Hapishanelerin bugünkü modern şeklini alması sanıldığının aksine oldukça yeni bir durumdur ve henüz tam anlamıyla oturmuş bir sistem değildir.
Öte yandan hapishanelerin doğuşu da kültürden kültüre farklılık göstermekle beraber bazı toplumların tarihinde neredeyse hiç bulunmamıştı.
Buna paralel olarak suç dediğimiz kavram da oldukça tartışmalı bir meseledir.
Bugünün modern toplumlarında dahi hala yerleşik ve tüm toplumlarca geçerli bir suç tanımı bulunmamaktadır.
Buna rağmen neredeyse her gün suç olarak addedilebilecek yeni bir eylem ortaya çıkmaktadır; örneğin siber suçlar bu konuda oldukça tartışmalı bir saha olarak kabul edilmektedir.
Suç ve hapishane olgusu yalnızca hukukun çalışma sahasına terkedilemeyecek kadar önemli bir mesele olarak da karşımıza çıkıyor.
Hapishaneler kişinin cezalandırıldığı mekanlar mı; yoksa ıslah edildiği yerler mi?
Eğer bireylerin ıslah edildiği mekanlar şeklinde kabul edeceksek mahkum ya da tutuklu olarak kabul edilen kişiler nasıl süreçlerden geçecek?
Tamamen tecrit mi edilecekler; yoksa üretime katkı sağlayan bireyler olmaları mı sağlanacak?
Sayısını artırarak sorabileceğimiz bu soruların tamamı bugünün modern hapishane ve suç sosyolojisinin konusudur.
Oysa suç ve ceza insanlık tarihi kadar eski bir olgudur, Fouacult konuyla alakalı neredeyse söylenebilecek her şeyi “Hapishanenin Doğuşu” isimli eserinde söylemişse de Osmanlı’dan genç Cumhuriyetimize, mahpusluğun ve cezanın tarihi Batı tarihinden, önemli farklılıklar arz ediyor.
Tarihte aynı suça her zaman aynı tepki verilmedi
Faucalt, “Hapishanelerin Doğuşu” isimli eserinde hapishanelerin doğuşuna korkunç bir olayı aktararak başlar. Damiens isimli mahkumun 2 Mart 1757 yılındaki idam cezasını şöyle anlatılır;
Damiens 2 Mart 1757 yılında Paris Kilisesi’nin cümle kapısının önünde suçunu herkesin karşısında itiraf etmeye mahkum edilmişti; buraya elinde yanar halde bulunan iki ibre ağırlığındaki bir meşaleyi taşıyarak üzerinde bir gömlekten başka bir şey olmadığı halde iki tekerlekli bir yük arabasında götürülecekti, sonra aynı arabayla Greve meydanına götürülecek ve burada kurulmuş bir darağacına çıkartılarak memeleri, kalçaları, baldırları, kolları kızgın kerpetenle çekilecek; babasını öldürdüğü bıçağı sağ elinde tutacak ve kerpetenle çekilmiş yerlerine erimiş kurşun, kızgın yağ, kaynar reçine ve birlikte eritilen balmumu ile birlikte kükürt dökülerek sonrada bedeni dört ata çekilerek parçalanacak ve vücudu ateşte yakılacak kül haline getirilecek ve bu küller rüzgarda savrulacak.
Burada Damiens’e uygulanan yöntemi hangi değer veya inanç sistemi ile açıklamak mümkündür?
Bunu Osmanlı ceza hukukundaki kısas ile karşılaştırmak dahi abesle iştigaldir; ama Damiens’in hikayesine geri döndüğümüzde daha da enteresan noktalarla karşılaşıyoruz;
Atların her biri bir celladın yönetiminde olmak üzere organları kendi doğrultularında bir kere çektiler. Bir çeyrek saat sonra aynı merasim tekrarlandı ve birçok kez tekrarlanan denemeden sonra atlar sonunda çekildi. Yani sağ kola bağlı olanlar kafaya doğru, kalçaya bağlı olanlar kollara doğru döndürüldüler. Bu çekişler birçok kez başarısız bir şekilde tekrarlanmıştı. Kafasını kaldırıyor ve kendisine bakıyordu. Kalçaya koşulan atların önüne iki tane daha bağlamak gerekmişti. Bu da atların sayısını altıya çıkarıyordu; ama gene de başarı elde edememişti.
(Foucalt, - Hapishanelerin Doğuşu)
Aslında kısas olarak bilinen cezanın köklerinin Antik Yunan dönemine kadar uzandığı bilinmektedir.
Bir kişiye işlediği suça göre; “zehirleyerek, iple asarak, topuzla vurarak, kılıçla keserek, boğarak, yakarak, uçurumdan atarak öldürme cezası” (Mehmet Kurt- Ceza İnfazı ve Kurumların Sorunları) verilmekteydi.
Romalılara gelindiğinde ise bir kişiyi ceza olarak değil, ama cezası netleşene kadar tutulması için “tullianum” isimli yerler inşa edilmişti ki bunları ilk hapishaneler olarak kabul edebiliriz.
Osmanlı hukukunda ceza ve hapishanenin doğuşu
İslam hukukunda ceza öncelikle suçluyu telef etmeyi reddeder, çünkü insan tabiatı gereği kutsal kabul edilir. Başka bir ifadeyle; Damiens’inkine benzer bir idam şekli kesin hatlarla reddedilir.
Cezada ise suçu dengelemesi gözetilir; en önemlisi de verilen cezanın önleyici ve ıslah edici olması beklenir.
Bu sebeple asli ceza bedene yöneliktir, beden; statü, ırk, cinsiyet ya da derinin renginin önemi olmaksızın herkes de aynı acı tesiri uyandıracağı kabul edildiğinden en caydırıcı yöntem olarak kabul edilmişti; fakat İslam hukukunda bunda aşırıya kaçmak söz konusu değildi.
Bu anlayış Osmanlı’ya da sirayet etmiş ve bedene uygulanan cezalar şu şekilde tanımlanmıştı: Dayak, uzuv kesme ya da idam.
Bedeni cezaların dışında kalebentlik, kürek, sürgün ve hapis gibi cezalara ta’zir denilirdi ki daha yaygın olarak uygulanırdı.
Had cezası olarak bilinen ceza ise yedi suça uygulanırdı ki bunlar sırayla zina, iffete iftira (kazf), içki içmek, hırsızlık, yol kesme, dinden dönmek ve devlete isyan suçlarıydı.
Hangi suça ne ceza verilirdi?
Zina suçu, had suçlarından bilinirdi ve bu suçun cezası genellikle sürgündü; fakat bu suçun ispatı için en az 4 şahit olması gerekirdi, aksi halde bu kez müddei kazf denilen iftira cezasına çarptırılırdı ki bunun cezası 100 sopaydı.
Bir kadın ya da erkeğin 4 defa üst üste zina ettiğinin anlaşılması durumunda şu cezalar uygulanırdı; öncelikle teşhir edilerek utandırılırlardı, uslanmazlarsa sürgün edilirlerdi.
Eğer ki sürgün sonrası yine uslanmazlarsa kalıcı sürgüne gönderilirlerdi. Kalıcı sürgüne gönderildiklerinde dahi uslanmamışlarsa sert mizaçlı bir kadı onları recmettirebilirdi ki bu çok nadir görülürdü.
19'ncu yüzyılda meydana gelen büyük savaş ve göçler sonrası ise hastalıkların yaygınlaşması üzerine Osmanlı, umumhaneleri kurumsallaştırarak zinayı yasal yollar kullanarak denetim altına almıştı.
Zamanla zina ve benzeri suçlar ancak muhafazakar mahallelerde cezai yaptırımın uygulanabildiği yasaklar haline gelmişti. Yani pratikte yasağın bir karşılığı kalmamış; ama kanunen hala yasak olarak kabul edilmekteydi.
Osmanlı’da en hassas olunan suçlardan biri de Müslüman ahaliden bir kişinin içki yasağını delmesiydi. Bu yasak Osmanlı yıkılırken bile uygulanmış ve taviz verilmeyen kanunlardan biri olarak korunmuştu.
Ceza olarak ise teşhir, sopa ve hapse atma cezalarının uygulandığını görüyoruz. Gayrimüslim mahalleleri ise bu yasağın dışında tutulmuş; ama kutsal günlerde bu bölgelerde de denetimler yapılarak Müslüman ahaliden kimselerin olup olmadığı araştırılırdı.
Devlete isyan, dinden dönme ve eşkıyalık gibi cürümler devletin en keskin olduğu suçların başında gelirdi ve çoğunlukla idam ile cezalandırılırdı.
Osmanlı’da hapishanelerin doğuşu
Osmanlı Devletinde suç işleyen kişiler kale burçlarında tutulurdu. Kale burçları karanlık ve havasız olması sebebiyle Farsçada karanlık, boğucu yer anlamına gelen zin-dan kelimesi kullanılırdı.
Yedikule, Baba Cafer ve Tersane Zindanları Osmanlı döneminde büyük şöhrete sahip hapishanelerdi.
Osmanlı’da zindanlar bir ceza yeri değildi, ceza verilene kadar bekletilen yerin adıydı yalnızca. Bu yüzden zindanda kalan mahkumların koşulları devletin sorumluluğunda olmazdı.
Buralarda yatan mahpusluklara hayırseverler sahip çıkardı; fakat 1831 yılından sonra hapishanelerin kişinin işlediği suça yönelik bir ceza olarak kabul edilmesiyle beraber zindanlar yerlerini hapishanelere bırakmıştı.
Özgür Yıldız, “Osmanlı Hapishaneleri üzerine bir değerlendirme: Karesi Hapishanesi” isimli makalesinde bu değişim sürecini şöyle naklediyor;
Bu amaçla, İstanbul zindanları 1831’de kaldırıldı ve İbrahim Paşa Sarayı’nın bir kısmı Hapishane-i Umûmi haline getirildi. Osmanlı Devleti’nde hapis cezası ise ilk kez Tanzimat döneminde kabul edilen 1840, 1851 ve 1858 tarihli ceza kanunlarıyla kabul edildi.
Zira Osmanlı Devleti’nde Tanzimat’a kadar hukuk nazariyesiyle ve tatbikatı ile ilgili büyük bir değişikliğe rastlanılmamaktadır.
1840’tan sonra gerçekleştirilen yargı reformu, Osmanlı mahkemelerine yeni düzenlemeler getirdi ve Avrupa’dan etkilenilerek yapılan yargı reformu hareketi Avrupa tarzı hapishanelerin de oluşmasına zemin hazırladı.
Bir kişi artık işlediği suçtan ötürü doğrudan bedeni bir ceza almayacaktı; ama hapis yatacaktı. Bu mahpusluk kalebentlik olursa kişi çok ağır bir suç işlemiş demekti; fakat daha basit bir suç işleyen kişiler hapishanelere atılırlardı.
Hapishaneler ise kısa süre içinde siyasal iktidarların muhaliflerini kolayca ortadan kaldırabildikleri birer aygıta dönüşmesi genç Cumhuriyetimize intikal eden kötü miraslardan biriydi.
Mutlak iktidarların elindeki en sert sopa olan hapishanelerden nasibini alan birkaç isim ve hikayeleri kısaca şöyle sıralanabilir;
Türk romanının kabadayısı: Kemal Tahir
Bahriye Davası olarak bilinen bir soruşturma sonucu Nazım Hikmet, Hikmet Kıvılcımlı, Kerim Korcan ve Emine Alev gibi isimlerle mahkemeye çıkartılıp tutuklanmıştı.
Kemal Tahir’in hapis yatmasına sebep olan mahkeme kararında suçu şöyle tarif ediliyordu;
Kitaplar vasıtasıyla fikri telkinlerde bulunduğu, bu suretle maznunun askeri isyana tahrik ve teşvik suçunu işlediğine tam bir vicdani kanaat hasıl olmuştur…
Türk romanının en büyük isimlerinden biri olarak kabul edilen Kemal Tahir, orduyu askeri bir kalkışmaya teşvik ettiği gerekçesiyle tutuklanmıştı.
Üstelik bu karar delillerin ışığında değil, mahkeme reisinin vicdani kanaatiyle alınmıştı. Elbette ki kararın arkasında siyasi iktidarın iradesi söz konusuydu.
Türk romanın kabadayısı tutuklanarak cezaevine gönderildi ve uzun süre hapisten kurtulamadı.
Bahriye Davası sebebiyle hapishaneye düşenlerin pek çoğu ancak siyasi iktidarın değişmesi sonrası hapishaneden kurtulabilecekti.
Siyasi irade değişince vicdani kanaatlerin de değişmesi pek uzun sürmüyordu. Başta Nazım Hikmet olmak üzere çoğu kişi Adnan Menderes’in Başbakanlığını yaptığı hükümet affıyla salınmıştı.
Rüzgar tersine dönünce: Nihal Atsız
Nihal Atsız, gözünü budaktan sakınmayan bir yazardı. İkinci Dünya Savaşı'nın, Nazi Almanya’sı aleyhine dönmesi üzerine içerideki milliyetçi gruplar hükümetin hedefi haline geldi.
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü 19 Mayıs 1944 yılında Nihal Atsız’ı hedef alan sert bir konuşma yaptı; bunun üzerine Nihal Atsız ve arkadaşlarına yönelik “Irkçılık Turancılık” davası açıldı.
Nihal Atsız, 1 yıla yakın süren mahkemelerin sonucunda tutuklanarak hapse atılır. Bu vaka yalnızca sol cenahın değil, sağcı grupların da mutlak iktidarın hapishane sopasından fazlasıyla mağdur olabildiğini göstermişti.
Nihal Atsız ve arkadaşlarının tutuklanmaları tamamen politik olduğu aşikardı. İkinci Dünya Savaşı boyunca tarafsızlığını koruyan Türkiye, bu ve benzeri adımlarla müttefiklerine mesaj gönderiyordu.
Kerim Korcan hapse girmeseydi belki de Tatar Ramazan olmayacaktı
Bahriye Davası’nda iktidarın kafasına hapishane sopasıyla vurduğu tek muhalif Kemal Tahir veya Nazım Hikmet değildi.
Kerim Korcan da aynı davadan yargılanarak hapishaneye düşmüştü.
Nazım Hikmet, Kemal Tahir, Orhan Kemal ve daha nice önemli aydın roman ve şiirlerinde hapishane temasını işlemişse de Korcan’ın hapishanede yarattığı Tatar Ramazan’ın özel bir yeri vardı.
Tatar Ramazan hem sistemin kendisine hem de hapishane içinde oluşan minik mutlak iktidarlara karşı haklının sesiydi;
Benim adım Tatar Ramazan! Ben bu oyunu bozarım.
…
İnsan bunca zulüm, bunca haksızlık görür de rahat yatabilir mi? O zaman ben de ortaya fırlarım ve adama dur derim. Devlet adil olduğu sürece güçlüdür.(Tatar Ramazan – 1990 Film)
Yaşar Kemal, Necip Fazıl Kısakürek, Kemal Tahir, Nazım Hikmet, Orhan Kemal, Aziz Nesin gibi bir çırpıda sayılabilecek isimlerin ortak noktası eleştirel tavırları ve hapishanelerin müdavimi olmalarıydı.
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish