Suriye, Irak, Kıbrıs, Libya, Akdeniz ve Ermenistan…
Lozan Antlaşması’nın 97’nci yaşını idrâk edeceğimiz şu günlerde Türkiye Cumhuriyeti Devleti dört bir yandan ciddi kışkırtmalara muhatap oluyor.
Hatırlanacağı üzere geçtiğimiz günlerde Fransız Le Point dergisinin kapağı “Erdoğan: Kapımızdaki Savaş” manşetiyle çıkmış, kapak görselinde ise Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Deniz Kuvvetlerimize bağlı askerlerimizin önünde yaptığı bir konuşmada çekilen fotoğrafı paylaşılmıştı.
Dosyanın içeriğinde ise AK Parti Hükûmeti’nin “neo-Osmanlıcı” karakterli “yayılmacı” bir politika izlediği tezini işlenmişti (daha doğrusu işlenmeye çalışılmıştı).
Benzer haber, makale ve dosyalar Türkiye’nin dış politika sahasında izlediği ön-alıcı politikayı ve bu perspektifte bazı anlarda başvurmaya mecbur kaldığı askerî tedbirleri bir “endişe” kaynağı addeden kimi Batı ülkeleri ile bunların Doğu’daki maşalarının kontrolündeki medya mecralarında sıklıkla neşrediliyor.
Peki, mesele gerçekten de iddia makamlarının zikrettiği gibi bir “neo-Osmanlıcı” atılım mıdır?
Yoksa söz konusu “neo-Osmanlıcılık” kritiği Türkiye’nin hâlihazırdaki hareket ve manevra alanlarını kısıtlamaya yönelik bir “kullanışlı argüman” mıdır?
Türkiye’den istenilen tavır şuydu: Suriye’nin kuzeyinin bir ucundan diğer ucuna uzanacak olan PKK devletçiğine ses çıkarmaması, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni (KKTC) sessizce devretmesi yahut devretmeyecekse bile Kıbrıs adasını saran bereketli sulardan istifade etme imtiyazını tümden burada ete kemiğe büründürülen “anti-Türkiye” cephesine bırakması ve bu oyunu bozmak için Türkiye’yle kıta sahanlığı antlaşması imzalayan meşru Libya Ulusal Mutabakat Hükûmeti’ni yalnızlığa terk etmesi.
Şayet Türkiye bu minvalde edilgen bir tutum takınsaydı, küreselci siyasetin dümen suyunda gitseydi; bugün çok farklı bir manzarayla karşı karşıya kalacaktık.
Açıkça ifade edelim: Böylesi bir senaryoda Türkiye neredeyse bir “neo-Sevr” oldubittisiyle yüzleşecekti.
Kıyılarında göz mesafesine hapsolmuş, aşağısında Ortadoğu coğrafyasının geri kalanıyla bütün irtibatını yitirmiş ve Kıbrıs’ı Yunanların tarihsel “Enosis” davasının merhametine (!) bırakmış olacaktı.
Ancak bu kadarıyla da yetinmezlerdi.
Kıskaca alınmış Türkiye için bu defa çeşitli haritalar piyasaya sürülürdü ki, bu tip haritaların bugün kendi lehimize seyreden koşullarda bile namertçe tedavüle sokulduğunu hepimiz biliyoruz.
Uluslararası kamuoyunda sıra bu defa muhtemelen Patrikhane’yi merkeze oturtan bağımsız (!) bir “Marmara Devleti” kurulmasının, İzmir ve çevresinin özerk bir yapıya kavuşturulmasının, Akdeniz sahillerimizden Güneydoğu’muzun ovalarına değin uzanan geniş bir kuşağın önce mandalaştırılmasının ardından da adına “Büyük Kürdistan” veya “İkinci İsrail” denilen ucubeye dönüştürülmesinin köşe taşlarını döşemeye gelecekti.
Gidişat er ya da geç bu yöne doğru evirilecek, Türkiye olası bir “paylaşım savaşında” tarih sahnesinden çekilmeye zorlanacaktı. Küreselci tasavvurun nihaî hedefinin bu olduğu (veya olacağı) serdettiği somut ipuçları ışığında buydu (veya hâlâ budur).
Okuyucu yanılmasın; bu kati suretle bir paranoya veya adi bir komplo teorisinin yansıması değildir. Birileri “komploculuk” suçlamasına bayılıyorlar; ama gelin görün ki bundan 20 yıl önce aynı çokbilmiş, ukala ama aynı zamanda da saftirik çevrelerin “komplo” diye yaftaladığı hemen her projeksiyon bugün harfiyen gerçekleşti yahut gerçekleşme aşamasında!
Türkiye Cumhuriyeti Devleti ise tam aksine bu beyhude beklentilere Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı gibi destansı harekâtlar icra ederek, Yavuz ve Fatih sondaj gemilerimizi Doğu Akdeniz’de konuşlandırarak ve Libya’ya askerî danışmanlarla birlikte İHA’larımızı, SİHA’larımızı göndererek mukabele etti.
Gerçekten de Türkiye geçtiğimiz son 4 yılın her anını kendisine doğrudan yöneltilen tehditleri bertaraf etmekle, arsız taarruzları geri püskürtmekle geçirmiştir.
Fotoğraf karesinin bütünü böyle olunca, kim hangi “yayılmacılıktan” bahsedebilir ki? Hadi dışarıda sinirden köpürenleri bir kenara koyalım. Ya içerideki, içimizdeki sözüm ona anti-emperyalistlerin ve dahi vatansever geçinenlerimizin hezeyanlarına ne demeli?
Son olarak işgalci Ermenistan’ın Azerbaycan topraklarında, Tovuz’da sergilediği sayısız tecavüzü müşahede ettik. Yiğit 11 Azeri askeri şehadete yürüdü.
Tovuz’un stratejik pozisyonu mevzubahis saldırganlığın aslında yalnızca Azerbaycan’a değil aynı zamanda ve belki de esas olarak Türkiye’nin menfaatlerine kast ettiğini bize adeta bağırıyor. Bilindiği üzere Tovuz kenti Türkiye ile Azerbaycan arasındaki enerji ve lojistik koridoru üzerinde kilit bir noktada bulunuyor.
Dolayısıyla piyon-devlet Ermenistan’ın son saldırısıyla birlikte yukarıda atıfta bulunduğum “neo-Sevr” tahayyülünün son boyutu da vücuda gelmek için artık gün sayar oldu:
Ağrı ve civarında türlü tırtıkçı emellerin tekrar canlandırılması, 1915 Olayları’nın tek taraflı olarak yeniden ısıtılıp kurcalanması ve nihayet beynelmilel Ermeni diasporasının dünyada profesyonelce yürüttüğü Türkiye aleyhtarı propagandasının ivme kazanarak pratik edinimlere (!) yol açmasına önayak olunması.
DAHA FAZLA OKU
Şüphesiz ki, bugün her taşın altından Fransa’nın çıkıyor olmasının hususî bir sebepler manzumesi var. Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) 2016 Başkanlık seçimlerini küreselci Hillary Clinton’un değil, daha ulusalcı bir mevzideki Donald Trump’ın kazanması plan ve programlarda ciddi “aksaklıklar” ve dahi “gerilemeler” meydana getirdi. Oysa Fransa’daki mevcut yönetim küreselci paradigmanın en sadık ve en atik hizmetçilerinden biri durumundadır.
Birleşik Krallık enerjisinin çoğunu Brexit sürecini tamamlamaya adarken, Almanya nispeten daha ihtiyatlı ve daha dengeli bir dış politikanın kurgusuyla meşgul oldu/oluyor. Bu esnada Fransa hem Avrupa Birliği (AB) bünyesindeki “lider” vasfını pekiştirebilmek hem de ABD’nin “aktif izleyici” statüsünden doğan boşluğu doldurabilmek adına 20'nci yüzyıl terminolojisiyle “özgür dünyanın” ahlâkî (!) öncülüğüne soyundu.
Nitekim her fırsatta değindiği “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti” tespiti de bu parametrelerden mülhem.
Fransız iç siyasetinde Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un ABD’de önümüzdeki kasım ayında düzenlenecek Başkanlık seçimlerinde Trump’ın mağlup olmasını yürekten istediği bilinen bir gerçek. Zira Macron’un ABD’nin ulusalcı kanadı ile Rusya’nın desteklediğini düşündüğü Sarı Yelekliler eylemlerinin bir benzerini daha kaldırma lüksü veya kapasitesi yok.
Macron, şayet Trump ikinci defa seçilirse, ABD-Rusya ikilisinin AB’yi içeriden çözmek/dağıtmak için adım atacağını, bu uğurda muhtelif milliyetçi ve sağ-popülist oluşumlara omuz vereceğini pekâlâ biliyor. Bu anlamda Macron ABD’nin “aslına rücu etmesi” için yakarıyor.
ABD’de önümüzdeki dönemde açılması muhtemel bir Biden çağıyla Macron, Fransa’nın “özgür dünya” ideallerine sadakatinin mükafatlandırılmasını (özellikle Suriye, Kuzey Afrika ve Orta Afrika özellerinde sömürünün kaymağını yemek bâbında) ve AB’deki Paris-Berlin rekabetinde avantaj sağlamayı umuyor.
Türkiye’ye uyguladığı katı tavrın ise son tahlilde iç siyasetteki milliyetçi-sağ popülist yükselişi baskılayacağını tahmin etmekle birlikte kendisi gibi merkez bir siyasetçi profilinin de çoğunluğu Müslüman bir ülkeye “had bildirebileceğini” (!), bunun için seçmenin “aşırı” uçlara kaymasına gerek olmadığını ispatlayacağına inanıyor. Fransa’da Macron’a yakın basının Türkiye analizlerinde (!) müracaat ettiği “İslamcı-milliyetçilik” (Islamo-nationalisme) kavramının esprisi de buradadır.
Kim ne derse desin, Türkiye bugün Lozan Antlaşması’nın bundan 97 yıl önce bahşettiği ulusal egemenlik haklarını savunmak için cephelerdedir.
Dahası, Lozan’ın devamlılığının ve bakiyesinin muhafazası için cephe hatlarını tutmakla mükelleftir.
Bu cephelerin hiçbirisini Türkiye kendi eliyle açmadı. Bilâkis bunların tamamı Türkiye’ye karşı açılan cephelerdir ve Türkiye buralarda savunmadadır.
Beğenelim veya beğenmeyelim; 2020 yılında Lozan’ın müdafaası ve teminatı süper-emperyalistlere ve onların taşeron örgütlerine karşı Afrin, El Bab ve Tel Abyad’da -gerektiği kadar- fiilen varlık belirtmekten, Doğu Akdeniz’de Deniz Kuvvetlerimizin iştirakiyle sondaj gemileri bulundurmaktan, Ermenistan’ın ihlallerine karşı Azerbaycan’la her konuda dayanışmaktan ve Libya semalarında SİHA’larımızı uçurmaktan geçiyor.
İçerideki meşru fikir anlaşmazlıklarımızı ve farklılıklarımızı bahane göstererek reel politiğin ve dahi millî aklın “gör dediğini” inkara yeltenmek en hafif tabirle kötü niyetlilik olacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti bütün engellemelere, kösteklere, aba altından gösterilen sopalara, tehditlere ve gözdağlarına rağmen irade gösteriyor.
Lozan Antlaşması’nın 97’nci yaşını kutlarken, makaleyi vaktiyle Nietzsche’nin düştüğü bir notu paylaşarak bitirmek istiyorum:
Böyleydi inancını şu iradeye dökmeli: Böyle olacak.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish