ABD anti-entelektüel bir ülke mi?

ABD'nin gücünün işaretlerinden biri, Hofstadter'in ABD'ye yönelik eleştirisini orada yaşarken, en iyi üniversitelerinde ders verirken, kitaplarını en önemli yayınevlerinde yayınlarken ve bunun için iki Pulitzer Ödülü alırken yapmasıdır

Fotoğraf: J. Scott Applewhite/AP

Trump başkan seçildiğinde, birçok kişi Tarihçi Richard Hofstadter'in kendisine ikinci kez Pulitzer Ödülü kazandıran "Amerikan Yaşamında Anti-Entelektüalizm" (1963) adlı kitabını hatırladı.

Hofstadter'in kalın kitabı, 50'li yılların McCarthyciliğinin ve Eisenhower'ın Demokrat aday ve entelektüel Adlai Stevenson'a yaşattığı çifte yenilginin (1952 ve 1956) gecikmiş bir yorumu gibi görünüyordu.

-.jpg

Buradan hareketle yazar, Amerikan tarihine bakarak egemen olduğunu düşündüğü uzlaşıları gözden geçiriyordu.

Argümanındaki merkezi nokta, zeka (intelligence) ve düşünce (intellect) arasındaki ayrımıydı.

Ona göre birincisi, örneğin bir makineyi tamir etmek gibi belirli bir amaca hizmet etmeye bağlı olmasının yanı sıra, pratiktir ve sahibinin zihninin mükemmelliğinin kanıtıdır.

İkincisi eleştireldir, analiz eder, yani söker, parçalara ayırır ve maskeleri düşürür.

ABD'de o kadar çok düşünce (intellect) muhalifi var ki, düşünceye karşı çıkmak bir Amerikan eğilimi gibi görünüyor.

18'nci yüzyıldan itibaren, ABD'de düşünceye karşı çıkan ve entelektüelleri pratik olmayanlar diye tasvir eden bir "pratik kültür" oluşmaya başladı.

Örneğin, 19'uncu yüzyılın başında "Büyük Uyanış" (The Great Awakening) denilen şey ortaya çıktı ve öne çıkan yüzlerinden biri de Dwight Moody adında ünlü bir evanjelistti.

Şu sözüyle tanınmıştı:

Kutsal Kitab'ı anlamama yardımcı olmayan kitabı okumam.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Bununla birlikte, demografi, nüfus hareketliliği, eğitimin yayılması ve doğa hakkındaki bilgiyi artıran bilimlerin gelişmesi, kökten dincileri laik akademik dünyaya çekti.

Rekabet bağlamında seçkinleri köşeye sıkıştırma eğilimi arttı ve ardından çatışma, 1925'te Tennessee'de Darwin'in Evrim Teorisi'ni öğreten öğretmen John Scopes'ın yargılanması sırasında patlak verdi.

Ancak 'Kurucu Babalar'dan itibaren, "eşitlik" ve "kendi kendine yeterlilik" fikirlerinin karışımı, entelektüel farklılaşmayı istenmeyen bir ayrıcalık talebi olarak tasvir etti.

Benjamin Franklin ve George Washington, ABD'ye geldiğinde hiçbir şeyi olmayan ve yalnızca çok çalışarak zengin bir sanayici haline gelen, kendi kendini yetiştirmiş erkek idealini benimsediler.

Thomas Jefferson'a gelince, federal ve dini liderler onunla alay ettiler ve onun başkan değil, bir üniversite profesörü olmaya daha uygun olduğunu ifade ettiler.

John Quincy Adams (altıncı başkan ve John Adams'ın oğlu), yenilip yerine anti-entelektüel Andrew Jackson gelmeden önce başkan olabilen son entelektüeldi.

Jackson, "doğa bilgeliğinin temsilcisi" olarak, doğanın verdiğinin eğitimin verdiğinden çok daha önemli olduğunu düşünüyordu.

Woodrow Wilson ve Franklin Roosevelt dışında, o zamandan bu yana başkanlık tarihinin çoğuna bu eğilim damgasını vurdu.

Başkan düşünce ile ilgili olduğunda bile, "Amerikan kimliği" içinde kökleşmiş güçler onun bu çabalarını engelliyordu.


Theodore Roosevelt'in (1901-1909) başkanlığı dönemine gelince, kendisine "uzmanların yükselişi" eşlik etti, çünkü ABD büyük bir sanayi güç haline gelmişti ve dünya dillerini, kültürlerini öğrenme ihtiyacı artmıştı.

Taylorizm hareketinin yaygınlaşmasıyla, yani endüstriyel üretimde uzmanlaşmanın ve verimliliğin teşvik edilmesiyle, sorunları belirleyen ve israfı kontrol eden uzmanların önemi arttı.

Ancak bu gelişme, yararlılığına ve gerekliliğine rağmen, deneyim ve soyut düşünme arasındaki ayrımı pekiştirdi.

Zamanla, "sağduyu", popüler olarak küçümsenen "teorileştirme" karşısında uzmanlığın destekçisi gibi görüldü.  

Bilindiği üzere başkan olmadan önce Columbia Üniversitesi'nin başkanlığını üstlenmiş olan Eisenhower, entelektüelleri "bildiklerinden daha fazlasını söylemek için çok fazla kelime kullanıyorlar" diye tanımlamıştı.

Ardından, 1960'larda, "sağduyu" savunucularının sivil haklar, kadınların özgürlüğü, Amerikan vatanseverliğinin antitezi olan savaş karşıtlığı gibi yeni dönüşümlere karşı çıkmalarıyla bir kültürel savaş patlak verdi.

"Kendi kendini yetiştirme" kapitalizmi, geçmişi küçümseme hastalığına yakalandı. ABD, taklit edilmek istenmeyen Avrupa'nın aksine "heykelsiz ve harabesiz bir ülke"ydi.

Avrupa "tarihten bahsederken" ABD "tarih yazıyordu."

Zenginlik dehayla ve zekayla ilişkilendirilse de, ideal Amerikalı dindar ve dini bütün çiftçi olmaya devam etti.

Para biriktirmek yerine faydalı olmayan şeyler üreten şüpheci aydına gelince, imandan, kararlılıktan ve ahlaki erdemlerden yoksun görülüyordu.
 


Hofstadter, Alexis de Tocqueville'ye dayanarak, işin bir değer sisteminin en önemli özelliği olduğunu düşünür.

ABD, eski aristokrasi olmadığı ve zenginlik hırsıyla rekabet eden hırslar olmadığı için iş ile rekabet eden bir sınıflar veya değerler sistemi tanımadı.

İş dünyası toplumun standartlarını böyle çizdi, öyle ki, din adamları dahil herkes iş adamlarını taklit etti ve mesleki standartlarını kendi standartlarına aşıladı.

Bu sadece entelektüeller ve toplumun geri kalanı arasındaki ilişkiyi karmaşık hale getirmekle kalmadı, aynı zamanda kültürü izole etti ve dişileştirdi (feminized).

Erkeklerin düşüncelere ve kitaplara ilgi duymadıkları ve bunları kadınlara bıraktıklarına dair erkeksi bir efsane yarattı.

Hakim eğitim metodu, pratik ve uygulamalı olanı teorik ve soyut olana, "sağduyu"yu sistematik bilgiye, kalbi akla üstün tutmaktadır.

Bu, ilk yerleşimcilerin sınırlayan zihniyetleri tarafından pekiştirilmişti. Bu dönemde öncelik dayanışmak ve kazanmaktı, ya bizimlesin ya da bize karşısın eğilimi hakimdi.

Kültürel zırvalar ve bileşik tutumlar boşa harcanmış bir çabaydı. Düşünceyle ilgilenmek bu nedenle bir "zaman kaybıydı."

Eğitim, sahibinin dilini, alışkanlıklarını, ikametgahını, sosyal ortamını değiştiren bir sınıfsal yükselmeden başka bir şey değildi.

Ek olarak, iyi öğrenci soru soran değil, cevabı bulandır. İyi öğretmen düşünmeyi teşvik eden değil, beceriler öğretendir.

ABD'yi bir düşünürler ülkesi değil, mucitler ülkesi yapan, oradaki hızlı kazanmanın araçsal farkındalığını güçlendiren şey de buydu.

Gerçekten de 20'nci yüzyıl, Amerikan entelektüellerinin Avrupa'ya göçüne tanık olurken, Nazizm'in yükselişiyle Yahudi entelektüellerin ABD'ye sığınması, dar kültürel yerelliğini kırdı.

Bununla birlikte, ABD'nin gücünün işaretlerinden biri, Hofstadter'in ABD'ye yönelik eleştirisini orada yaşarken, en iyi üniversitelerinde ders verirken, kitaplarını en önemli yayınevlerinde yayınlarken ve bunun için iki Pulitzer Ödülü alırken yapmasıdır.  

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

Independent Türkçe için çeviren: Beyan İshakoğlu

Şarku'l Avsat

DAHA FAZLA HABER OKU