İnsanların bencil yaratıklar olduğu fikri yüzyıllardır batı kültüründe yer edinmiştir. İnsanlığa dair bu olumsuz imge, film ve romanlarda, tarih kitapları ve bilimsel araştırmalarda kendini gösteriyor. Ancak son 20 yılda olağanüstü bir şey gerçekleşti. Dünya genelinde bilim insanları, insanlıkla ilgili daha umut dolu bir görüşe yöneldi. Bu gelişme o kadar yeni ki, farklı alanlardan araştırmacıların bile çoğu zaman birbirinden haberi olmuyor.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Bu daha umut verici görüş hakkında bir kitap yazmaya koyulduğumda, ele almam gereken bir hikaye olduğunu biliyordum. Bu hikaye, Pasifik'teki ıssız bir adada geçiyor. Adaya bir uçak düşeli çok olmamıştı. Hayatta kalabilenler, talihlerine inanmakta güçlük çeken Britanyalı bir grup okul öğrencisi erkek çocuğundan ibaretti. Kilometreler boyunca sadece sahil, deniz kabukları ve su vardı. Daha da iyisi, hiç yetişkin yoktu.
Çocuklar daha ilk günden bir tür demokrasi kurdu. Çocuklardan Ralph, grubun lideri olarak seçildi. Atletik, karizmatik ve yakışıklı Ralph'in oyun planı basitti: 1) Eğlen. 2) Hayatta kal. 3) Geçen gemilerin görebilmesi için dumanla işaret ver. Birincisinde başarılı oldular. Peki ya diğerlerinde? Pek değil. Çocuklar ateşi canlı tutmaktan ziyade ziyafet çekmekle ve eğlenmekle daha ilgiliydi. Çok geçmeden yüzlerini boyamaya başladılar. Kıyafetlerini çıkardılar. Çimdiklemek, tekmelemek ve ısırmak yönünde aşırı güçlü dürtüler geliştirdiler.
Britanyalı bir deniz subayı kıyıya ayak bastığında ada yanan çorak bir araziye dönmüştü. Çocuklardan üçü ölmüştü. Subay, “Bir grup Britanyalı çocuğun durumu bundan daha iyi idare edebileceğini düşünürdüm” dedi. Bunun üzerine Ralph göz yaşlarına boğuldu. "Ralph masumiyetin sona ermesine ve insan kalbinin karanlığına ağladı" diye okuyoruz.
Bu hikaye hiç yaşanmadı. Hikaye, William Golding isimli bir İngiliz okul müdürü tarafından 1951'de kurgulandı. Sineklerin Tanrısı isimli romanı milyonlar sattı, 30'dan fazla dile tercüme edildi ve 20. yüzyıl klasiklerinden biri olarak övgü topladı. Geriye dönüp bakıldığında, kitabın başarısının sırrı bariz. Golding, insanlığın en karanlık dehlizlerini tasvirde ustaca bir yeteneğe sahipti. Elbette ki yeni neslin ebeveynlerinin II. Dünya Savaşı'nda yol açtığı zulmü sorguladığı 1960'larda, zamanın ruhu onun yanındaydı. Auschwitz'in bir anomali olup olmadığını bilmek istiyorlardı. Yoksa her birimizin içinde saklı bir Nazi mi vardı?
Sineklerin Tanrısı'nı ilk okuduğumda genç bir çocuktum. Sonrasında hissettiğim hayal kırıklığını hatırlıyorum ama bir saniye için bile olsa Golding'in insan doğasına dair görüşünden şüphe etmemiştim. Yıllar sonra yazarın hayatını araştırana kadar da şüphelenmedim. Ne kadar mutsuz bir birey olduğunu öğrendim: Depresyona meyilli bir alkolik. Golding "Nazileri hep anlamışımdır çünkü ben de doğam gereği aynı türdenim" itirafında bulunmuştu. Sineklerin Tanrısı'nı da "kısmen bu üzücü öz farkındalığın sonucu" olarak yazdı.
Merak etmeye başladım: Gerçek çocuklar kendilerini ıssız bir adada bulsaydı ne yaparlardı, bunu hiç araştıran olmuş muydu? Bu konuda, Sineklerin Tanrısı'nı modern bilimsel bilgilerle kıyasladığım bir makale kaleme aldım ve her hâlükârda çocukların daha farklı hareket edeceği sonucuna ulaştım. Okuyucular bunu kuşkuyla karşıladı. Tüm örneklerim evdeki, okuldaki veya yaz kampındaki çocuklara ilişkindi. Gerçek hayatta yaşanmış bir Sineklerin Tanrısı arayışım böyle başladı. İnterneti taradıktan bir süre sonra, pek bilinmeyen bir blog'da anlatılan bir hikaye dikkatimi çekti: "1977'de bir gün, 6 çocuk Tonga adasından balığa çıkmıştı... Büyük bir fırtınaya yakalanan çocuklar, ıssız bir adaya savrulmuştu. Bu küçük kabile orada ne yapmıştı? Asla tartışmama konusunda mutabakata vardılar."
Makalede hiçbir kaynak sunulmamıştı. Ama bazen şansınız yaver gidiverir. Bir gün gazete arşivlerini karıştırırken yanlış yılı girdim ve işte karşımdaydı: 1977'ye yapılan referans hatalıydı. Avustralya gazetesi The Age’in 6 Ekim 1966 tarihli nüshasındaki bir başlık hemen dikkatimi çekti: "Tongalı kazazedelerin hikayesi pazar günü yayımlanacak". Haber, 3 hafta önce Pasifik Okyanusu’ndaki Tonga takımadasının güneyindeki kayalık bir adacıkta bulunan 6 erkek çocuğa ilişkindi. 'Ata adasında bir yıldan uzun sürü mahsur kalan çocuklar Avustralyalı bir kaptan tarafından kurtarılmıştı. Makaleye göre kaptan, çocukların macerasının yeniden canlandırılması için bir televizyon kanalıyla bile anlaşmıştı.
Aklımda bir sürü soru vardı. Çocuklar hala hayatta mıydı? Televizyon görüntülerine ulaşabilir miydim? En önemlisi, bir ipucuna sahiptim: Kaptanın adı Peter Warner'dı. Kaptanın ismini aratırken şansım yine yaver gidecekti. Avustralya'nın Mackay kentinden ufak bir yerel gazetenin yakın tarihli bir nüshasında şu başlığa denk geldim: "Dostlar arasındaki bağ 50 yıldır sürüyor". Haberin yanında, biri diğerinin omzuna elini atmış iki gülümseyen adama ait küçük bir fotoğraf vardı. Makale şöyle başlıyordu: "Tullera'daki bir muz çiftliğinin derinliklerinde, umulmadık iki arkadaş yaşıyor... Yaşlı olanı 83 yaşında, zengin bir sanayicinin oğlu. Diğeriyse 67 yaşında, kelimenin tam anlamıyla bir doğa çocuğu." İsimleri? Peter Warner ve Mano Totau. Nerede tanışmışlardı? Issız bir adada.
Eşim Maartje'yle beraber Brisbane'de bir araç kiraladık ve üç saat sonra, Google Haritalar'ın kafasını karıştıran ıssız bir yerin ortasındaki hedefimize vardık. İşte orada, toprak yolun kenarında küçük bir evin önünde oturuyordu: 50 yıl önce 6 çocuğu kurtaran adam, Kaptan Peter Warner.
Peter, bir zamanlar Avustralya'nın en zengin ve güçlü adamları arasında yer alan Arthur Warner'ın en küçük oğluydu. Arthur o dönem, 1930'larda ülkenin telsiz pazarına hakim olan Electronic Industries isimli büyük bir imparatorluğa hükmediyordu. Peter, babasının izinden gitmek üzere yetiştirilmişti. Bunun yerine, 17 yaşındayken macera peşinde denize kaçmış ve takip eden birkaç yılı Hong Kong'dan Stockholm'e, Şanghay'dan St. Petersburg'a yelken açarak geçirmişti. Nihayetinde 5 yıl sonra döndüğünde, hovarda oğul İsveç kaptanlık sertifikasını babasına gururla sunmuştu. Etkilenmeyen baba Arthur Warner, oğlundan işe yarar bir meslek sahibi olmasını istedi. Peter, "En kolayı hangisi?" diye sordu. Arthur yalan söyleyerek, "Muhasebe" dedi.
Peter babasının şirketinde çalışmaya başladı ancak deniz hâlâ onu çağırıyordu. Fırsat buldukça kendine ait bir balıkçı filosunun bulunduğu Tazmanya'ya gidiyordu. Onu 1966 kışında Tonga'ya getiren şey de bu olmuştu. Eve dönüş rotasından biraz sapınca, masmavi denizin ortasındaki ufak 'Ata adasını görüvermişti. Adada bir zamanlar insanlar yaşamıştı, ta ki 1863'teki o kara güne kadar. Ufukta görülen bir köle gemisi adanın tüm yerlilerini alıp götürmüştü. O günden sonra 'Ata ıssız, lanetli ve unutulmuştu.
Fakat Peter tuhaf bir şey fark etmişti. Dürbünüyle baktığında, yeşil kayalıkların yanmış kısımları gözüne ilişmişti. Yarım yüzyıl sonra bize, "Tropik bölgelerde yangınların kendiliğinden başlaması pek alışıldık bir durum değildir" diyecekti. Sonra bir erkek çocuk gördü. Çıplaktı. Saçları omuzlarına kadar uzanıyordu. Bu vahşi yaratık kayalıktan atlayarak suya daldı. Aniden daha fazla çocuk onu takip etti, avazları çıktığı kadar bağırıyorlardı. İlk çocuğun tekneye ulaşması pek uzun sürmedi. Mükemmel bir İngilizceyle "Benim adım Stephen. 6 kişiyiz ve 15 aydır burada olduğumuzu tahmin ediyoruz” diye haykırıyordu.
Gemiye çıkan çocuklar, Tonga'nın başkenti Nuku'alofa'daki yatılı bir okulun öğrencileri olduklarını iddia etti. Okul yemeklerinden bıkmışlardı ve günün birinde bir balıkçı teknesiyle açılmaya karar vermişlerdi. Ancak fırtınaya yakalanmışlardı. Peter, gayet olası bir hikaye diye düşündü. İki yönlü telsizini kullanarak Nuku'alofa'yı aradı. Operatöre, "Burada yanımda 6 çocuk var" dedi. Yanıt, "Beklemede kalın" şeklindeydi. Yirmi dakika geçti. (Peter hikayenin bu kısmını anlatırken gözleri buğulanıyor.) En sonunda, gözyaşları içindeki bir operatörün sesi telsizde yankılandı: "Onları buldunuz! Bu çocukların öldüğünü sanıyorduk. Cenaze törenleri düzenlendi. Eğer onlarsa, bu bir mucize!"
Sonraki aylarda, 'Ata'da tam olarak neler yaşanmış olabileceğini yeniden kurgulamaya çalıştım. Peter'in hafızası mükemmel işliyordu. 90 yaşında bile, anlattığı her şey en önemli diğer kaynağım Mano'nun anlattıklarıyla uyuşuyordu. O dönem 17 yaşında olan Mano şimdi 70'ine yaklaşmıştı ve Peter'den arabayla sadece birkaç saat uzakta yaşıyordu. Mano bize, gerçek Sineklerin Tanrısı'nın Haziran 1965'te başladığını anlattı. Kahramanların hepsi, Nuku'alofa'daki katı bir yatılı Katolik okulda okuyan 6 erkek çocuktu: Sione, Stephen, Kolo, David, Luke ve Mano. En büyüğü 16, en genci 13 yaşındaki bu çocukların temel bir ortak noktası vardı: Aşırı sıkılmışlardı. Böylelikle bir kaçış planı yaptılar: 800 km kadar uzaktaki Fiji'ye, hatta Yeni Zelanda'ya kadar gideceklerdi.
Tek bir engel vardı. Hiçbirinin teknesi yoktu, bu sebeple hiçbirinin sevmediği bir balıkçı olan Taniela Uhila'nın teknesini "ödünç almaya" karar verdiler. Çocukların yolculuk hazırlıkları kısa sürdü. Aldıkları iki çuval muz, biraz hindistancevizi ve küçük bir gaz yakıcından ibaretti. Hiçbirinin aklından pusula bir yana, harita almak bile geçmedi.
O akşam limandan ayrılan küçük tekneyi kimse fark etmemişti. Gökyüzü açıktı, sakin denizde sadece hafif bir esinti vardı. Ancak çocuklar o gece ölümcül bir hata yaptı. Uyuyakaldılar. Birkaç saat sonra başlarından aşağı çarpan suyla uyandılar. Karanlıktı. Rüzgarın anında parçalara ayıracağı yelkeni açtılar. Sonrasında dümen de kırıldı. Mano bana "8 gün boyunca sürüklendik" diye anlattı. "Yemek yoktu. Su yoktu." Çocuklar balık tutmaya çalıştı. İçi boş hindistancevizi kabuklarıyla biraz yağmur suyu toplamayı başardılar. Her biri sabah ve akşam birer yudum olmak üzere suyu eşit olarak paylaştılar.
8. günde ufukta bir mucize gördüler. Daha doğrusu küçük bir adaydı. Palmiye ağaçları ve kumsallarıyla tropikal bir cennet değil, okyanus seviyesinden 300 metreden daha yüksek kocaman bir kaya kütlesi. Bugünlerde 'Ata, yaşamaya elverişsiz bir yer olarak kabul ediliyor. Ama Kaptan Warner anılarında, "Vardığımızda çocuklar yemek bahçesi, yağmur suyunu saklamak için içi oyulmuş ağaç kütükleri, garip ağırlıklara sahip bir spor salonu, bir badminton kortu, tavuk kümesleri ve sürekli yanan bir ateşe sahip küçük bir komün kurmuştu. Hepsi ufak bir bıçak ve büyük kararlılıkla elde yapılmıştı" yazacaktı. Sineklerin Tanrısı'ndaki çocuklar ateş için birbirine düşerken, bu gerçek versiyondaki çocuklar ateşlerine bir yıldan fazla bir süre çok iyi özen göstermiş, alevler hiç sönmemişti.
Çocuklar bahçe, mutfak ve nöbet görevleri için sıkı bir liste hazırlayarak ikili gruplar halinde çalışmayı kararlaştırdı. Bazen kavga ettilerse de her seferinde sessizlik molası vererek bunu çözdüler. Günleri şarkı ve duayla başlayıp bitiyordu. Kolo, kıyıya vuran bir odun parçası, yarım hindistancevizi kabuğu ve batan gemilerinden elde ettikleri 6 demir kabloyla, Peter'in tüm bu yıllar boyunca sakladığı eğreti bir gitar yaptı ve ruh hallerini canlı tutmak için çalmaya başladı. Gerçekten de morale ihtiyaçları vardı. Tüm yaz boyunca çok ay yağmur yağmış, susuzluk çocukları çılgına çevirmişti. Adayı terk etmek için sal yapmaya çalıştılar ama dalgalar sallarını darmadağın etti.
En kötüsü, Stephen’ın bir gün ayağının kayması oldu. Uçurumdan düşen çocuğun bacağı kırılmıştı. Diğer çocuklar Stephen'ın peşinden aşağı indi ve yukarı çıkmasına yardımcı oldu. Sopa ve yapraklarla bacağını sabitlediler. Siona şakayla "Endişelenme" dedi. "Sen burada Kral Taufa'ahau Tupou gibi uzanırken biz senin işini yaparız!"
İlk başta balık, hindistancevizi ve evcil kuşlarla beslendiler. Etle beraber kanı da içiyorlar, deniz kuşlarının yumurtalarını son damlasına kadar emiyorlardı. Sonrasında, adanın zirvesine çıktıklarında bir yüzyıl evvel insanların yaşamış olduğu eski bir volkanik krater buldular. Çocuklar kraterde yabani gölevez, muz ve eski Tongalıların 100 yıl önce bıraktığından beri üremeye devam eden tavuklar keşfettiler.
Nihayetinde 11 Eylül 1966 Pazar günü kurtarıldılar. Yerel doktor daha sonra kaslı fizikleri ve Stephen'ın mükemmel biçimde iyileşen bacağına dair şaşkınlığını ifade edecekti. Ancak çocukların küçük macerası burada son bulmayacaktı. Çünkü, Nuku'alofa'ya vardıklarında polis Peter'in teknesine çıktı ve çocuklar hapse atıldı. 15 ay önce yelkenli teknesini "ödünç aldıkları" Taniela Uhila hala öfkeliydi ve şikayetçi olmaya karar vermişti.
Neyse ki Peter'in çocukları kurtaracak bir planı vardı. Peter, çocukların hikayesinin mükemmel bir Hollywood malzemesi olacağının farkına varmıştı. Babasının kurumsal muhasebecisi olarak şirketin film haklarını da yönetiyordu ve TV'de tanıdıkları vardı. Tonga'dan, Channel 7'nin Sydney'deki yöneticisini aradı. "Avustralya'daki haklar sizin olabilir. Dünya genelindeki hakları bana bırakın" dedi. Daha sonra Bay Uhila'ya eski teknesi için 150 sterlin ödeyen Peter, film için işbirliği yapmaları şartıyla çocukları serbest kalmasını sağladı. Birkaç gün sonra Channel 7'den bir ekip geldi.
Çocukların Tonga'daki ailelerinin yanına dönmesi büyük sevinç yarattı. 900 kişilik Ha'afeva adası halkı, eve dönüşleri şerefine onları ziyarete gitti. Peter ulusal kahraman ilan edildi. Kısa süre sonra bizzat Kral IV. Taufa'ahau Tupo tarafından resmi görüşme daveti aldı. Ekselansları, "Tebaamdan 6 kişiyi kurtardığınız için teşekkür ederim. Şimdi sizin için yapabileceğim bir şey var mı" diye sordu. " Kaptanın fazla düşünmesi gerekmedi. "Evet! Bu denizlerde ıstakoz avlamak ve burada bir iş kurmak istiyorum" dedi. Kral rıza verdi. Sydney'e dönen Peter, babasının şirketinden ayrılarak yeni bir geminin işletmesini aldı. Sonra 6 çocuğu getirterek onlara her şeyin başlamasına sebep olan şeyi sundu: Tonga'nın ötesindeki dünyayı görme fırsatı. Çocukları, yeni balıkçı teknesinin mürettebatı olarak işe almıştı.
'Ata'nın çocukları bilinmeze teslim olurken, Golding'in kitabı halen çok okunuyor. Medya tarihçileri bile Golding'in farkında olmadan günümüz televizyonlarının en popüler eğlence türlerinden biri olan reality TV’nin yaratıcısı olduğunu belirtiyor. Bir röportajda, meşhur Survivor serisinin yaratıcısı "Sineklerin Tanrısı'nı tekrar tekrar okudum" açıklaması yapıyor.
Farklı bir hikaye anlatmamızın zamanı geldi. Gerçek Sineklerin Tanrısı, birbirimize destek olduğumuzda ne kadar güçlü olabileceğimizi gösteren bir arkadaşlık ve sadakat hikayesidir. Eşim Peter'in fotoğrafını çektikten sonra yaşlı kaptan bir dolaba dönüp bir şeyler karıştırdı ve çıkardığı ağır bir kağıt yığınını ellerime bıraktı. Bunların çocukları ve torunları için kaleme aldığı anıları olduğunu söyledi. İlk sayfaya baktım. "Hayat bana çok şey öğretti. Bu derslerden biri de insanlarda her zaman iyi ve olumlu olan şeye bakman gerektiğidir" diye başlıyordu.
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
https://www.theguardian.com/books
Independent Türkçe için çeviren: Kerim Çelik