İran'ı bilmeyen sözde İran uzmanları, yıllarca İran'ın ne kadar güçlü olduğunu anlatıp durdular.
İran'ın son yıllarda ne kadar geliştiğinden, Sipahi Pasdaran adı verilen devrim muhafızlarının esrarengiz savaş kabiliyetinden vesaire söz ettiler.
Oysa İran'ı övüp arşa çıkaran bu uzmanlar ne tek kelime Farsça bilir ne de İran'ı görmüştür.
Bense yıllardır İran'ın kof, bomboş bir ülke, kâğıttan kaplan olduğunu iddia ettim.
Bu iddiam elbette TV ekranlarından ve basından edinilen bölüp pörçük bilgilere değil, İran dili, kültürü, tarihi ve edebiyatına olan derin bilgiye, İran'da geçirilen yıllara ve İranlılarla yaşanan acı tatlı deneyimlere dayanıyor.
Hemen belirtelim, İran ve Afganistan'da ağırlıklı olarak Fars kültürü hakimdir.
Ben de Afganistan'da doğup büyümüş biri olarak Fars kültürü içinde yetiştim.
Dolayısıyla, Fars kültüründe yetişen bir insanın zihniyetini, düşünce dünyasını iyi bilirim.
Ayrıca çocukluğumda, İran-Irak Savaşı'nın başlangıç yıllarında mülteci olarak ailemle bir süre İran'da yaşadım.
Buna ek olarak Almanya'da yıllarca İranlılarla bir arada yaşadım, yakın arkadaş çevremde bir sürü İranlı vardı.
Dolayısıyla İran'ı ve İran kültürünü iyi bildiğimi iddia edebilecek durumdayım.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Elbette İran 1,5 milyon kilometrekareyi bulan muazzam coğrafyası, yeraltı zenginlikleri ve 80 milyonu aşan nüfusuyla büyük ve güçlü bir ülke görünümde.
Ama fiziki ve coğrafi büyüklüğüne yakışır (siyasi ve askeri) bir güce sahip değil.
Tarihteki binlerce örnekten yakın zamana ait küçük bir örnek vermek gerekirse, 1980'lerdeki İran-Irak Savaşı'nda İran'ın 2 kenti 8 yıl boyunca Saddam'ın elinde kaldı.
İran bunu ancak (savaşarak değil) barış yaparak geri alabildi.
Humeyni o sırada, "Saddam'la barış yapmak benim için zehir içmek gibi oldu" demişti, nitekim bundan kısa süre sonra da öldü.
1997'de Taliban, Mezâr-ı Şerîf kentinde İran Konsolosluğu'nda çalışan 11 İranlı diplomatı asınca, Humeyni rejimi Afgan sınırına 100 bine yakın asker yığmış ve Afganistan'ı işgal etme tehdidinde bulunmuştu.
Onların karşında yer alan 5 bin kadar baldırı çıplak Taliban militanı ise, "erkeksen gel" şeklinde meydan okumuş, ama tek bir İran askeri bile cesaret edip Afgan toprağına ayak basamamıştı.
Bu tür örnekleri milattan önce Büyük İskender'in 50 bin kişilik ordusuyla 1 milyonluk İran ordusunu nasıl darmadağın ettiğinden başlayıp günümüze kadar sıralamak mümkün ama gerek yok.
İran'ın ciddi bir tehditle karşılaştığında tarih boyunca takındığı tavrı özetlemek gerekirse; önce "asarız, keseriz, yok ederiz" gibi büyük laflar eder ancak sıra uygulamaya gelince hiçbir şey çıkmaz.
İranlılar Şii inancı gereği son derece duygusaldır, o yüzden duygularını uluorta sergilemekten çekinmezler.
Kasım Süleymani'nin cenazesi sırasında İranlı generallerin TV ekranlarında hüngür hüngür ağlaması, hatta Hamaney'in bile gözyaşlarına boğulması, bunun en tipik örneğidir.
Ayrıca, İranlılar tabiatları gereği her şeyi çok abartırlar, dostluk gösterileri de düşmanlık gösterileri de son derece abartılıdır, oysa ne dostlukları samimidir ne de düşmanlıkları ciddi.
40 yıldır Amerika'ya ölüm diye bağırmalarına karşın, başta ABD ve Kanada olmak üzere Batı'ya gizli bir hayranlık duyarlar.
Nitekim tüm seçkin İranlılar (buna rejim içindeki mollaların ve üst düzey bürokratların aileleri de dahil) bir yolunu bulup Batı'ya gitmeye çalışır.
Her türlü önyargıdan uzak bir şekilde, 2 bin yıllık tarih ışığında basitçe söylemek gerekirse, İran her koşulda Türkiye'nin düşmanıdır veya yumuşatarak söylersek, hiçbir zaman Türkiye'nin dostu olmamıştır.
Bunda Selçuklulardan başlayarak yaklaşık bin yıl boyunca İran'ın Türklerin hakimiyetinde kalmasının payı büyüktür (250 yıllık Selçuklu hâkimiyeti, ardından 1500'den 1925'e kadar süren Türk asıllı Safevi, Avşar ve Kaçar hanedanı hakimiyeti).
İran'ın Türk düşmanlığına karşın Türk hükümdarları her zaman İran dili ve edebiyatının büyük hayranı, hamisi ve destekleyicisi olmuştur.
Gazneli Mahmut İranlı şair Firdevsi'nin dev eseri Şehname için binlerce altın sikke hediye ederken, Firdevsi İran'la Türk yurdu Turan arasındaki ezeli rekabeti ve savaşları anlattığı söz konusu eserinde Türkleri yerin dibine batırmıştır.
Eserde efsanevi İran kahramanı Zaloğlu Rüstem her seferinde ezeli düşmanı Afrasyab'ın saldırılarını bertaraf ederek İran'ı büyük bir tehlikeden kurtarmaktadır.
Afrasyab, kötü niyetli, sinsi, zalim ve merhametsiz bir düşmandır, yani kötü karakterdir. İyi karakterse, İranlıların kahramanı, mert, yiğit, aslanlar aslanı Zaloğlu Rüstem'dir.
Hemen belirtelim, İranlıların Afrasyab'la kastettikleri, Türk hakanı Metehan'dır.
Bu açık Türk düşmanlığına karşın gerek Türk hükümdarları gerekse Türk halkı Zaloğlu Rüstem efsanesini çok sevmiş, Rüstem Anadolu'da bile mertliğin, yiğitliğin, dürüstlüğün sembolü olmuştur.
Aynı şekilde Selçuklu ve Osmanlı sultanları da İran dili ve kültürünün büyük hayranı olmuşlardır.
Selçuklular İran'ı fethettikten sonra Farsça'yı imparatorluğun resmi dili yapıp yetenekli İranlı vezir Nizamulmülk'ü de baş vezir (başbakan) olarak devletin başına getirirken, Osmanlıların her Batı seferinde İran arkadan saldırdığı halde Osmanlı sultanları Farsça öğrenmiş, hatta öğrenmekle kalmamış Farsça şiir divanları yazmıştır.
Bunca dostluğa, ilgiye, alakaya ve hayranlığa karşın bitmez tükenmez bir kin ve düşmanlık. Anlaması gerçekten zor bir durum!
Yeri gelmişken kısaca belirtelim, bugün Viyana'da ünlü bir kilisenin giriş kapısı üstünde Hıristiyan azizi John Capistrano'nun bir heykeli bulunur.
Heykelde Aziz Capistrano'nun ayakları altında can veren bir Osmanlı askeri yatmaktadır.
Bu heykel, 1683'teki II. Viyana kuşatmasının başarısız olmasından sonra Hıristiyanların zaferi anısına yapılmıştır.
Dönemin kutsal Roma imparatorluğu elçisi hatıratlarında şöyle yazar:
Türkler bizi yere yatırmış hançeri göğsümüze dayamışken İranlılar onlara arkadan saldırıp dikkatlerini dağıtmasaydı, Viyana'nın da akıbeti Konstantinopolis'ten farklı olmayacaktı. Bizi kurtaran azizlerin ruhu değil İranlılar olmuştur, Tanrı onları kutsasın.
Gerçekten de her iki Viyana kuşatması sırasında Safevi İran'ı Osmanlılara arkadan saldırarak Türklerin dikkatini dağıtmıştır.
Oysa, bu iki kuşatmada da tüm Hıristiyan dünyası Türkler karşısında birlik olmuş, ancak o şekilde Osmanlılara karşı koyabilmiştir.
Yakın döneme gelirsek; İran 1984'te PKK ortaya çıktığından beri terör örgütünü açık veya gizli bir şekilde desteklemiştir.
Buna karşın Türkiye hiçbir zaman Halkın Mücahitleri veya Tudeh gibi İran muhaliflerini destekleme ve İran'a karşı kullanma yoluna gitmemiştir.
Dağlık Karabağ olayında İran'ın sözde molla ve İslami rejimi açık bir şekilde Ermenistan'ı desteklerken, Türkiye Azerbaycan'ın yanında yer almıştır.
Azerbaycan toprağı işgal edilirken ve İran Ermenistan'ı desteklerken, bu ülkenin 30 milyonu aşkın Azeri nüfusundan tek bir feryat sesi bile yükselmemiştir, aksine soydaşlarının kurbanlık koyun gibi boğazlanışını umursamaz bir tavırla izlemiştir.
Kısaca belirtelim; İran'ın Azeri nüfusu ile Fars halkının Türkiye'ye bakışı aynıdır.
İranlı Azeriler kalben ve ruhen Farslaşmıştır, bu yüzden aynı kökenden gelmelerine rağmen Türkiye'ye hiçbir sempati duymazlar, bunun bazı bireysel istisnaları olması, bu durumu değiştirmez.
(O yüzden İran'ın yarısı Türk asıllı, bir savaş durumunda biz çok avantajlıyız gibi bizim sözde uzmanların dile getirdiği görüşlerin hiçbir geçerliliği yoktur.)
İran, Türkiye karşısında derin bir kompleks içindedir. Zira bu ülke muazzam yeraltı zenginliklerine, Türkiye'nin iki katına ulaşan coğrafi büyüklüğüne rağmen hiçbir alanda Türkiye'ye yetişememiştir.
Molla rejimi ülkenin gelirlerini Afganistan, Ortadoğu ve Yemen gibi bölgelerde kendi yandaşlarını desteklemek için harcarken, İran'da derin bir ekonomik sefalet hüküm sürmekte, halk sık sık sokaklara dökülerek rejimi protesto etmektedir.
40 yıldır ambargo altında inleyen İran Batı'ya karşı amansız bir psikolojik, ekonomik ve siyasi savaş sürdürürken Türkiye Marmaray, boru hatları, köprüler ve yeni havaalanları gibi birbiri ardına hayata geçirdiği devasa projeleriyle dostlarını ve düşmanlarını şaşırtmakta, diplomatik ve askeri alanda gerçekleştirdiği önemli adımlarla bölgesel güç olmanın çok ötesine geçerek rakiplerini endişeye sürüklemektedir.
Şu anda Türkiye'nin ona yakın ülkede askeri gücü ve üssü bulunmaktadır.
Ayrıca Türkiye'nin savunma sanayii de son yıllarda hızlı bir gelişme göstermiştir.
Buna ilaveten Türkiye son yıllarda Batı'ya karşı Rusya ve Çin ile geliştirdiği ilişkilerle ekonomik ve siyasi alternatiflerini de çeşitlendirmiştir.
Ayrıca Türkiye sunduğu ekonomik olanaklar, siyasi özgürlükler, liberal hayat anlayışı, tatilden alışverişe birçok alanda çevresindeki ülkelerin insanları için büyük bir cazibe merkezi olmuştur.
Son yıllarda Türkiye savaştan, siyasi gerginliklerden ve kaos ortamından kaçan Afgan, İran ve Arap elitleri için bir barış ve huzur yuvası haline gelirken, Avrupalı turistler için de her zaman gittikleri, Doğu-Batı sentezini bir arada yaşayabilecekleri bir tatil cennetidir.
İran ise bütün bunlardan mahrumdur, ne turistler için ilginç bir turizm destinasyonudur, ne de yabancı iş adamları için bir yatırım merkezi.
Aksine turistinden iş adamına, gazetecisinden yardım kuruluşu çalışanlarına kadar hemen herkes için çok gerekmedikçe uzak durulması gereken bir korku ülkesidir.
O yüzden kimse, keyif için İran'a gitmez, gidene de normal gözle bakılmaz.
İran'ın açık ve resmi düşmanı ABD-İsrail ikilisiyken gizli düşmanı ve ezeli rakibi Türkiye'dir.
Zira Türkiye Müslüman bir ülke olarak açık toplumu, tüm kusurlarına rağmen iyi kötü işleyen demokrasisi, liberal din ve siyaset anlayışı, günden güne büyüyen ekonomisi, siyasi ve askeri gücü ile İran halkına kötü örnek olmaktadır.
Türkiye'deki her olumlu gelişme İran'ın gözüne batmakta ve İran halkını da aynı şeyleri (daha fazla özgürlük, insan hakları vs) istemeye sevk ettiği için mollalar için tehdit sayılmaktadır.
Ortalama bir İranlı için, cennet olarak gördükleri Batı (Avrupa ve ABD) ulaşılmaz bir yerdir.
Buna karşın her İranlı özendiği Batılı yaşamı Türkiye'de rahatça bulabilmektedir. İranlı kadınların Türk sınırını geçer geçmez başlarındaki örtüyü yere fırlatıp atmaları, bunun en bariz örneklerinden biridir.
Türkiye'nin sağladığı bütün bu kötü örnekler, molla rejimi için rahatsız edici bir durumdur.
Zira Türkiye tüm dünyayı saran dizileriyle birçok insanı kendisine özendirirken şahane tatil beldeleri, iklimi, Müslümanlıkla Batılı yaşam tarzını bağdaştıran liberal hayat anlayışı ve özgürlükleri ile İranlı turistlerin kalbini ve aklını çelerek onları Humeyni'nin kurduğu İslami düzenden soğutmaktadır.
Bu yüzden, Türkiye'nin yükselişi mutlaka durdurulmalıdır.
Türkiye, İran'ın bunca kin ve düşmanlığına karşı sessiz kalırken, Tanrı İran'ın hak ettiği cezayı ABD-İsrail ikilisi eliyle vermektedir.
Böylece Kur'an'daki "Ben zalimi bir başka zalimin eliyle cezalandırırım" şeklindeki ayetin doğruluğu da ispatlanmış bulunuyor.
Tahran'daki mollaların anlaması gereken şu: Türk düşmanlığı, İran'a hiçbir şey kazandırmaz, kazandırmadı da.
Ama bölgesel gücün çok ötesine geçmiş bir Türkiye'nin dostluğu, İran'a hem güvenlik hem ekonomik hem de siyasi olarak çok şeyler kazandırabilir.
Ortadoğu gibi çetin bir coğrafyada keşke İran ile Türkiye tüm önyargıları ve ezeli rekabeti bir kenara bırakıp, Fransa ile Almanya arasındaki gibi bir ilişki geliştirebilse, yani mal, hizmet ve insan dolaşımın serbest olduğu 150 milyonluk bir ekonomik pazar, ortak kültürden ve dinden kaynaklanan samimi bir kucaklaşma.
O zaman kimse İran ve Türkiye'ye yan gözle bakamazdı. Hatta İslami bir süper güçten bile söz edilebilirdi.
Türkiye'nin anlaması gereken de şu: İran düşerse, sıra Türkiye'ye de gelir.
Orasından burasından ısırılan, çekiştirilen bir İran şu anki haliyle Batı karşısında uzun süre dayanamaz.
Öyleyse tek çare, yanı başımızdaki zorlu komşumuzla ortak müştereklerde iş birliğine giderek Siyonist tehlikenin önüne bir set çekmektir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish