O sabah Şeyh, gün ışımaya başladığında vasiyetini bitirmişti. Elindeki son paraların on evladı arasında paylaştırılması yağlı urgana giderken son isteğiydi.
Şeyh Sait ile beraber diğer idamlıklar birbirlerine kelepçelendikten sonra sıranın başında Fakih Hasan ilerlemeye başladı.
İdamlıklar avluya çıktıklarında kendileri için hazırlanmış 47 sandalyeyi ve yağlı urganın etrafında kendinden emin bir şekilde bekleyen Kolordu Komutanı General Mürsel Bey, Vali Mithat Bey, İstiklal Mahkemesi üyesi Müfit Özdeş Bey, Diyarbakır milletvekillerinden Cavir Bey, Şeref Bey’i buldular.
İlhami Aras, “Adım Şeyh Sait” isimli eserinde Şeyh’in kendisine türlü zorluklar çıkartan devlet memurlarıyla arasında geçen diyaloğu şöyle aktarıyor;
Şeyh Sait Efendi durdu. Ali Saip Ursavaş'a seslendi:
-Seni severim ama Mahşer günü seninle muhakeme olacağız.
Üyelerden Müfit Özdeş de şöyle dedi:
-Beni mi seversin Saib'i mi?
Şeyh Said gülümseyerek:
-Saib Beyi, sonra seni dedi. Reisten de Allah hoşnut olsun en sevdiğim Ahmet Süreyya Beydi. Beni zorlar dururdu.
Şeyh, adım adım ölüme giderken şahsına yöneltilen sözlü saldırılara karşı koyuyor ve geri adım atmıyordu.
Kendisine “Mahşer gününde yargıçlarımızla değil ocaklarını söndürdüğün masumlarla muhâkeme edileceksin” şeklinde sataşan Vali Mithat Bey’e dönerek şöyle demişti;
Boynuzsuz keçinin ahını boynuzludan alırlar.
Şeyh Sait ölümünden hemen önce kendisine verilen deftere şunları yazacaktı;
Benim ölümüm Allah ve din için ise darağacında asılmama perva etmem.
Sehpalar birer birer devrildi ve Şeyh Sait büyük bir kıyamdan sonra hayata gözlerini yumdu.
13 Şubat 1925 yılında başlattığı isyanı hayatıyla ödedi. Ondan geriye akıllarda kalan sorular şunlardı;
Bu isyan Kürtçü bir isyan mıydı, yoksa şeriat mı talep ediliyordu?
Olaylar kendiliğinden mi başlamıştı; yoksa olayların arkasında İngiltere mi vardı?
Hareketi icra edenler Türk düşmanı mıydı?..
Bu soruların cevabını net olarak veremesek de filmi başa sarıp incelediğimizde Şeyh’in öyküsü bize anlatıldığından biraz daha farklı görünüyor.
Mustafa Kemal: Barut kokusu alıyorum
1924 yılında Mustafa Kemal eski silah arkadaşlarının Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nı kurmasına son derece öfkelenmişti.
Grup İdare Kurulu’nda yaptığı sert konuşmada Mustafa Kemal, başını Kazım Karabekir’in çektiği hareketin kendisine karşı girişilmiş bir komplo hareketi olarak tanımlayarak şu sert ifadeleri kullanmıştı;
Efendiler! Sizi çok önemli bir meseleye karar vermek için topladım. Memlekette menfi tahrikât son haddini bulmuştur. İstanbul basını, TCF’nin dini siyasete alet eden propagandası şurada burada sinmiş olan mürtecilere cesaret vermektedir. Yer yer Cumhuriyet idaresi aleyhinde ağır isnatlar ve iftiralar yapılmaktadır.
‘Din elden gidiyor, aile hayatımız, binlerce yıllık geleneklerimiz birbiri ardınca yıkılıyor, bu gidişle Garp medeniyetini alacağız diye dinimizden olacağız’ yolundaki propagandaların tesirsiz kalacağını sanmak budalalık olur. Benim görüşüme göre yakın bir zamanda bir ihtilal ile karşılaşmamız mümkündür.
…
Biz büyük bir inkılâp yaptık. Memleketi bir çağdan alıp yeni bir çağa götürdük. Birçok eski müesseseleri yıktık. Bunların binlerce taraftarı vardır. Fırsat beklediklerini unutmamak lazım.
En ileri demokrasilerde bile rejimi korumak için sert tedbirlere müracaat edilmiştir. Bize gelince inkılâbı koruyacak tedbirlere daha çok muhtacız. Bu durumu Başvekil ile inceledik. İsmet İnönü ufukta görünen tehlikeleri önlemek için icra organı ve zabıtayı takviye eden bazı kanuni tedbirlere müracaatın zaruri olduğu kanaatindedir.
Sizleri bunun için topladım. Soruyorum size büyük tedbirler alınmasına taraftar mısınız? Büyük Millet Meclisi bu kanunları kolaylıkla kabul eder mi?
(Mustafa Kemal – Nutuk)
Fakat Atatürk’ün tüm girişimlerine rağmen, CHP grubu Mustafa Kemal’in taleplerinin hiçbirini yerine getirmemişti.
Aksine ılımlı tavırlarıyla bilinen Ali Fethi Bey’in başvekilliğe gelmesini sağlayarak İsmet İnönü’nün başbakanlıktan ayrılmasına sebep olmuştular.
Atatürk’ün kurul sonrası yorumu ise şöyle olmuştu:
Benim burnuma barut ve kan kokusu geliyor. İnşallah ben aldanmışımdır.
Bu olaydan sadece 4 ay kadar sonra yaşanacak olan olay; Şeyh Sait isyanı Mustafa Kemal’i haklı çıkartacaktı.
Malum isyandan sonra CHP Genel Kurulunda alınamayan kararlar süratle hayata geçirilecek ve ülkede demokrasi yaklaşık 7 sene rafa kaldırılacaktı.
Oysa Şeyh Sait isyanı ilk ortaya çıktığında muhalefet hükümete ve Ali Fethi Bey’e destek vermişti.
Kazım Karabekir, TBMM’de yaptığı konuşmada, hükümetin sonuna kadar arkasında olduğunu belirtmişti;
Bu sınırlı mütegallibenin (zorba takımı, derebeyler), harici teşvikatla bazı emellere nail olmak için, halkı dini tahrik ile idlal ettikleri anlaşılmıştır. Dini alet ittihaz ederek, mevcudiyet-i milliyemizi tehlikeye sokanlar her türlü lanete layıktır.
Önce çiçeği burnunda Ali Fethi Bey hükümeti devrildi, zaten Fethi Bey olaylar patlak verdiğinde elini kana bulaştırmadan bu işi çözmek istediğini beyan etmiş fakat bu durum tepkilere yol açmıştı.
Çankaya acilen örf-i idareye geçilmesini ve muhalefetin tasfiye edilmesini istiyordu.
Bunu sağlayacak ve hiç tereddüt göstermeyecek isim İsmet Paşa’dan başkası değildi.
İsmet İnönü başvekil olduktan hemen sonra mecliste örf-i idare kanunlarını geçirerek olağanüstü hal ilan etti.
Arkasından gelen Takrir-i Sükûn Kanunu ve İstiklal Mahkemeleri talepleri ise muhalefetin tepkisiyle karşılandı.
Söz alarak kürsüye gelen Kazım Karabekir Paşa, Takrir-i Sükûn yasasını şöyle eleştirdi;
İsyan hadisesine karşı hükümetimizin her türlü kanuni icraatına taraftarız. Fakat muayyen hadise karşısında milletin hukuk-ı tabiiyesini tazyike matuf olacak icraatlara katiyen taraftar değiliz.
Huzur-ı âlinize getirilen kanun gayrı vazıh ve elastikidir. Eğer bu kabul edilirse, buna istinaden Teşkilât-ı Esasiye’mizin ruhundan doğan siyasi taazzuvlar ve bunların faaliyetini tahdide veyahut matbuatı tazyike teşebbüs edilirse, halk hâkimiyeti tenkis edilecek demektir.
Çünkü artık milletvekillerinin sadaları dahi bu kubbe altından harice çıkamayacaktır. Bu kanunu kabul etmek, Cumhuriyet tarihi için bir şeref değildir.
Muhalefetin endişelerine cevap ise Bozok Mebusu Avni Bey’den geldi. Avni Bey oldukça sert ifadelerle şu sözleri sarf etti;
Bazı arkadaşlar endişelerini belirterek bu kanunun Teşkilât-ı Esasiye ile bir tezat teşkil ettiğini söylüyorlar. Teşkilât-ı Esasiye’nin hukuk-ı amme faslını kapatacağını söylüyorlar.
Hukuk-ı amme denilen şey isyan çıkarmak mıdır, ihtilal midir ki, bu kanun çıkarıldığı zaman bu haklar ihlal olsun, kanun sakıt olsun. Kanun isyana, irticaa, fesada ve nizam-ı ictimaiyi mumil harekâta bir mânia teşkil ediyor.
Bu milleti sükûna ve huzura götürmek içindir. Adı üzerindedir. Takrir-i Sükûn Kanunu’dur… Bu namussuzların ve memlekete kundak sokmak isteyenlerin korkacağı bir kanundur.
Sonuç itibariyle muhalefetin bütün kaygılarına rağmen bu kanunlar çıkmıştı ve aynı kanunlar birkaç yıl sonra bu yasalara dair endişelerini dile getiren mebusları tutuklamak üzere kullanılacaktı.
Her şey Palu’da başladı
Şeyh Sait, dedesinin kabrini ziyaret etmek için geldiği Palu’da kendi bilgisi ve inisiyatifinin dışında gerçekleşen bir hadisesin ortasında kaldı.
Jandarmadan kaçan 10 mahkûm onun bulunduğu bölgede bir eve sığınmıştı.
Şeyh, önce jandarma ve mahkûmlar arasında arabuluculuk yapmaya çalışmışsa da biranda silahların patlaması üzerine kendisini çatışmanın bir parçası olarak buluvermişti.
Yakalandığında verdiği ifadesinde olayı şöyle anlatmıştı;
Ale’s-sabah Piran’a taraf gittik. Müstakbiller meyanesinde meğer on kişi mahkûm var imiş, bilmiyordum. Her onu da Bahri bin Mehmed Ağa’nın misafiri olmuşlar ve Piran’da dahi yirmi süvari jandarma ve iki mülazımdan mürekkep bir müfreze var imiş.
İşbu müfreze mahkûmları görürler ve Mehmed Ağa hanesini basarlar. Mahkûmlar da talak-ı selase ile yemin edip ki teslim olmayacağız. Haber aldım. Teşvişe düştüm. Bir niza’ çıkmamak için bir iki adam ricacı gönderdim.
Bir mülazım geldi. Kıyam ettim. Bir iki defa rica ettimse de kabul buyurmadılar. Derhal hayvanları hazır etmeyi söyledim. Hazırladılar, derakap silah sadası açıldı.
Galiba bir mecruh Kürdlerden, iki de jandarmalardan vâki oldu. Biz de Piran’dan çıkıp Hınıs’a doğru yola düştük…
Palu’da başlayan olaylar kısa sürede büyük bir isyan dalgasına dönüştü.
Ankara önceleri hadiseleri sıradan eşkıyalık vakası olarak değerlendirse de Şeyh’in kısa sürede önemli şehir ve beldeleri teker teker ele geçirmesinden sonra bunun büyük bir isyan olduğu anlaşıldı ve derhal harekete geçildi.
İsyancılar sırayla Darahini, Hani, Palu, Lice, Varto ve Elaziz’i zapt ederek Diyarbakır merkezini muhasara altına aldı.
Diyarbakır’da ise hükümetin isyancıları püskürtmesi hareketin de dağılmasını ve isyanın daha fazla yayılmasını engelledi.
İsyandan sonra toparlanan ordu Fevzi Çakmak Paşa liderliğinde çok sert tedbirler alarak kendisine bağlılığını bildirmeyen köylerin şedid bir darbeye maruz kalacağını resmen ilan etmişti;
Eşkıyanın takip ve tedibi sırasında haksızlık olmamak için Hükümet-i Cumhuriyemize bağlı ve sadık köylerin bir an evvel hükümete gelerek işbu sadakatlerini bildirmelerini Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisimiz Fevzi Paşa Hazretleri emir ve ilan buyurmuşlardır.
İşbu emre binaen ben de tekrar diyorum ki hemen en yakın hükümet merkezine veyahut üzerlerine ve civarlarına yürüyen ordu kıtaatımızın kumandanlarına müracaatla sadakatlerini söylemeyen ve köylerinde olduğu halde haber vermeyen köyler eşkıya ile birleşmiş kabul edilecek ve haklarında asi muamelesi yapılacaktır.
Bunun için işitmedik, haberimiz yoktu gibi özürlerin artık kabul edilemeyeceğini ilan ediyorum.
Üçüncü Ordu Müfettişliği
Şeyh Sait’in yakalanması
Şeyh Sait, isyanının bastırılıp mağlubiyetin kesinleşmesinden sonra İran’a geçmek ve teslim olmak konusunda kararsız kalmıştı.
Fakat Binbaşı Kasım Bey’in tesiri altında kalarak teslim olmaya karar verdi.
Kazım Bey, yakalanma anını ifadesinde şöyle anlatacaktı;
… Dönüp Girvas karyesine gidildi. Ertesi günü Girvas’tan Varto’ya doğru dağdan geçildi. En kolay şekilde geçilecek yolları gösterdiklerinde türlü zorluklar göstererek başka yollara saptırdım.
En zor durumlarda kalınca artık Şeyh Said’e karşı da aman dilemek gerektiği işini söyledim ve Nisan’ın on dördüncü günü aman dileme kararlaştırıldı. Akşamüzeri Varto’ya doğru hareket edildi.
Hareketimiz geceleyin olduğundan kuvvet pek dağınık bir haldeydi. Yolda Şeyh Said’in tekrar caydığını işittim. Kendisiyle görüştüm ve bir saat konuştuk. Çarbuhur’u geçince artık ilerisinde asker olmadığını ve kurtulacağını ve teslim olmayacağını söyledi.
Tam Abdurrahmanpaşa Köprüsü üzerine gelmiştik. Şeyh Said atından inmiş, atlılar da ileride geçiyorlardı. Geçmemesini söyledim, dinlemediler.
Biraderim Reşid ve akrabamdan Timur ve Ahmed ve Kargapazarlı Mehmed ve Reşid ile Şerif oğlu Mehmed ve Halid ile hemen ateş açtırdım.
Yüze yakın silah atıldığında atlısı tamamen kaçtılar. Şeyh Said’in kısrağı da atlı ile gitmişti. Köprünün güney ayağı yakınında Şeyh Said’i yakaladık.
Şeyh Sait: Derdimi yazarak hükümete bildirmek istedim
Şeyh Sait yakalandıktan sonra merak edilen soruların başında isyanın bir plan dahilinde mi gerçekleştiği yoksa kendiliğinden mi geliştiğiydi.
Şeyh, bu sorulara cevaben, 'hükümetin icraatlarından uzun süredir rahatsızlık duyduğunu, fakat Palu’daki olay sonrası gelişen hadiselerle isyan ateşinin biranda tutuştuğunu; bunun Allah’ın bir kaderi' olduğunu söyledi.
İsyandan önce rahatsızlıklarını yazılı olarak hükümete iletmeyi planladığını fakat bunun kendisine nasip olmadığını da ekledi;
Reis Müfid Bey: Şeyh Efendi, Piran’a gelmezden evvel din meselesinden dolayı kıyamı tasavvur ediyordunuz değil mi?
Şeyh Said: Kalbimde tasavvur ediyordum, lakin muharebe suretiyle değil. Risale yazıp şeriat ahkâmını tasrih ederek kanunları da şeriata mutabık bir şekilde talep etmek istedik. Meclis-i Mebusan’a göndermek istedim.
Reis Müfid Bey: Ne için yapmadınız, böyle bir risale yazmadınız?
Şeyh Said: Evet, arz ettiğim gibi biz evvela bu fikri kitabeten halletmek için gidip münakaşa-i ilmiye yapayım dedim ve bazı rüfeka bulmak istiyordum.
Fakat kader-i ilahi beni Piran’a sürükledi. Piran vak’ası çıktı. Önünü alamadım.
Şeyh Sait Kürtçü müydü, arkasında İngilizler mi vardı?
Şeyh Sait’e getirilen suçlamaların başında 'isyanın Kürtçü bir nitelik taşıdığı' ve 'Türklere karşı büyük bir nefret beslediği' gelmekteydi.
Oysa Şeyh yakalandığında tutanaklardaki ilk sözleri “Hamd olsun hepimiz Müslümanız. Kürt Türk yoktur” şeklindeydi.
'Diyarbakır kalesini savunan askerlerin katledilmesi temennisinde bulunduğunu' iddia eden mektup içinse, kendisine ait olmadığını belirtmiş ve iddiaları reddetmişti.
Bir diğer konuysa Şeyh Sait’in İngilizler tarafından desteklendiği teziydi.
İsyanın yaşandığı süreç Musul Hadisesine denk geliyordu; fakat bugün İngiliz arşivleri incelendiğinde İngilizlerin konuyla alakalı bir yazışması ya da istihbaratının olmadığı ortaya çıkmış durumda.
Dönemin Başbakanı İsmet İnönü de hatıralarında isyanın İngilizlerle bir bağlantısı olmadığını ifade ederek şunları söylüyordu;
Şeyh Said İsyanı’nı doğrudan doğruya İngilizlerin hazırladığı veya meydana çıkardığı hakkında kesin deliller bulunamamıştır. Fakat bundan şüphe edilmiş ve gerekli tahkikat yapılmıştır.
Çünkü İngilizlerin, Musul Harekâtı esnasında ve daha sonra Nasturi ayaklanmalarında olduğu gibi, hudutlarda ve dışarıda propagandayla, münasebetlerle Şeyh Said İsyanı’nın patlamasında zahiren yardımcı oldukları intibahı mevcuttu.
Şeyh Sait isyanı, dini hassasiyeti olan bir şeyhin, çok planlı olmayan bir kıyam hareketiydi.
İsyanın kendisinden ziyade ülke siyaseti açısından doğurduğu sonuçları ağır olmuştu.
Takrir-i Sükûn ve İstiklal Mahkemeleri ülkedeki hür basının ve muhalefet partisinin susturulmasına sebep olmuştu.
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish