önce değişmesi gerekiyor"
Kendisinin dışında oğluna bakacak kimsenin olmadığını söyleyen Beşkök, "Benim başıma bir şey geldiğinde hiçbir şey olmayacak, oğlum ölecek, hiç kimse bakmaz oğluma" diyerek serzenişte bulunuyor:
"19 Martta babasını kanserden kaybettik. Babası da baletti. Üç ay içerisinde pankreas kanseri olduğunu öğrendik. Pandemi yeni olmuştu ve vefat etti. Ben cenazeyi kaldırdım eve geldim, o sırada Taycan'a bakan hastabakıcı da, sabah geliyor akşam gidiyordu, pandemiden dolayı korktuğunu söyledi ve işten ayrıldı. Korkunç bir süreçti ve 6,5 ay ben yalnız kaldım çocuğumla. Sürekli yattığı için 100 kilo oldu oğlum ve ben tek başıma ona baktım. Evden hiç dışarı çıkamadık, benim tek başıma onu indirip, kaldırmam çok zordu. Bütün işler bana bakıyordu, onu yalnız bırakıp alış verişe dahi gidemedim. Bakıcıyla birlikte Taycan'ı kaldırıyoruz, tekerlekli sandalyeye bindirip asansörle aşağı inip arabaya yine birlikte bindirip öyle hastaneye gidiyorduk, o süreçte bakıcı da olmayınca hepten eve kapandık."
Beşkök, son sözlerini, "Ama olsun oğlum mucizem yeter bana" diye sözlerini bitiriyor.
© The Independentturkish