"Anneme amele olduğumu söylemeyin, o beni mütercim sanıyor!"

Vahdettin İnce Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AA

Kemalizm tam bir toplum mühendisliği projesidir. Milletin tarihini, sosyolojisini, coğrafyasını, kültürünü, dinini, bunların hasılası toplumsal dinamikleri hiçe sayan bir mühendislik. Bu çarpık anlayışın üzerine bina edilmiş bir ucube sistem.

Bütün dini, etnik, kültürel toplumsal kümelere yabancısı oldukları konumlar öngörüldü ve bu konumlar çerçevesinde bir hayat sürdürmeleri dayatıldı.

Çağdaş, Avrupa normlarına göre medeni bir toplum yaratmak ancak bu şekilde mümkündü. Avrupa normlarına göre geri, tarih dışı kabul edilen değerlere sahip kesimler Avrupa'nın görüp aferin diyeceği vitrin kentlerden uzak tutuldu.

Doğal olarak dindarlar Anadolu'nun kasabalarına, Kürtler de coğrafyalarının köylerine kıstırıldı.


Cumhuriyetten sonra Kafkaslardan bazı Kürt aşiretleri, Çerkes toplulukları göç etmişti. Bu konuda bir rapor hazırlayan İnönü, "Bunlardan Kürtleri köylere, diğerlerini de kasaba merkezlerine yerleştirmek gerekir" diye akıl veriyordu hükümete.

Sözünü ettiğimiz toplum mühendisliğinin gereği bir tavsiyeydi bu, insanlara yer göstermek gibi masum insani bir öneri değildi. Yer gösterirken bile oluşturulmak istenen toplumsal düzenin gereğince hareket etmenin örneğiydi.

Tahmin edeceğiniz gibi Kürtler iki kere yandılar bu çağdaş baziçede. Hem dindar hem de Kürt olarak. Meşhur fıkradaki gibi hem Kürt hem şoför mahalli Kemalizm'in tılsımını bozuyordu.

Dindarların vitrin kentlerde kabul görmeleri için takkeden, tesbihten, sakaldan (özellikle çember olanından) abdestten, namazdan, şalvardan, başörtüsünden arınmış laik birey görünümlü olmaları gerekiyordu.

Kürtlerin ise şoför mahallinde bir yer bulmaları için dillerinden, kimliklerinden arınmaları şarttı. Vakıa özgün hallerini koruyarak metropollerde yaşayan kafi miktarda dindar ve Kürt'e izin veriliyordu.

Rehabilite olup makbul vatandaş konumuna yükselmiş insanlara "geri", "ilkel", "cahil", "örümcek kafalı" geçmişlerini göstererek, 'ne büyük bir nimete kavuştuklarını' hatırlayıp rahatlamaları, ellerindeki nimetin kıymetini bilmeleri için.


Bu algının zaman içinde hem dindarlarda hem de Kürtlerde yerleşeceği ve bu gericilikten kaçıp hidayete erecekleri düşünülüyordu. Dindarlar laik, Kürtler de hem laik hem de Türk olarak mutlu mesut olacaklardı.

Telafisi zor hasarlar bıraksa da tutmadı. İnsan doğasının sert duvarına tosladı. Dindarlar ve Kürtler özellikle Özal'ın paradigmanın temellerini sarsmasından sonra bu jakoben toplum mühendisliğinin sanal algısını kırıp başa güreşmeye başladılar ve jakoben sistemi gerilettiler.

Ama Türk aydını buna çok bozuldu, ezberinin ve konforunun bozulmasını içine sindiremedi ve hala Kemalist algının devam ettirilmesi için canla başla mücadele veriyor.

Özellikle Kürtlerin yeniden görünmez kılınmaları için terörle mücadele eden devlete eli değmişken, şu Kürtleri de eskisi gibi görünmez kılması için akıl vermeye devam ediyor.

Alaattin'e sihri tersten okutur Türk aydını alimallah. 


Size bugün artık iyice zayıflamış ama izleri hala devam eden ve Türk aydınının asrı saadet olarak gördüğü geçmişe dair bir değerlendirme sunmak istiyorum.

Dişimizle, tırnağımızla kazıyarak geldiğimiz bu günlerin ve tabi ki daha ilerisinin bir hokkabazlıkla tekrar elimizden alınmasına fırsat vermemek, dindarlar olarak içi boşaltılmış bir başörtüsü serbestisine tav olmamak, Kürtler olarak da tedhiş örgütlerinin cinayetlerinin üzerimize yapıştırılması uyanıklığına yenik düşerek insani, İslami, tabii haklarımızdan vazgeçmemek için.

Ve de mutlu azınlık, seçkinci Kemalistlerin neden eskiyi özlediklerini anlamak için. Bilmeliyiz ki onların mutlulukları kendilerinden kaynaklanmıyor, bizim mutsuzluğumuzla mutlu oluyorlar.

Onların üstünlükleri tarihsel, kültürel, sanatsal, ekonomik bir öncülüklerinden değil, bizim okumasız yazmasız bıraktırılmış olmamızdan ileri geliyor.

Biz onların istedikleri konumda olmalıyız ki onlar istedikleri konumda olabilsinler. Şimdi kabus görmelerinin sebebi bizim onların istedikleri konumları terk etmemiz ve haklarımıza sahip çıkmamızdır.


Geçen yüzyılda seksenli yılların sonu, doksanlı yılların başıydı. Kendime göre bizim oraların standartlarına göre bayağı prestijli bir işim vardı. İstanbul'da Arapça ve Farsçadan kitaplar tercüme ederek geçimimi sağlıyordum.

Çok para kazanmıyordum ama çok önemli eserlerin kapağında mütercim olarak adımın yazılıyor olması manen doyuruyordu.

Günlük geçimimi sağlıyordum hem de kendi çapımda şöhret basamaklarını tırmanıyordum, daha ne olsundu.

Ama bir sorun vardı, özellikle bizim köylülere, memleketten tanıyanlara (biraz da övünmek maksadıyla) mütercim olduğumu, kitap tercüme ettiğimi söylediğimde anlamayan gözlerle bana bakıyorlardı.

"Tamam, anladık, peki geçimini nasıl sağlıyorsun?" diye soruyorlardı her seferinde. Kitap tercüme etmekle para kazanmak gibi bir mefhumun onların zihin dünyasında karşılığının olmadığını, benim övünerek anlattığım mesleğimin onların gözünde acınacak bir uğraş olduğunu çok sonraları anlayacaktım.

(Tabi Kemalizmin jakoben mühendisliğinin gereği konumlandıkları yerden bu işi bir Kürt'le ilintili olarak algılamakta zorluk çekmeleri bir yana bu işten para kazanılmayacağı hususunda haklı olduklarını "bade harabi'l basra"dan sonra anlamış bulunuyorum.)


Söke'ye yerleşen amcamı ziyarete gitmiştim bir ara. Uzaktan akrabamız da olan bir köylümüz de oradaydı.

Babamla yaşıt olan bu adam ayağındaki ortopedik bir sorundan dolayı Isparta kemik hastahanesine gelmiş, tedavi olduktan sonra da amcamlara gelmişti.

Birkaç gün kalıp memlekete dönecekti. Epey zamandı gitmediğim için özlediğim memleketi sorup duruyordum ona.

Sohbet döndü dolaştı, benim ne iş yaptığıma geldi. Çok fazla detaya girmeden (benzeri tecrübelere dayanarak anlamayacağını düşündüğüm için) kısaca "li Stenbolê dixebitim" (İstanbul'da çalışıyorum) dedim.

O sırada acıyan gözlerle bana bakmasına bir anlam verememiştim. Sonra ben İstanbul'a döndüm. 


Bir ara köy muhtarının evindeki telefonu arayarak annemle konuştum (Bizim köye suyu Menderes, telefonu da Özal getirdi diyordu büyükler).

Annem çok üzgündü. "Sana o kadar dedik, git bir memur ol, ama sen İstanbul'da inşaatta amelelik yapıyormuşsun" dedi.

Söke'de görüştüğüm akrabamız köye gitmiş ve benim İstanbul'da inşaatlarda amelelik yaptığımı anlatmış ve bu da doğal olarak annemi, babamı çok üzmüş. Onca sene okuttuk, sonunda gidip amele oldu diye üzülmüşler.

Vakıa çok amelelik yaptım, yapmaktan da gocunmam (Hatta dostum Halit Sadini'ye göre yayınevleri çevirdiğim kitaplarla köşeyi dönerken ben hala onlara hamallık etmekteyim. Yani hala ameleyim).

Akrabamız da olan köylümüze "Anneme amele olduğumu söyleme, o beni mütercim sanıyor" demeyi unutmuştum.

Tabi annemin fırçasından sonra kendimi "şeher" hastahanesinde hademe iken köyünde başhekim olduğunu söyleyen ve foyası meydana çıkan Şaban gibi hissetmiştim kısa bir süreliğine.

Neyse anneme, babama izah ettim durumu. Ama benim aklım, köylümüzün neden "yalan" söylediğine takılmıştı.

Tamam, yaptığım işi detaylıca anlatmamıştım ama amelelik de yaptığımı söylememiştim. Doğrusunu isterseniz kendisi adına üzülmüştüm.

Ayrıca yalan söyleyecek biri de değildi. Neden böyle söylesindi?.. Uzun süre bunun üzerinde düşündüm durdum. Kendisiyle görüşmek de nasip olmadı. Ben köye gittiğimde vefat etmişti.


Bir gün İstanbul'da bir köylümüzle karşılaştım. "Nerede çalışıyorsun?" diye sordu . O sırada Cağaloğlu'nda bir ofis tutmuştum, karın doyurmaktan öteye geçmeyeceğini anlamaya başladığım tercümenin yanında belki biraz para kazanırım diye dizgi, mizanpaj işleri falan yapmaya çalışıyordum. Beceremedik o başka.  

"Li Cağaloğlu dixebitim" (Cağaloğlu'nda çalışıyorum) dedim. Ne iş yaptığımı sormadan: "Cağaloğlu'nda inşaat işi var mı?" diye sordu.

Bir anda zihnimi hapseden bir düğüm çözülmüş gibi rahatladım. Uzun zamandır kafamı kurcalayan sorunun cevabını bulmuştum.

Bütün sır Kürtçede çalışmak anlamına gelen "xebat" kelimesinde gizliymiş meğer. Diğer bir ifadeyle "xebat" ile "çalışmak" aynı anlama gelmiyormuş aslında.

Kelimeler öz anlamın temeli sayılacak çizgi üzerinde gelişseler de her yerde, her zamanda, her konjonktürde, her toplumda ve hatta her kişide aynı standart anlamı ifade etmezler.

Zihnin, algının, çevrenin, geleneğin, tecrübenin genişliğine, darlığına, derinliğine, sığlığına göre farklı anlamları ifade ederler.

Mesela bir Türk'e falan yerde çalışıyorum, desen, ardından şu soru gelecek kesinlikle: "Ne iş yapıyorsun?"

Çünkü çalışma kelimesinin Türk'ün zihin dünyasındaki anlam yelpazesi alabildiğine geniştir. Ama Kürtlerde çalışmak yani "xebat" iki şeyi ifade eder: köyde tarlada, sürünün peşinde çiftçilikle uğraşmak veya gurbette inşaatta çalışmak…

Son yıllarda buna mevsimlik işçilik sektörü de eklenmiş (bol kazançlı bir sektör olmalı ki uğruna üstü açık kamyonların kasalarında canla başla ölüme gitmeyi göze alabiliyorlar).


Kürt çalışma hayatı ve Kürt'ün zihninde çalışma kelimesinin anlam dünyası bu kadardır (en azından o zamanlara kadar diyelim. Gerçi hala ağırlıklı olarak böyledir).  

Dolayısıyla bir Kürt "xebat" kelimesini duyunca aklında bu anlam uyanır. Benim de İstanbul'da çiftim çubuğum, sürülerim olamayacağına göre amelelik yapmaktayım demektir.

Ve benim İstanbul'da amelelik yaptığımı söyleyerek annemin babamın üzülmesine sebep olmuş olsa da uzaktan akrabamızı mazur gördüm.

Xebat yani çalışmak teorik olarak bu dünyada akla gelebilecek her türlü işi ifade eden genel bir kavram olsa da zihni, çevresi, hayatı, dünyası adeta kıstırılmış, baskılanmış toplumların algısına göre bu anlam dünyasındaki bir karşılığı uyandırır, sen neyi kast edersen et.

Sen çalışıyorum, dersin, muhatabın eğer sınırlandırılmış bir hayata koşullandırılmış ise kendi algısına göre ona bir anlam yükler kaçınılmaz olarak.


Kürtlerin kıstırılmış, daraltılmış, köylere sıkıştırılmış bir hayatları vardı, son yirmi otuz yıla kadar. Kürtlerin çalışmak derken hayallerinin sınırı köyde ırgatlık, dışarıda amelelik kadardı.

Onların dışındaki toplumun onlara ilişkin algısı da bu şekilde oluşmuştu, köylerde ilkel bir hayat yaşayan, şehirlerde ise normal toplumdan izole inşaatlarda amelelik yapan, biraz daha şanslı olanları ise kapıcılık, hamallık ve bekçilik yapan insanlardan ibaretti onların gözünde.

Kürt yazar, Kürt doktor, Kürt mühendis…hele hele Kürt mütercim vs ne Kürtler açısından ne de toplumun gerisi açısından ilk etapta akla gelebilecek şeyler değildi.


Yine seksenli yıllarda bir arkadaşım anlatmıştı. Bir yakını, hastalanan annesini doktora götürür. Doktor tanıdığıdır ve Kürt'tür. Arkadaşın annesine "ağzını aç, a de…" gibi rutin doktor direktiflerini Kürtçe verir.

Önce kısa süreli bir şok geçiren kadıncağız şoku atlattıktan sonra büyük bir hışım ile çarşafını başına atarken oğluna çıkışır: seni doktora götüreceğim dedin, beni bir Kürt'ün yanına getirmişsin, der.

Kadıncağızın dayatılmış algısında doktor Kürt diye bir kavrama yer yoktur.


Cağaloğlu macerasının başarısızlığından sonra, küçücük evdeki geniş nüfus popülasyonu sakin bir kafayla tercüme yapmama imkan vermiyordu artık.

Ben de bir arkadaşımın Üsküdar'daki bir handa bulunan ofisinin boş bir odasını kullandım bir süre.

Hanın çaycılarının babaları bazı günler oğullarına yardıma gelirdi. Çocukları müsait olmadıkları zamanlarda çay da getirirdi. Masamın üstündeki Arapça kitapları görüp hayranlığını gizlemezdi.

Bir gün hanın girişindeki çay ocağının bitişiğindeki berberde tıraş oluyordum. Hacı amca da oradaydı. Mevzu bir şekilde Kürtlere gelmiş ve hacı amca resmen saydırmıştı.

Berber, "Vahdettin Hoca da Kürt'tür, öyle deme" deyince, "Yok canım, daha neler!" demişti. "Evet, Kürt'üm", dediğimde, hayretler içinde kalarak "Vahdet Hoca, öyle deme, sen namaz kılıyorsun!" demişti.

Bu sefer hayret etme sırası bendeydi. Hacı amca Erzincanlıydı. Oradaki bildiği, gördüğü, tanıdığı bütün Kürtler Alevi'ydi. Algısı öyle şekillenmişti. Kürt namaz kılmazdı. Namaz kılıyorsa Kürt değildi.


Beni rahatsız etse de aslında bu son örnek yukarıdaki örnekler arasında en masumuydu. En azından objektif bir gözleme dayanıyordu ve lokal bir bölgede de olsa sosyolojik bir karşılığı vardı.

Diğer örnekler gibi devletin veya aydınların soyunduğu toplum mühendisliğinin ürünü değildi. Bir vatandaşın veya çevrenin yetersiz bilgisinden, kısıtlı tecrübesinden, sığ gözlemlerinden kaynaklanıyordu.  

Yanlıştı ama dayatma bir algı değildi. Bu yüzden tutum ve yaklaşım açısından anlaşılabilirdi. Düzeltilmesi de son derece kolaydı bu nedenle.

Nitekim hacı amcanın kanaatinin samimi olarak değiştiğini sonraki günlerde gözlemledim. Beni her gördüğünde mahcubiyetini dile getirirdi.


Ama diğerleri bir projenin ürünüydü. Modern algının ürünüydü. Kürtler açısından tabi ki düzeltilebilirdi.

Nitekim dünyadaki gelişmelere, bölgedeki değişikliklere, eğitim düzeyinin yükselmesine ve daha başka faktörlere bağlı olarak Kürtlerde bu algı değişti.

Kürt doktor, Kürt mühendis, Kürt yazar, Kürt aydın ve hatta Kürt mütercim üst yapıyı zorlar hale geldi ve üstelik Kürt kamuoyu tarafından bir hak olarak talep edilir oldu.

Ama proje sahibi çağdaş aydın bilinçli bir tutum içinde olduğu için Kürt'e ilişkin proje algısından vazgeçmedi, vazgeçmiyor. "Kürt'ten evliya koma avluya"dan milim sapmıyor.

Devletin güvenliği temin etmek amacıyla yürüttüğü operasyonları kendilerini huzur ve güvende hissetmeleri, hiçbir başarıdan kaynaklanmayan, salt kötü bir batı taklitçiliğinden apartılmış, sistem tarafından kendilerine altın tepside sunulmuş sınıfsal üstünlüklerini doya doya yaşamak için Kürtlerin eskisi gibi proje algının içine girmelerinin yöntemi olması için psikolojik bir mücadele de veriyorlar.

Güvenlik mücadelesini hak taleplerinin kriminalize edilmesinin aracı olması için büyük bir çaba sarf ediyor Türk aydını.

"Ne güzeldi o günler, eskiden kimin Kürt olduğunu bilmezdik ayol" deyip iç çekiyor. Tabi cin şişeye girer mi onu zaman gösterecek!

   

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU