Soğuk Savaş'ın eski kötü günlerinde, tanınmış bir akademisyenin (ve eski bir diplomatın) ABD ve Sovyetler Birliği'nin "kimin etkisini daha hızlı kaybedebileceğini görmek için amansız bir rekabete" girdiğini söylediğini hatırlıyorum. Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa sonra da, "Neyse ki Sovyetler kazanıyor" diye eklemişti.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Eski dönemde yaşanan bu büyük güç yarışıyla basit analojiler söz konusu olduğunda ihtiyatlı davransam da bu gözlem, Çin ve Amerikan dış politikalarının şu anki durumu için uygun bir tanım gibi görünüyor. Pekin de Washington da son bir ya da iki yıldır elde ettiği birkaç başarıya dikkat çekebilir ama genel itibarıyla ikisi de kendi kalesine gol atma sanatını mükemmelleştiriyor gibi görünüyor. Her iki ülkenin yurttaşlarının da minnettar olmak için nedenleri var: Liderlerinin ne kadar kötü bir performans sergilediği göz önüne alınırsa, diğer tarafın daha fazla avantaj sağlamamış olması küçük bir mucize.
ABD'yle başlayalım. Roma İmparatorluğu'ndan beri görülmemiş bir üstünlüğe sahip olduğu günleri hatırlayacak kadar yaşlıyım. Ne yazık ki hem Demokratların hem de Cumhuriyetçilerin yönetimindeki muhtelif ihmal ve görevlendirmelerin yol açtığı günahlar, tek kutuplu denilen devri boşa harcadı ve meydan okuyacak yeni güçlerin yükselişini kolaylaştırdı. Eski ABD Başkanı Bill Clinton ilk yanlış adımları atmış olsa da sorumluluğun büyük kısmından kurtuldu çünkü onun hatalarının (NATO'nun genişlemesi, çifte çevreleme politikası, acemice yürütülen bir Ortadoğu barış süreci ve aşırı hevesli küreselleşme çabası) sonuçları ülkenin başına iş açana kadar o ofisi terk etmişti. Başkan George W. Bush tepkilerin bazılarıyla (11 Eylül saldırıları gibi) başa çıkmak zorunda kaldı ve terörle mücadele için küresel kampanyalar başlatarak, Irak'ı işgal ederek ve 2008'de tehlikeli mali balonun patlamasına izin vererek hatayı iyice pekiştirdi. Başkan Barack Obama ekonomiyi başarıyla kurtarmış ve dünyanın birçok yerinde kişisel popülarite kazanmış olsa da akışın yönünü değiştiremedi ve biriken bu başarısızlıkların sonuçları, Başkan Donald Trump'ın hatalar saltanatının kapısını aralamaya yaradı.
Başkan olarak Trump iyi niyetin ve saygının nasıl boşa harcanacağını ve karşılığında da nasıl çok az şey elde edileceğini ya da hiçbir şey elde edilemeyeceğini gösterdi. Amerika'nın en yakın müttefiklerinden bazılarına defalarca ve haksız yere hakaret etti, daha yoksul uluslar için "bok çukuru ülkeler" dedi ve ABD'nin Latin Amerika'daki komşularını tecavüzcü, katil ve diğer tehlikeli tiplerle dolu yerler olarak tanımladı. İnsanların çoğunluğunun beyaz olmadığı bir dünyada ırkçılarla dava arkadaşı oldu ve seçim kampanyasını da tabanının kimi kesimlerinde bu tür duyguları körüklemeye dayandırıyor. Trans-Pasifik Ortaklığı, Paris İklim Anlaşması, İran Nükleer Anlaşması ve Kuzey Kore'yle ilgili kararları çok sayıda ülkeyi alarma geçirirken ABD'ye de kayda değer bir yarar sağlamadı. Birkaçının ismini vermek gerekirse Rusya'nın Vladimir Putin'i, Çin'in Şi Cinping'i, Suudi Arabistan'ın Muhammed bin Selman'ı, Filipinler'in Rodrigo Duterte'si ve Mısır'ın Abdülfettah Sisi'si gibi otokrat isimlere kucak açması ABD'nin ahlaki otoritesine zarar verdi. Dışişleri Bakanı Mike Pompeo'nun mutaassıp bir şekilde ahlak dersi vermesi, bakanlığını kötü yönetmesi ve hakiki diplomasiye yönelik ilgisizliği de pek yardımcı olmadı.
Sonuncusu ve en etkileyicisi, Trump'ın koronavirüs salgınını feci şekilde idare etmesi oldu. Bu durum ABD'yi yetersiz ve reform yapmaktan acizmiş gibi gösterdi ki bu gelişme, diğer ülkelerin bugünün zorluklarıyla nasıl başa çıkılacağıyla ilgili tavsiye ararken başka ülkelere bakmasını zorunlu hale getirdi.
Irish Times'ın yazarı Fintan O'Toole'un da kısa süre önce belirttiği gibi: Ülkeler art arda Amerikalıların gelişini engelliyor çünkü hastalığı yayacaklarından endişe duyuyorlar; onları kim suçlayabilir ki?
Bu durumun hırslı, yerinde duramayan ve giderek güçlenen Çin için bulunmaz bir fırsat olacağını düşünürsünüz. Pekin geçmişte Amerika'nın hatalarından yararlandı ve onları tekrarlamamaya dikkat etti. On dokuzuncu yüzyılın büyük kısmında yurtdışında beladan uzak duran ve enerjisini ülkesinde dünya klasmanında bir ekonomi inşa etmeye harcayan ABD gibi Çin de kendi kalkınmasına odaklandı ve ABD'nin bedeli ağır çıkmazlara ve iç karışıklıklara gömülmesini memnuniyetle izledi.
Fakat Amerika'nın son hatalarından yararlanmak ve daha duyarlı, daha sorumlu bir süper güç olarak konumunu pekiştirmek yerine son zamanlarda Çin, kendi yanlış dış politika uygulamalarına yenik düşüyor gibi görünüyor.
Öncelikle koronavirüs salgını Çin'de başladığı, Çin Komünist Partisi (ÇKP) erken müdahaleyi eline yüzüne bulaştırdığı ve daha sonra da Pekin sorumluluğunu inkar etmeye kalktığı için ülkenin itibarı zarar gördü. O zamandan beri hükümet durumu daha iyi yönetse de ilk hasar ortadan tamamen kaldırılamaz. Dahası, (Latin Amerika gibi) birkaç istisna dışında Çin'in maske, ilaç ve diğer türden yardımlar sunarak nüfuz kazanma girişimleri çoğunlukla ya geri tepti ya da yabancılara yardım etmeye yönelik hakiki bir çabadan ziyade kendi imajını aklamaya yönelik çıkar gözeten hesaplı bir hamle olarak algılandı.
Daha da kötüsü Pekin, gözdağı vermeye ve uzlaşmadan kaçınmaya yönelik bir angajmana dayanan, giderek daha iddialı ve savaşçı hale gelen bir yaklaşımla "Wolf Warrior" (2015 yapımı Çin savaş filmi -çn.) tarzı bir diplomasi yürütüyor. Bu tür bir politika giderek daha milliyetçi hale gelen Çin'de işe yarayabilir ama neredeyse diğer herkesi düşmanlaştırıyor gibi görünüyor. Yabancı liderlerin azarlanmayı, tehdidi ve cezayı hoş karşılayacağına dair garip bir düşünceye dayanıyor. Pekin koronavirüsün kaynağına dair bağımsız bir uluslararası soruşturma için Avustralya'nın yaptığı meşru ve tarafsız öneriyi pek de kibar olmayan bir şekilde reddederken (tahmin edilebileceği gibi), bu durum Avustralya'dan gelen sığır eti ve arpaya ağır gümrük vergileri getirilmesine ve geri adım atmadıkları takdirde Avustralyalıların ek yaptırımlarla tehdit edilmesine sebep oldu. Öngörülebilir sonuç? Çin'e daha etkili bir şekilde karşı çıkılması gerektiği konusunda Avustralya'da büyüyen bir fikir birliği. Daha yakın zamanlardaysa Çin'in Somali büyükelçisinin ülkenin ihtilaflı bölgesi Somaliland'in Devlet Başkanı Muse Bihi Abdi'ye yönetiminin Tayvan'la olan bağlarını azaltması için baskı yapması üzerine, Bihi toplantıyı sonlandırdı ve dışişleri bakanlığından Tayvan'la bağları geliştirmesini istedi. Birkaç hafta sonra Somaliland'den bir diplomat yeni bir temsilcilik açmak için Tayvan'a gitti.
Son olarak, geçen günlerde gerçekleşen Çin-Hindistan sınır çatışmaları ve Hong Kong'da katı bir yeni güvenlik yasasının dayatılması Çin'in uzun vadeli hedeflerine dair Asyalıların da Batılıların da endişelerini artırdı. Bir zamanlar Çin'le zıtlaşmak konusunda kararsız kalan ülkeler (Avustralya, Birleşik Krallık ve Almanya gibi) ABD politikasının yönü ve mevcut ABD başkanının değişken kişiliğine dair çekincelerine rağmen 5G teknolojisi gibi meselelerde Washington'a yaklaştı. Kısacası, Amerika'nın son hatalarından fayda sağlamak yerine Çin, Trump yönetiminin gaflarının kimi sonuçlarından muaf kalmasına yardım etti.
Etki kaybetmeye yönelik mevcut rekabetin bariz olan üç muhtemel sonucu var. Birincisi, bu durum siyaset bilimci Ian Bremmer'in "G-Sıfır Dünyası" diye adlandırdığı, belirgin tek bir lideri ya da kritik küresel sorunların üstesinden gelmek için bir araya gelen benzer fikirde ülkelerin oluşturduğu tutarlı bir koalisyonu dahi olmayan uluslararası düzeni güçlendiriyor.
İkinci olarak, hangi büyük güç aklını başına daha önce devşirirse onun gerçek bir fırsat elde edeceği düşüncesini telkin ediyor. Burada, ulusal bir seçim yapmak üzere olduğu için ABD'nin (en azından teoride) bariz bir avantajı var. Bu sebeple Amerikalıların görevdeki kifayetsiz başkanlarından kurtulma ve başka birini deneme fırsatı bulunuyor. ÇKP'nin 20. Parti Kongresi 2022'den önce gerçekleşmeyecek ve Şi Cinping'in iktidarda kalması (kesin olmasa da) muhtemel. Onun Çin'in daha iddialı uluslararası duruşunun baş mimarı olduğu düşünülürse, keskin bir değişim bittabi pek olası görünmüyor. Bununla birlikte Çin, diğer olumsuz gelişmelere çabuk tepki verdi ve üst düzey yetkililerin (Şi de dahil) son dönemdeki başarısızlıklarından ders alarak ihtiraslı gündemlerini daha ince ve daha etkin bir şekilde sürdürmeye devam etmesi gayet mümkün.
Eğer Trump ABD başkanı olarak kalırsa (ister meşru bir şekilde, ister hileli bir seçim sonucunda) ve Şi Ltd. Şti. son hatalarından doğru dersleri çıkarırsa Çin, küresel itibarını geliştirmek ve Amerika'nın yurt dışındaki bazı ortaklıklarının kuyusunu kazmak için yeni fırsatlara sahip olacak. Öte yandan, Amerikalı seçmenler kasım ayındaki seçimlerde Trumpçılığı kesin bir şekilde reddederse ve ÇKP dış dünyaya karşı kaba kuvvete dayalı Wolf Warrior yaklaşımını sürdürürse Çin'i nispeten yalnız bırakmak çok daha kolay olacak.
Fakat şimdi umutlarını başkan adayı Joe Biden'a ve onun çok tanıdık, tamamen ana akım danışmanlardan oluşan çevresine bağlamış olan Amerikalılara bir uyarı: Zamanı 2016'ya geri sarmak için artık çok geç. ABD'nin 4 yıldır kesintisiz bir türbülanstan geçişini izleyen diğer ülkeler, Trump gibi birinin tekrar seçilip seçilemeyeceğini merak ediyor. Biden'ın zaferi bölünmüş ulusu bir gecede birleştirmeyecek ve derine işlemiş partizanlık ABD dış politikası üzerinde meşum etkilerde bulunmaya devam edecek. Biden yönetimi, ülkedeki pandemi ve ekonomiyle uğraşmakla meşgul olacak ki bu durum, uluslararası büyük projeler için daha az zaman ve daha az kaynak bırakacak. Kasım ayında Demokratların kazanacağı zafer ABD'yi anayasal bir cumhuriyet olarak korumak için gerekli olsa da bir gecede ABD dış politikasını düzeltmeyecek.
Gerçi bir sonraki yönetimin Çin'e karşı daha akıllı ve daha etkili bir strateji geliştirme fırsatı var. Kısmen saf jeopolitiğe (yani Asya'daki ABD ittifaklarını güçlendirmeye) fakat bilhassa da Çin'in yapay zeka gibi alanlarda ortaya koyduğu teknolojik meydan okumanın üstesinden gelmeye odaklanacak. Bunu yapmak için de ABD'nin ileri düzey müttefikleriyle daha etkin çalışması, yurtdışından bilimsel ve teknik yetenekleri çekme çabalarını yeniden canlandırması ve düşük stratejik öneme sahip alanlarda (örneğin Afganistan) kamu kaynaklarını boşa harcamayı bırakması gerekecek. Aynı zamanda yönetim, Pekin'e karşı ideolojik bir soğuk savaş başlatmanın (Pompeo'nun Nixon Kütüphanesi'ndeki son yakınmasında ima ettiği gibi) Çin'i iç politikalarını değiştirmeye ikna etmeyeceğini ve bunun, ABD'nin desteğine ihtiyaç duyduğu müttefikleri alarma geçirmesinin daha muhtemel olduğunu kabul etmeli. Daha akıllı bir rekabet stratejisindeyse Pekin'le iletişim hatları açık tutulacak ve ülkelerin çıkarlarının örtüştüğü hususlarda (mesela iklim değişikliği, küresel sağlık, vb.) Çin'le işbirliği yapmaya çalışılacaktır.
Bir defasında bir arkadaşım dış politikayı lisede futbol oynamakla karşılaştırmıştı: Oyunu en şaşaalı oynayan takım değil de daha az top kaybı, penaltı, elle oynama ve hatalı pas yapan takım zaferi kazanma eğilimindedir. Sözün özü, genelde kazanan en az hatayı yapan takımdır. Bir sonraki ABD yönetiminin seleflerinden çok daha iyi olmak için dahi olması gerekmiyor (sadece Trump'ı kastetmiyorum). Şunda bir nebze de olsa teselli buluyorum: Kayda değer bir değişimin mümkün olduğuna inanmak için ayakları yere basmayan bir idealist olmak gerekmiyor.
* Stephen M. Walt, Harvard Üniversitesi Robert ve Renée Belfer Merkezi'nde uluslararası ilişkiler profesörüdür.
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Independent Türkçe için çeviren: Ata Türkoğlu