Son zamanlarda, televizyonlarda uluslararası ilişkiler ve dış politika meselelerini değerlendiren çok sayıda konunun uzmanı olmayan kişilere ilaveten, alanlarının çok dışında görüş beyan eden akademisyenler var.
Konuyu bütün derinlikleriyle ele almadan, canlı yayında sadece tek boyutlu ve reaksiyoner bir şekilde ele alarak, stratejik konularda komplo teorilerine dayanarak ya da popülist söylemlerle kamuoyuna bilgi sağlanması mümkün değil.
Bu tarz yorumlar ayrıca devlet aklına ve akil insan erdemine ters düşer. Bu sansasyonel söylemlerle ancak bilgi kirliliği oluşturuluyor.
Sayın Müstafi Tümamiral, Doç. Dr. Cihat Yaycı'nın 9 Ekim'de, Konya Büyükşehir Belediyesi Kariyer Destekleme Merkezi (KADEME) Diplomasi 360 programının açılışında yaptığı konuşmada haklı olarak değindiği gibi, "kahvede konuşur gibi" diplomasi ve dış politika yürütülmemeli.
Akademisyenlerin ve dış politika karar vericilerinin, birçok konuda görüş ayrılıklarının olması doğal.
Ancak temel ilkeler ve prensipler konusunda daha bilinçli davranılmalı.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Örneğin, Atatürk ve cumhuriyet döneminden günümüze devam eden "Yurtta barış, dünyada barış" gibi ilkelere uymanın önemi, evrensel insan hakları gibi değerlerin vazgeçilmez oldukları ve uluslararası hukuka dayalı "tanıma" ve "anlaşmalara uyma" (ahde vefa) gibi temel prensiplerin devletlerarası meseleleri düzenledikleri kabul edilir.
Bu konularda dünyada çok eksiklikler olsa da korkunç katliamlar, soykırımlar yaşansa da ilkesel olarak uluslararası hukuk ve evrensel insan hakları gibi prensiplere göre hareket edilmesi gerektiği kabul edilir.
Maalesef, rasyonel ve sağ duyulu telkinlerde bulunması gerekenler, canlı yayınlarda "kahvede konuşur gibi" dış politika hakkında yorumlarda bulunuyorlar.
Yazıma devam etmeden evvel, Konya Büyükşehir Belediyesi'ni ve diplomasi 360 programını organize eden KADEME ekibini ve bu programa katılmama vesile olan Doç. Dr. Önder Avşar ile Mehmet Tirnaksız'a teşekkür ederim.
Lansmana gelen katılımcılara, açılış konuşması yapan kıymetli büyüklerimize, organizaysonu mümkün kılan herkese, Konya Büyükşehir Belediyesi'ne, dinlemeye gelen değerli Sosyal İnovasyon Ajansı Başkanı Sayın Ali Güney'e teşekkür ederim.
Bu tarz gençlere yönelik programlar, bir yandan dış politika, diplomasi ve ulusal çıkarların korunması ile ilgili bilgi ve deneyimlerin aktarılmasına vesile olurken, diğer yandan da evrensel ilkelerin öneminin vurgulanması için de bir fırsattır.
Konya Selçuk Üniversitesi'nden değerli meslektaşım Doç. Dr. Önder Avşar Hocamızla konuştuğumuz gibi, Mevlana'nın kenti, Anadolu Selçuklu'nun Dar-ül-Mülkü, kadim kent "Konya'dan Dünya'ya" evrensel insan hakları ile ilgili önemli çalışmalar çıkarabilecek bir "akademi" oluşabilmesini temenni ederek yazıma devam ediyorum.
Uluslararası ilişkiler alanında doçentlikteki çalışma alanlarımdan bazıları küreselleşme, Ortadoğu ve bölge çalışmaları, enerji güvenliği ve su güvenliği konularını kapsıyor.
Bu alanlarda uluslararası yayınlarım olması sebebiyle (Prestijli Middle East Policy dergisinde yayımlanan Birleşik Arap Emirlikleri Nükleer Santrali hakkındaki makalemiz gibi; nükleer enerji konusuna değinme ihtiyacı hissettim.
Uluslararası ilişkiler disiplininde nükleer enerji ve güvenliği konusunu benden daha kapsamlı değerlendiren hocalarımız elbette var.
Örneğin, Bilkent Üniversitesi'nde yüksek lisans ve doktora derslerini aldığım hocam Prof. Dr. Mustafa Kibaroğlu ve aynı bölümde doktorasını tamamlayan değerli meslektaşım Doç. Dr. Şebnem Udum gibi, "nükleer silahsızlanma" konusunda uzman akademisyenlerin bu alanda çok bilgili olduklarını da baştan belirtmeliyim.
Hatta nükleer enerji alanında bildiklerimin önemli bölümünü de Mustafa hocamın derslerinde öğrendiğimi söyleyerek yazıya devam ediyorum.
Nükleer enerji, güvenli şekilde uygulanırsa, havaya emisyon salınımı olmayan ve kesintisiz elektrik sağlayabilecek önemli bir stratejik kaynaktır.
Ancak hem nükleer atıkların yönetimi hem de olası bir kazanın felaketle sonuçlanabilmesinden dolayı riskleri olan bir teknolojidir.
Ayrıca, uranyum zenginleştirme faaliyetlerinin nükleer enerji santralleri için kullanılması uluslararası denetimleri tabidir.
Türkiye, Akkuyu Nükleer Güç Santrali projesi nedeniyle, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) (International Atomic Energy Agency – IAEA) tarafından denetimlere tabidir; bu alanda uluslararası hukuk kapsamında taahhütlerde bulunmuştur.
Yukarıda "ahde vefa" ilkesinin uluslararası hukukun ve devlet itibarının önemli bir ilkesi olduğunu da bu vesileyle hatırlatmak isterim.
Türkiye, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleyen Antlaşma'ya (Non-Proliferation Treaty - NPT) taraf bir ülke ve nükleer enerjinin sadece barışçıl amaçlar için yani enerji üretimi için kullanılacağını beyan edip anlaşmayı meclis onayından geçirerek de tasdik etti.
Türkiye, 1968'de Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması'nı (NPT) imzaladı ve 1970'te onayladı.
Uluslararası nükleer enerji rejimini NPT kapsamında denetleyen ve ihlal eden ülkeleri Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi'ne (BMGK) yaptırım uygulanması için bildiren kurum Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'dır (UAEA).
BMGK'ya daimî üye olan 5 ülke yani Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "Dünya 5'ten büyüktür" diye kastettiği ve NPT kapsamında nükleer silahları bulunan ülkeler; ABD, Çin, Fransa, İngiltere ve Rusya'dır.
Bu rejimi ihlal eden veya ettiğinden şüphe duyulan İran ve Kuzey Kore gibi ülkeler çok ağır uluslararası yaptırımlara tabiler.
Zaten kırılgan olan ve enflasyonla mücadele bedelinin, cefasını vatandaşların çektiği ağır bir ekonomik toparlanma süreci yaşıyoruz.
"Türkiye'nin nükleer silah edinme vakti gelmiştir" tarzında demeçler bahane gösterilerek, Türkiye'nin nükleer silah edinme arzusu yönündeki en ufak asılsız iddialar dahi ekonomik toparlanma sürecini derinden sarsabilir.
OECD ülkeleri arasında halen tüketici fiyatları ve "başlık enflasyonun" (headline inflation) en yüksek olduğu ülke Türkiye.
Bu kırılganlık karşısında düşünmeden edilebilecek en ufak ima dahi ekonomimize zarar vermeye namzettir.
Nükleer silahlara sahip oldukları bilinen ancak NPT'ye hiçbir zaman taraf olmamış ülkeler arasında Hindistan, Pakistan ve İsrail bulunuyor.
Bu ülkelerin hiçbiri NATO üyesi değildir. İran bu anlaşmaya eskiden taraf olmuş ancak bu hususta özel müzakere süreçleri yürütüldü.
Ermenistan kaynaklarına göre İran belki bir nükleer silah test etmiş olabilir.
Bilkent'den yüksek lisans hocam Prof. Dr. Hasan Ünal'ın da belirttiği gibi, henüz doğrulanmasa da İran'ın, eğer yaptıysa, böyle bir testi, elinde yeterli malzeme olmadan yapmayacağını unutmamak gerekir.
Teyit edilmese dahi bu olasılığın gerçek olma ihtimalini göz ardı etmemek gerekir.
Her halükârda, nükleer bir İran'ın bütün bölgesel dengeleri alt üst edebileceğinin, bölgeyi güvensizlik sarmalına iyice sürükleyebileceğinin ve bu durumun Türkiye'yi hiçbir şekilde daha güvenli kılmayacağının altını çizmek isterim.
Bu hususta, bazı yorumcular ve akademisyenler nükleer silahlara sahip olunması gerektiği konusunu canlı yayda, Türkiye'nin mevcut uluslararası antlaşmalar ve hukuktan doğan sorumluluklarının aksine, "Türkiye'nin nükleer silahlara sahip olması gerekir" yönünde açıklamalarda bulunuyorlar.
Bu argümanların bir bölümü ABD'den John Mearsheimer'in 1993 tarihli Foreign Affairs dergisinde yayımlanan ve Ukrayna'nın neden nükleer caydırıcılığını muhafaza edebilmesi gerektiğine yönelik makalesine atıfta bulunurlar.
Lakin mevcut uluslararası anlaşmalara dayalı düzen henüz tamamen çökmüş değil.
Aksine BM'de reform isteyenler dahi düzenin çökmesinden ziyade daha dengeli olması gerektiğini vurguluyorlar.
Mearsheimer'in söylemlerinden yola çıkarak, giderek daha fazla ülkenin nükleer silahlara sahip olması gerektiğini savunan varsayımlar, mevcut uluslararası antlaşmalara dayanan düzenin tamamen çöktüğünü varsayımına sebep olabilir (merkezi devlet yapılarının zayıfladığı neo-ortaçağcılık senaryoları gibi).
Ayrıca, daha çok ülkenin nükleer silah sahibi olması durumunda, yeni nükleer silah kabiliyetleri geliştiren ülkelerden bazıları, nükleer silahları güvenli şekilde muhafaza edebilecek yeterli altyapıya ve rasyonel yönetimlere sahip olmayabilirler.
Bu durum da güvensizlik ve risk ortamını artırır.
NATO Review'da yayımlanan de Dreuzy ve ve Gilli'nin Kasım 2022'deki yazılarında, Ukrayna'nın nükleer altyapısının yetersizliğine değiniyorlar.
Buna karşın, Türkiye'nin de üyesi olduğu NATO'nun nükleer bir ittifak olması sebebiyle üye ülkeler lehine nükleer caydırıcılık ve savunma şemsiyesi oluşturan bir ittifak olduğunu belirtiyorlar.
Dolayısıyla, dünyanın en önemli kolektif güvenlik kuruluşu ve savunma ittifakı olan NATO'nun Küresel Jeopolitik krizlere ve belirsizliklere karşı ne derece kıymetli bir "sigorta" olduğunu Finlandiya ve İsveç'in 2022 sonrası üye olmalarından anlaşılmalı.
Türkiye'nin halen NATO'dan çıkması yönünde çağrı yapan, tek boyutlu düşünen yorumculara, Türkiye'nin bu güvenliğine yönelik sigortadan vazgeçmesi durumunda olası bir nükleer tehdit karşısında nasıl bir önlem alabileceğini sormak gerekir.
Genelde bu hususta ancak "kahvehanedeki sohbetlere benzer" cevaplar duyuyoruz.
Örneğin, Türkiye'nin ayrılması durumunda Güney Kıbrıs Rum Kesimi ile ilgili NATO çerçevesindeki oluşumları da Türkiye veto edemeyebilir (Güney Kıbrıs Rum Kesimi ile NATO üyesi bazı ülkeler arasında, Türkiye'nin şiddetle kınadığı yeni bir dizi anlaşmalar yapılmıştır).
Türkiye NATO mekanizmalarında yer almazsa, dengeler iyice Türkiye'nin aleyhine bozulabilir.
Bunu dahi hesaba katmadan yaptıkları yorumun nereye vardığını düşünmeden konuşan yorumculara bunu ciddiyetle hatırlatmak isterim.
Benzer şekilde, tek boyutlu düşünen bazı yorumcular da sırf İsrail'e odaklanarak ve bir "varsayım" üzerine Malatya Kürecik‘deki NATO radar tesisinin kapatılması gerektiğini iki kere düşünmeden zikrediyorlar.
Aynı mantıkla İncirlik dahil bütün NATO üslerinin de kapatılması gerekir.
Bunu söyleyemeyen bu şahıslar, bir "savunma erken uyarı" sisteminin yani bir "alarm" sisteminin sökülmesini isteyerek aslında tamamen ulusal güvenliğimizin tehlikeye atılmasını öneriyorlar.
Sağ duyulu bir kişi kendi anavatanının güvenliğini riske atacak bu tarz bir öneriyi sırf bir "varsayım" üzerinden teklif dahi edememeli. Ediyorsa da onun rasyonel düşünce kabiliyeti sorgulanmalı.
Rasyonel argümanlarla NATO'un faydalarını yeniden çok boyutlu analiz ederlerse, Türkiye'nin NATO için ne kadar önemli olmasının yanı sıra, NATO'nun da Türkiye'nin ulusal güvenliği için ne derece vazgeçilmez olduğunu idrak edeceklerdir.
Sonuç olarak, yeniden bu tarz "canlı yayın" demeçlerinin ekonomiye olumsuz etkilerini yeniden değerlendirmek isterim.
Türkiye'ye haksızlık eden ve sürekli Türkiye'nin kimliğini sorgulayan, Türkiye'yi eksen kaymasıyla suçlayan, Türkiye'nin çok yönlü politikasını sindiremeyen art niyetli kesimler var.
Bu kesimler, hemen bu tarz "canlı yayınlarda", "Türkiye'nin nükleer silah edinme zamanı gelmiştir" benzeri demeçte bulunan ve giderek bunu tekrar eden kişilerin demeçlerini kullanıp ülkemiz hakkında asılsız iddialar ortaya atabilirler.
Bu demeçte bulunanların ekonomimize ve doğrudan yabancı yatırımların gelmesi hususunda, istemeyerek de olsa, yaratabilecekleri olumsuz etkileri olacaktır.
Sırf bu yorumcular "canlı yayında" sansasyonel yorum yapacaklar diye bu kadar bilgi kirliliği ve boş tartışma yaratmaya hakları yoktur.
Aksine, onları sağ duyulu davranmaya ve uzun vadeli devlet aklıyla olayları analiz etmeye davet ediyorum.
Bölgemizde nükleer silahsızlanmanın ve NATO Caydırıcılığı ile oluşan savunma şemsiyesinin önemini idrak edebilmeleri önemli.
Bunu idrak edebilen yayın yönetmenleri de sağ duyulu rasyonel görüşlere daha çok yer vermeleri gerekir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish