Osmanlı'da çocuk olmak

"Çocuklarını bundan daha fazla sevgi, özen ve şefkat içinde yaşatan bir memleket bilmiyorum"

Kolaj: Independent Türkçe

23 Nisan'ın ve ramazanın denk geldiği bu günler çocuklar için büyük mutluluk vesilesi oldu.

Bayramın da kapıda olduğunu düşünürsek çocuklarımız için daha görülecek şen günler var.

Medeniyetimiz dünden bugüne hala bir "Çocuk Medeniyeti" olma vasfını sürdürüyor. 

Öyle ise Osmanlı'da çocuklar ramazanı nasıl yaşar ve nasıl bir hayat sürerlerdi, biraz hatırlayalım. 

Ramazanı on bir ay bekleyenler arasında en heyecanlı kişiler şüphesiz çocuklardı.

Ramazanda çocukların her türlü yaramazlık ve eğlencelerine tahammül göstermek de en önemli ramazan geleneklerinin başında gelirdi.

Bu sebeple birçok kaynak ve Batılı seyyahın eserinde ramazan aylarında İstanbul sokaklarının çocuklar tarafından tam anlamıyla ele geçirildiğine şahit oluyoruz.

Sokakları dolduran kandiller, meydanlara kurulan Karagöz perdeleri ve çeşit çeşit fişekler tüm İstanbul'u çocuklar için bir oyun parkına çevirirdi.

Çocuklar, ramazan ayında yaramazlık konusunda sınır tanımasalar da onlara karşı ses yükseltmek ya da dayak atmak hiç hoş karşılanmaz hemen müdahale edilirdi.

Bütün bir ayda İstanbul'u ele geçiren çocuklar, bayramla beraber adeta haracını toplar ve bir sonraki ramazanı beklemek üzere sokaklardan çekilirlerdi. 

Ali Rıza Bey, İstanbul'da çocukların yaptığı yaramazlığı şöyle aktaracaktı:

Alay alay sokaklarda yağ ve mum parası sesleri duyulmaya başlar. Fenerlileri ürkütmek ve onlara mum parası verdirmek için (bakkalda üzüm, fenerde gözüm) tekerlemelerini hızlı hızlı söylerler. Böylece gelip geçenlerden yağ ve mum parası alırlar.

Vermeyenlerin fenerlerini patlatmak, ya da kapıp kaçmak, hatta yal ve mum parası vermeyenlerin evlerinin camını kırmak adet haline gelmişti. Eskiden şimdiki gibi sokak aydınlatılmadığı için fenersiz gezinmek yasaktı, sokakta gezen herkes fener bulundurmaya mecburdu.

Bir Ramazan gecesi Fatih Camii önünden geçerken birçok sesler duyduk. Sebebini anlamak için halkın birikmiş bulunduğu yere geldik. Meğer çocukları ye oyununa uğrayan biri fenersiz kalmış, başka fener de bulamamış, çaresiz karanlıkta yoluna devam etmek zorunda kalmış. Bu sırada zaptiyeler önüne çıkarak fenersiz sokağa çıktığı için karakola götürmek istemişler, adamcağız güç halle başına geleni anlatarak kendini kurtarmış.


Çocuklar ile ilgili en ilginç ayrıntıları ise Evliya Çelebi'nin "Seyahatname" eserinde buluyoruz.


Evliya Çelebi'nin dünyası

Rus edebiyatının büyük roman yazarı Tolstoy iyi bir öyküyü şöyle tanımlıyor:

Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir.


Evliya Çelebi'nin gözlemlerini ve hayal gücünü kullanarak yazdığı "Seyahatname"  isimli eseri 1814 yılında Avusturyalı meşhur Osmanlı tarihçisi Joseph von Hammer-Purgstall tarafından kaleme alınan "Türkçe Bir Seyahatnamenin İlginç Bulunuşu" isimli makaleyle literatürümüze tekrar kazandırıldı.

O günden bu yana Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesi hakkındaki tartışmalar bitmemiştir.
 

Evliya Çelebi.jpg
Evliya Çelebi tasviri

 

Eserdeki gaybdan bildirilen havadisler, oburlar (cadılar), sihir, hayalet, kerametler ve insanüstü yaratıkların varlığı Çelebi'nin eserini eleştiri oklarının hedefine oturtmuştur.

Objektif olmamakla suçlanan bu eser çoğunlukla haksızlığa uğramıştır; her ne kadar resmi bir devlet görevlisi olarak seyahatlerini gerçekleştirmişse de Çelebi'nin bilimsel bir çalışma amacıyla eserini meydana getirdiğine dair bir delil bulunmamaktadır.

Ahmet Hamdi Tanpınar "Beş Şehir" isimli kült eserinde Çelebi ile kurduğu ilişkiyi şöyle açıklıyor: 

Ben Evliya Çelebi'yi tenkit etmek için değil, ona inanmak için okurum ve bu yüzden de daima kârlı çıkarım.
 

 

Evliya Çelebi ve çocuklar

Evliya Çelebi, Osmanlı'da çocuklar ile ilgili birbirinden ilginç ayrıntılar. Aktarır bunlardan ilki Mütedeyyin Paşa Camisi'nde gerçekleşir.

Camide oynayan çocuğa tokat atılmasına cemaatin gösterdiği tepkiyi nakleder. Üstelik tokadı atan çocuğun babasıdır ve terbiye için vurduğunu söyler.

Cemaat ise şöyle yanıt verir:

Senin ciğerpare evladın bizim serhaddimizin gözünün nuru bir gazi yiğit olacaktır. Birkaç yıl sonra kâfirden intikam alacaktır. Şimdi tokat ile gözünü korkutursan, yarın da bugün de kâfirin şeşper, balta ve külüngünden korkup kâfirle dövüşemez ya! Serhaddimiz oğlanları böyle dövmemek gerek.
 

 

Abdolonyme Ubicini: Çocuklarını bundan daha fazla sevgi, özen ve şefkat içinde yaşatan bir memleket bilmiyorum

Ünlü Fransız tarihçi Abdolonyme Ubicini de Osmanlı'da çocuk olmakla ilgili önemli tespitler yapar.

Ubicini'ye göre çocuklar Osmanlı'da baş tacıdır: 

…Çocuklarını bundan daha fazla sevgi, özen ve şefkat içinde yaşatan bir memleket bilmiyorum. İşin garibi, bütün bu şefkatle ihtimamın annelerden çok babalarda derinleşmiş olmasıdır. Cuma günleri (Cuma Osmanlı'da tatil günüdür) veya bir bayram günü, Osmanlı Türkü'nün, çocuğunun elinden tutup sokakta gezdirmesi, adımlarını çocuğun adımlarına göre ayarlaması, çocuğun yorulduğunu görünce omzuna alması veya bir aralık dinlendiği kahve peykesinde yanına oturtup en derin şefkatle konuşarak çocuğun bütün hareketlerini dikkatle takip etmesi görülecek şeydir.


Osmanlı'da kimsesiz çocukların ve yetimlerin korunması "Farz-ı kifaye" olarak ele alınırdı.

Özellikle kimsesiz çocukların hakkının korunması, hürriyetinin temin edilmesi, meslek sahibi olması ve can güvenliğinin korunması devletin birincil görevleri arasında kabul ediliyordu.

Bunun yanında sayısız vakıf kurularak kimsesiz çocukları ihya etmek en büyük ibadetler arasında kabul ediliyordu.

Yetim, öksüz ve kimsesiz çocuklar Türk toplumunda her daim el üstünde tutulmuş ve bu durum esasen Osmanlı öncesine kadar uzanır.

Hoca Ahmet Yesevi, Türk toplumuna şu öğütlerde bulunur:

Akıllı isen, gariplerin gönlünü avla; 
Dünyaya tapan soysuzlardan yüz çevir; 
Mustafa gibi ülkeyi gezip yetim ara; 
Yüz çevirip, deniz olup taştım işte.
 

Garip, fakir, yetimleri kıl sen şamdan; 
Yiyecek bulsan, canın ile kıl sen ihsan; 
Parçalayıp aziz canın eyle kurban; 
Hak'tan işitip bu sözleri dedim işte. 

Hayır, sahâ kılanlar, yetim gönlün alanlar, 
Çahar-yârlar yoldaşı, Kevser lebinde gördüm. 
Zâlim olup zulm eden, yetim gönlün ağrıdan, 
Kara yüzlü mahþerde, kolunu arkada gördüm.

 

Osmanlı'da yetim kızlar.jpg
Osmanlı'da yetim kız çocukları

 

Yetimlik meselesi bir başka önemli Türk eseri olan "Dede Korkut" kitabında şöyle geçer:

Rasûl dedi: ben de yetimim; 
Yetimlikte gariplikte büyümüşüm; 
Muhammed dediler: Her kim yetimdir, 
Biliniz, o benim has ümmetimdir. 
Yetimi görseniz incitmeyin siz; 
Garibi görseniz, dâğ etmeyin siz. 
Yetimler bu cihanda hâr olmuştur; 
Gariplerin işi müşkül olmuştur.

 

Osmanlı'da yetim erkekler.jpg
Osmanlı'da yetim erkek çocukları

 

Yine yetimlerin sığındığı Külhan Ocakları bir anlamda yetim erkek çocuklarının merkeziydi.

Bu durum Külhancı Baba duasında da kendisini gösterir:

Bu ocağın adı gerçek külhandır, 
Yersizlere yurtsuzlara mekândır. 
Nice erler yetişmiştir külhandan, 
Kim bilir kim bugün nerde pünhandır. 
Ana baba bucağına sığmayan, 
Yavrucuklar bu ocakta mihmandır. 
Pirimizdir bizim koca Layhar; 
Hak budur kim eşi gelmez sultandır. 
Hu çekelim Layhar'ın ruhuna hu! 
Ânın için bây ü gedâ yeksandı.


Bu dua aynı zamanda yetimlerin ocakta birbirlerine kardeş kılınma töreninde söylenirdi.

Söz uzar gider. Özetle söylemek gerekirse Osmanlı'da çocuklar her daim özeldi. Bilhassa yetim çocuklar el üstünde tutulur ve devletin en tepesine kadar yükselmeleri sağlanırdı.

Bir öksüz ya da yetime sahip çıkmak ibadetin esaslarından kabul edilirdi. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU