"Mead" (ölüm sonrası hayat) gerçeği (I)

Hasan Kanaatlı Independent Türkçe için yazdı

Görsel: Pixabay

Konumuz "mead" (ölüm sonrası hayat) gerçeği ile ilgilidir.

Bu konunun fazlaca önem arz etmesinden dolayı, bizim bu husustaki görüşlerimizi de burada izah etmeğe çalışacağız.

Batılı toplumlar varlıklarını, büyük ölçüde dünya hayatı üzerine bina etmiş ve dünyalarını mamur kılmışlardır.

Daha açıkçası, dünya hayatından başka bir hayatın bulunduğuna dikkat etmemişlerdir.

Bunun için ömür, imkân, imar vs. gibi güçlerini dünya üzerine yapılandırmışlardır.

Buradan hareketle, onların ahiret hayatına önem vermedikleri anlaşılmaktadır.

Bence "itikatlar" iki kısımdır. Bir kısmı "canlı", diğer kısmı ise "ölü itikatlar"dır. 


"Canlı itikat", direkt insan hayatında etkin olan itikattır.

Örneğin, şu tekfirci teröristler, şayet ahiret hayatına yakin etmeselerdi ve yine cennete girmek ve Resulullah ile birlikte olmak gibi inançlar bunlar üzerinde etkin olmasaydı, bombayı beline bağlayıp kendi inançlarına ters düştüğüne inandıkları kimseleri, kendileriyle birlikte imha etmezlerdi.

Dolayısıyla ahiret inancı (mead), onların üzerinde fail ve etkindir.

Bundan ötürü diyebiliriz ki "tevhide bağlı mead akidesi" fail ve canlı itikattır.

Yani, materyalist bir insanın hayata bakışı, davranışları vs. mümin ve muvahhit bir insandan hayli farklıdır.

İşte biz bu türden itikatlara "canlı itikatlar" diyoruz.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Bir de "ölü itikat"ın bulunduğundan söz ettik.

Bu türden akideler, faal ve fail akideler değillerdir.

Örneğin, imam Mehdi'ye inanmak "ölü bir inançtır".

Yani, bir Müslümanın şu anda İmam Mehdi'nin (Şiilerde olduğu gibi) yaşadığına iman etmesi ile (Sünnilerdeki gibi) hayatta olmadığına iman etmesi arasında hiçbir fark yoktur.

Acaba Hz. Mehdi'nin şu anda hayatta olduğuna iman edenlerin üzerinde herhangi bir etkisi var mıdır?


"Recat" (geri dönüş) konusuna iman etmek de öyledir.

Bunun da herhangi bir etkisi söz konusu değildir.

Enbiya'nın "ismetine" iman etme de öyledir, bunun da bir etkisi yoktur.

Bu hususlarla ilgili asırlarca "Müslümanlar arasında tartışmalar, çekişmeler, telifler, enbiya masum mudur değil midir" gibi münakaşalar hep süre gelmiştir, fakat bu gibi meseleler, insan yaşamına hiçbir katkı sunmamıştır.

Kısacası, bunların yalnızca düşünsel boyutu vardır o kadar.

Bundan dolayı bu türden fikirlerden asla haz almıyorum.

Fakat "mead" itikadının insan yaşamında önemli etkisinin bulunduğunu biliyorum.

Mead inancında şöyle bir nokta söz konusudur:

Birincisi "mead"a iman, insanın önüne büyük bir alem açmaktadır. Yani, bir insan, şayet ölümden sonraki hayata iman etmez ise, bir tek elinde bu alem (dünya) oluyor. Fakat ölümden sonraki hayata da iman eder ise, biri bu, diğeri de dünya alemini ilişkilendirdiği ahiret alemi olmak üzere, iki aleme birden sahip bulunur.

Örneğin, bir insanın cebinde yalnızca bin doların bulunduğunu düşünelim. Diğer bir insanın da hem cebinde bin dolarının hem de bankada yüz binlerce dolarının bulunduğunu farz edelim. Böyle biri, bir işin hesabını yaptığında yalnızca cebindeki bin dolar üzerinden o işe bakmaz, sürekli bankadaki parasını da aklında tutarak onunla hesap yapar.


İkincisi, son dönem felsefecileri, kelamcıların aksine ittifakla "inanç ve itikadi şeylerin" aklî deliller ile ispatının mümkün olmadığını söylerler.

Yani, onlara göre; "itikadi konular", nesnel/somut konular değillerdir, bundan dolayı da bunların akıl ile ispatı mümkün değildir.

Onlara göre Allah'ın varlığını, kıyamet alemi vs. gibi itikatları, aklî veriler ile ispatlamak söz konusu olamaz.

Çünkü bu meseleler, aklî meseleler değil, kalpteki "imanî meselelerdir."

Bundan olsa gerek Batılı bilginler Allah'ın varlığı ile ilgili hususta, yüzde 100 aklî meselelere eğilim göstermediler.

Tevhit, nübüvvet ve mead hakkındaki aklî delillerin tümünün zayıf deliller olduğunu söyleyip durdular.

Bu konularla ilgili delillerin, yalnızca "Makul deliller olması yeterlidir" dediler.

Örneğin, güneşin gündüzün gün orta vaktinde tepeden vurduğu bir anda, birisinin kalkıp da "Neden şimdi gündüzün olduğunu söylüyorsunuz, buna deliliniz nedir?" diye sorması, asla makul kabul edilmez?

Zira, artık güneş ortadadır ve onun doğuşundan dolayı da ortalık aydındır.

Şayet günün birinde güneş doğmuş ve öğlen vakti olmuş ise, buna rağmen ortalık hala karanlıksa, tüm insanlar "Neden ortalık karanlıktır?" diye sorarlar.

Onlara da "Kusuf/güneş tutulması" vardır denilir.

Dolayısıyla, mademki Allah varlığı yoktan var etmiş ve yaratıcı bir güç ise, O'ndan "Niçin bu varlığı yarattın?" diye sormazlar.

"Neden yaratıcı değilsin?" diye sorarlar.

Bundan ötürü diyebiliriz ki Allah ile ilgili soru, tam tersine olmalıdır.

Yani, kendinde çok büyük bir güç bulunan biri, kudreti de mutlak ve sonsuz ise, buna rağmen bir şeyleri yaratmıyorsa, o gibi bir durumda O'ndan bu türden sorular sorulur.

Diğer bir ifadeyle, halkın, "Allah niçin insanı yaratmıştır?" diye soru sormasına ihtiyaç yoktur.

Allah, milyarlarca haşere, mikrop ve hayvan yaratmıştır ve "yaratıcı güçtür."

olayısıyla, milyarlarca türden varlığı yarattığı gibi, biz insanları da yaratmıştır.


Birinci aklî delil: "Hedef delili"

Ölümden sonraki hayatın varlığı ile ilgili getirilen birinci aklî delil, "hedef delilidir."

Yani, deniliyor ki, Allah her varlığı bir hedef ve gaye için yaratmıştır. 

Bunun cevabı şudur:

Allah'ın yaratıcılıkta bir hedefinin bulunduğunu farz etsek bile, peki O'nun hedefini anlamamız gerektiğini bize kim söylemiştir?

Yani, Allah, başka alemleri de yaratmıştır. Acaba bunlardaki hedefinin ne olduğunu nereden bilebiliriz?

Örneğin, Örümceğin yüzlerce türü vardır, acaba Allah'ın bu türleri var etmedeki hedefi nedir?

Türlü türlü karınca ve sivrisinekleri de yaratmıştır, peki söyler misiniz bunları var etmedeki gaye ve hikmet ne olabilir?  

Elbette ki biz bunları bilemeyiz.

Yani, bizim aklımız, tabi ki O'nun tüm hedef ve gayelerini kuşatabilecek bir kapasitede değildir. 

Evet, Allah'ın insanı yaratmadaki hedefi, ahiret alemi için de olabilir.

Fakat biz bunları bilemeyiz.

Örneğin, Dinozorları yaratmadaki hedefi nedir?

Bunu ve bunun gibi diğer yaratıkları var etmedeki hedefini de bilmemiz şart değildir.

Allah'ın ne kadar ve kaç sınıf haşere yarattığını da bizler bilmeyebiliriz. 

Az sonra bu görüş üzerinden başka bir hedefin bulunduğuna da işaret edeceğiz.

Fakat ondaki hedefin, şu andaki bildik hedef olmadığını da izaha çalışacağız.

Yani, açıkçası, Allah'ın insanı yaratmadaki hedefi, ona ikinci bir hayat vermesidir. 

Elbette ki bu dünyada Allah'ın muhakkak ki birtakım hedefleri vardır, fakat öbür taraftaki hedefinin ne olduğunu sonradan izaha çalışacağız. 


İkinci delil: "Adalet delili"

Ölümden sonraki hayatın olması gerektiği ile ilgili söylenilen ikinci delil ise, "adalet" delilidir ve o özetle şöyledir:

Kelamcılar derler ki:

'Allah'ın başka bir alemde 'adaleti' ikame etmesi' gerekir. Çünkü Allah 'sadıktır/doğrudur.' Bu alemde hem zulüm hem de zalim vardır. Bu iki durum sürekli insanoğluna sıkıntı yaratmaktadır. Fakat kimse o zulmü işleyen zalimlere karşılık veremiyor. Örneğin, bu dünyadaki diktatörler böyledir. Bundan ötürü, mutlak kudret sahibi olan Allah'ın onların cezasını vermesi ve hesaplarını görmesi için, başka bir alemin olması icap ediyor. Şayet başka bir alem olmaz ise, söz konusu zalimler ceza almadan yaptıkları yanlarında kar kalır. Çünkü bu dünya aleminde hakkıyla 'adalet' mevcut değildir. Dolayısıyla başka bir alemi de var etmelidir.


Bu delile, "adalet" ya da "hikmet delili" de denir ve kelamcılara göre; "hekim olan birisi hiçbir şeyi abes ve hedefsiz yapmaz."

İkinci delilin cevabı da şöyledir: 

Birincisi: Allah dilerse bu dünya hayatında bile zalimden intikam alabilir ve onu cezalandırabilir.

Bu durumu gerçekleştirmeye, hiç tereddütsüz gücü de yeter.

Dolayısıyla, intikamını almak ve adaletini tahakkuk ettirmek için başka bir alemi yaratmasına ihtiyaç yoktur.

Yani, milyarlarca insanı cehennem ateşine, milyarlarcasını da cennet bahçesine göndermesi gerekli değildir.

Nitekim az sonra bu konuya işaret edeceğiz.


İkincisi: Şayet yukarıda zikrettiğimiz delil ile öteki alemin var edilmesine iman eder isek bu, "adaletin zıddına olur."

Sadece adalet tahakkuk bulmamakla kalmaz, Allah'ın adil olmadığını da kabul etmiş oluruz.

Zira Kur'an şöyle der:

Kim bir mümini kasıtlı olarak (taammüden) öldürürse cezası, içinde ebedi kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazaplınmış, onu lanetlemiş ve ona büyük bir azap hazırlamıştır. (Nisa:93)


Ben diyorum ki, her aklı başındaki insan ölümü, "ölüm" ile kısas eder.

Yani, "adil" olan, "katilin öldürülmesidir."

Fakat bir katilin miyarlarca yıl ve sonsuza dek cehennem ateşinde yanması kesinlikle "adalet" değildir.

Şayet bu dünyada adalet uygulanmış olur ise, Allah o katili öldürerek kısas eder ve bir daha diriltir.

Ya da şayet bir insan 20 yaşlarında genç birini öldürür ise, normal ömrün 70 yıl olduğunu düşünürsek, Allah'ın o katili 50 yıl cezalandırması "adalet" olur.

Bu şekilde de işi bitirmiş bulunur.

Fakat o katili sonsuza dek cehennem ateşinde yakmayla cezalandırır ise bu, "adalet" değil "zulme dönüşür."

Dolayısıyla, cehennem konusunu kabullenmek, adaletin zıddınadır.

Başka bir ifadeyle; "diğer bir alemin olması, adaletin gereğidir" demek, "cehennemin olması gerekir" demektir.

Cehennemin varlığı ise, ilk önce adaletin zıddınadır, ikincisi de akıl ve mantığın hilafınadır.

Ayrıca kıyamet gününde böylesine bir hedef de mevcut değildir.

Çünkü cehennem, eğitim yeri değildir.

Yani, Allah cehennemdekileri bu denli şiddetli azap ve ateş ile eğitir mi, acaba birileri böyle bir durumla terbiye edilir mi?

Böyle bir eğitim olur mu?

Ayrıca bu ceza, birkaç yıllığına olsa ve sonra da cezasını çeken cennete giriverse, neyse ne.

Fakat sonsuza dek bu şekilde olursa, bunun neresi terbiye olur? 


Üçüncü delil: "Toplumu ve suçluyu eğitme delili"

Allah'ın öteki alemi var etmesi gerektiği delillerinden üçüncüsü ise, "toplumu ve suçluyu eğitme" delilidir

Bu delilin cevabı da şöyledir:

Sonsuza dek bir suçlunun cehennem ateşinin içerisinde kalması ve böylesine şiddetli bir cezaya çarptırılması ne toplumu ne de suçlunun kendisini eğitir.

Hatta bununla öldürülenin babasına, annesine, kardeş ve çocuklarına da bir hizmetin gitmesi söz konusu değildir.

Çünkü bu adamlar, faraza intikam alma peşindeler. Yani, bunlar, haddizatında mazlumdurlar.

Bunlar derler ki:

Biz toplumun ona verilen bu cezadan ibret alma ya da almama veya o suçu işleyenin eğitilip eğitilmemesi peşinde değilizdir. Biz bu cinayeti işleyenin en azından bir cezaya çarptırılmasının ve bunu görmekle de öfkemizin bastırılmasının peşindeyiz.


Yani, öldürülen o şahsın yakınları, onun cezaya çarptırılmasını görmekle öfkelerini dindirme peşindeler.

Kısacası, mazlumlar öfkelerini bastırmak istiyorlar.

Fakat kıyamet gününde bu anlamdaki bir durum söz konusu değildir.

Çünkü beşerde olan duygular Allah'ta yoktur.

Allah öfkesini bastırma peşinde değildir.

Allah, o miskin kullarını cehennem ateşiyle yakıp, öylece öfkesini yatıştırmış olamaz.

Ayrıca, cennetteki mazlumlarda da "kin gütme" duygusu yoktur.

Çünkü cennettekiler, orada öyle bir sefahate dalmış olurlar ki, başka yerlerde nelerin olup bittiğinden haberleri bile olmuyor.

Yani, Allah, cehennemliklere azabı, cennetliklere de saadeti vermiştir.

Öfke ve kin, saadetli olmayan insanlarda oluverir.

Bundan ötürü bu tür öfkeli ve kindarların cennete girmeleri makul değildir.

Kur'an da cennetlikler hakkında şöyle der:

Gönüllerindeki kini, hasedi, ta kökünden söküp attık onların, kardeşlerdir, birbirlerine karşı tahtlar üstünde otururlar. (Hicr: 47)


Yani, cennetteki insanların kalbinde kinin bulunması mümkün değildir.

Çünkü Allah, ilk önce cennetliklerin kalbinden kini söküp alıyor ve ondan sonra onları cennetine yerleştiriyor.

Dolaysıyla bu üçüncü hedef (eğitim) de yine cehennemde makul değildir.

Netice olarak şunu diyebiliriz: 

Bizlerin algısındaki cehennem mevcut değildir. Yani, cehennemin olması 'adalet içindir' denirse, ben de 'adaletin' tam da bunun aksini gerektirdiğini söylerim, yoksa Allah 'zalim' konumuna düşmüş olur.


Örneğin, herhangi zalim bir diktatörün bir milyon insanı öldürdüğünü düşünelim.

Burada "adil" olan, Allah'ın da 1 milyon kez o zalimi öldürüp diriltmesidir ve 1 milyon kez bu işlem tamamlandıktan sonra da onun toprak olup gitmesidir.

Yani, insanlar hem salih hem de hatalı amellere sahipler.

Yüzde 50+1 hatalı olduğu taktirde, cehennem cezasına çarptırılıyor, böylece de yaptığı yüzde 49 güzel ameller boşuna gitmiş oluyor.

Sormak lazım; peki bu zulüm değil midir?

Yani, sizde yüzde 50+1 günah olduğu taktirde, milyarlarca yıl ceza çekmek için cehenneme giriyorsunuz.

Peki demezler mi ki; bu nasıl bir adalettir? 

Buraya kadar söylediklerimiz akli delillerdi, şimdi de nakli delilleri aktaracağız.
 

 

Kur'an'da "mead"a dair nakli deliller hayli fazladır.

Biz onların içerisinden esas kabul edilen 5 tanesini aktaracağız.

İlk başta delili aktarıp sonra da onun üzerinden yorum yapacağız.

Önceden de söyledik ki akılcı aydınlar, birisi bir delil getirdiğinde, delili getirene değil, onun getirdiği deliline bakarlar.

Nitekim imam Ali de şöyle demiştir:

Söyleyene bakma, söylediğine bak.


Yani, bir sözü Allah mı, elçi mi, Cebrail mi, imam mı, kim söylemişse, o söyleyene değil, onların söylediği şeye bakacağız.

Semavi talimatlar iki sınıftır; onlardan kimileri "taabbudi"dir.

Örneğin, sabah namazının iki rekât olduğu söyleniyor ve bunun niçin iki rekât olduğuna dair herhangi bir delil de sunulmuyor.

Biz buradan (delilin sunulmamasından) bu hükmün taabbudi bir hüküm olduğunu anlıyoruz.

Yani, bu türden hükümlerde mantıksal bir sebep aranmaz, bütünüyle bu hükümler Allah'a itaat ve ibadet amacıyla yerine getirilir.

Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek vs. gibi ibadetler taabbudi talimatlara örnek gösterilebilir.


Bir de "ta'lili talimatlar" vardır.

Bu talimatlar, mantıklı bir sebep veya hikmetle ilişkili, insanların yararına olan, sosyal düzeni ve adaleti sağlamak amacıyla verilen talimatlardır.

Örneğin, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, insanları aldatmamak vs.  gibi kurallar, "ta'lili talimatlara" örnektir.

Kısacası, bir hükmün yanında delili de söylendiği zaman, bize vacip olan o hükmü kabul ya da reddetmeden önce, söylenilen delilin doğru olup olmadığını araştırmaktır.

O hükmü Allah, resulü ya da İmam Sadık da söylemiş olsa fark etmez, biz onu söyleyenin kim olduğuna değil, söylediği delilin doğru olup olmadığına bakmamız gerekir.

Örneğini, Allah bize "şu nehirden su için" derse, bu hükmü taabbudi bir hüküm olarak kabul edip o nehrin suyunu içeriz.

Çünkü Allah bu hükmün yanında herhangi bir delil aktarmadan onu söylemiştir.

Burada delil olmadan "için" diye emrettiği için araştırmaya gerek kalmadan suyu içmek bize farz olur.

İman bunu bize böyle emreder.

Fakat şayet Allah bize "şu nehirden su için, çünkü bu nehrin suyu mikroplardan arındırılmıştır" derse, bu emri, delili ile söylediği için gidip delilini araştırma hakkımız olur.

Şayet o su mikroplu ise, dönüp Allah'a şöyle deme hakkımız bulunur:

Ya Rab. Senin bu delilini o suda göremedik, çükü sen 'bu nehrin suyu mikropsuzdur' dedin. Fakat biz araştırıp onun mikroplu olduğunu gördük.


Ya da en azından şöyle düşünmeye başlarız:

Allah'ın kastı, mutlaka bu nehir değildir, başka bir nehirdir. Çünkü bu nehirdeki suda illet (mikrop) vardır. Dolayısıyla da o nehirdeki sudan içmek bizlere farz olmaz. 


Şimdi de Kur'an'daki delilleri ele alalım:

Kur'an'ın mead ile ilgili birinci delili; Yasin suresinde geçmektedir ve kelam alimlerinin de en fazla bu delile istinat ettikleri görülmektedir.

Bu delili mutlaka sizler de ya okumuş ya da duymuşsunuzdur.

Elbette ki başka birtakım ayetler de vardır, ama onların içerisinden en fazla anlaşılır olanı, aşağıda nakledeceğim bu ayettir.

Kur'an'da şöyle geçer:

Kendi yaratılışını unutarak, aklı sıra bize karşı delil niteliğinde getirmeye, ders vermeye kalkışıyor. 'Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?' diyor. (Yasin :78)


Diğer bir delil de şudur:

Anılan bir şey olmadan insanın üzerinden uzun bir süre geçmiş (değil) mi?


Yani, "Seni yaratan Allah, seni yeniden iade etmeğe daha güçlüdür" demek istiyor.

İnsanoğlu da aynen böyledir.

Örneğin, bir kitap yazmışsınız.

İlk başlangıçta o kitabı yazmak zordur.

Fakat aynı kitabı ikinci bir yazımda ya da bir evi ikinci bir yapımda yeniden tasarlamak daha kolaydır.

Dolayısıyla, zor olan ilk yaratılıştır, sonradan onu yeniden var etmek daha kolaydır.
 


Biz de Kur'an'ın bu delili mukabilinde şunu söyleriz:

Birincisi:

Ya Rab. Senin kendin müşriklerden delil istedin ve 'De ki: Gösterin delillerinizi doğru söylüyorsanız.' (Neml: 64) dedin. Dolayısıyla biz de senden delil istedik. Zira delil getirmek, inkâr makamının değil, iddia makamının görevidir ve sen de iddia makamındasın.


Yani, Kur'an, müşriklerden delil getirmelerini istiyor.

Çünkü onlar diyorlardı ki bu dünyada, Allah'ın dışında başka bir ilah daha vardır.

Kur'an'da onlardan bu iddialarına karşı delil istiyor.

Zira bu iddia müşrikler tarafından öne atılıyordu.

Hıristiyanlar da İsa'nın, Allah'ın oğlu olduğuna dair bu gibi bir iddiada bulunmaktalar.

Kur'an onlara da diyor ki, İsa'nın Allah'ın oğlu olduğuna dair varsa delillerinizi getirin.

Biz de şimdi aynı şeyi Allah'a diyoruz:

Ya Rab. Sen ölümden sonra bir hayatın varlığından söz diyorsun ve bizlere de birtakım deliller getiriyorsun. Bu delillerden ilki, senin mutlak kudret sahibi olduğunu ispat ediyor. Yani, senin, hayatı iade edebilecek bir güçte olduğunu bildiriyor. 'De ki: 'İlk defa onu yoktan kim yarattıysa, tekrar o diriltecek'tir diyorsun.  (Yasin:79) Elbette ki bu doğrudur. Biz senin kudretini tartışmıyoruz. Biz, varlığı tartışıyoruz. Senden bize böyle bir hayatın varlığını ispatlamanı istiyoruz.


Evet, Allah'ta güç vardır.

Fakat gücünün yettiği her şeyin kesinlikle tahakkuk bulacağı diye bir şey söz konusu değildir.

Yani, örneğin; Allah'ın som altından bir dağı yaratmaya gücünün bulunduğu muhakkaktır.

Yine iki kanatlı bir atı da yaratmaya kadirdir.

Bunlar gibi binlerce örnekler de verilebilir.

Fakat Allah'ın kadir olduğu her şey tahakkuk bulmamıştır.

Mesela örneğini verdiğimiz bu şeylerin ikisi de yer yüzünde mevcut değil, birer ihtimaldir. 

Bu durum, Şiilerin şu olayına benzer:

Şiiler, sahip zamanın sürekli varlığını ispata çalışıyor ve şunu söylüyorlar:

Allah, Nuh'un ömrünü bin yıl karar kılmış ve buna kadir olmuştur. Şayet Allah bir insanın ömrünü bin yıl uzatmaya kadir olmuş ise, bunu 3 bin yıl daha uzatmaya niçin kadir olmasın?

Oysaki bizim sorumuz ve sorunumuz Allah'ın kudretiyle ilgili konular değildir.

 
Sünniler de Allah'ın kadir olduğuna iman ederler.

Bizim münakaşamız, "Acaba sahip zaman şimdi mevcut mudur, değil midir?"

Yani, kudretin varlığı bir şeyin var olduğunun delili olamaz.

Felsefede şöyle bir kaide var:

Bir şeyin mümkün olması, onun gerçekleşeceği anlamına gelmez. Fakat bir şeyin gerçekleşmesi, onun mümkün olduğuna dair bir kanıttır.


Yani, şayet bir şey olmuş ise, onun bir daha olması muhal değildir.

Fakat bir şeyin mümkün oluşu, onun vuku bulmasının delili olamaz.

İşte gerek bu ayet ve gerekse bunun gibi onlarca ayet, Allah'ın kemikleri iade etmeye kadir olduğuna işaret ediyor.

Ayetler, yalnızca bu işlerin imkanından bahsediyor.

Fakat bizim sözümüz şudur:

Biz diyoruz ki:

Ya Rab. Bize, bu işin kesinlikle olacağına dair delil göster. Bu işin 'mümkün olacağı' delili bizlere yeterli gelmiyor.


Ben şahsen Allah'ın yeniden insanı var etmesinin mümkün olamayacağını kabul edenlerdenim.

Hatta ölüyü iade etmesi de bence mümkün değildir.

Yani, Allah bir ölünün benzerini iade edebilir ve buna elbette ki kadirdir, fakat aynısını iade edemez.

Bu konu çok derin felsefi bir konudur, onun için ona girmek istemiyorum.

Fakat bu kadarını söylemek isterim ki Allah, bir ölünün aynısını iade etmeğe kadir olmasıyla birlikte, var etmek istediği o şeyin buna kabiliyeti müsait değildir, ama benzerini yaratmaya tabi ki kadirdir.

Örneğin, Ahmet'in şu anda burada olduğunu farz edelim.

Fakat onun 1-2 yıl öncesi ile şu andaki durumu aynı değildir ve farklı bir durum içerisindedir.

Ahmet'in şu andaki fiziksel, düşünsel, şahsi ve şahsiyetsel olarak varlığı ile, 10 yıl sonraki varlığı da hayli farklıdır.

İlim de bunun böyle olduğunu söyler.

Zira insanın tüm hücreleri birkaç yıl gibi bir zaman içerisinde tümüyle değişime uğrar.

Bir çocuk da birkaç yıl içerisinde her şeyiyle değişir.

Kısacası, insanoğlu yaşamı boyunca yüzlerce kez değişime uğrar.

Şayet Allah insanı eti, kanı ve her şeyiyle birlikte haşır etmek isterse, peki onu örneğin, gençliği, orta yaşlılığı ya da ihtiyarlığı gibi hangi keyfiyeti üzerinden haşır edecektir? 

Yine insan bazen mümin bazen de kafir oluyor. Acaba Allah o şahsı bu iki durumun hangisi üzerinden haşır edecektir?


Kısacası, insanda değişken olan yalnızca fiziki yönü değil, şahsiyet ve kişiliği de değişmektedir.

Bundan dolayı diyorum ki Allah'ın yüzde 100 aynı insanı yeniden var etmesi mümkün değildir.

Bu konu felsefi bir konudur ve bunu burada bırakıyoruz.

Diğer bir ifadeyle bu konu, felsefe ve teolojinin kesinleşmiş konularından biridir.

Buna felsefede "yok olanın aynısıyla geri getirilmesinin imkansızlığı" denir.

Felsefe ve kelam ile uğraşanlar bunu iyi bilirler.

Yani, yok olan şeyin bir benzeri geri getirilebilir, fakat aynısı asla.

Hatta Kur'an dahi bunun öyle olduğunu söyler:

Onların (cehennem ehlinin) derileri kızarıp kavruldukça, yerlerini başka derilerle değiştireceğiz. (Nisa: 56)


Yani, Allah, insanın derisi yandığında aynısını iade etmiyor, onun bir benzerini iade ediyor.

Ayrıca, cehennemde yalnızca deri yanmıyor, ciğer, kalp, beyin vs. gibi her şey yanıyor.  

Bunların tümünün de değişmesi gerekir.

Bunlar, faraza saat başı yok olup yeniden değişiyor.

Dolayısıyla, cehennemde yanan şahsın, bizzat onunla suç işlediği azaları olmuyor, çünkü azaları her saat değişiyor.

Nitekim Kur'an şöyle söylüyor: 

Öylesine ateş ki yürekleri sarar, kaplar. (Hümeze: 7)


Demek ki Allah, cehennemdeki o insanın kalbini, beynini ve her şeyini de durmadan değiştiriyor.

O halde peki yeniden değiştirilip yanan şu deri, kalp, beyin, ciğer vs. gibi azaların günahı nedir?

Evet, "İlk kalp, kötü niyetli ve bozuktu, münkir işler yapmıştır, dolayısıyla da yanmayı hak etmiştir" diyebiliriz.

Fakat Kur'an, "Yerlerini başka derilerle değiştireceğiz" (Nisa:56) diyor.

Kalp ve beyinleri de öyle olabilir.

Dolaysıyla tümü de yanıyor.

Peki bu organların herhangi bir günaha bulaşması söz konusu değilken, bunların suçu nedir?

Demek ki bu ayetleri algılamada bizlerde sorun vardır.

Yani, bu ayetler bize, Allah'ın kudretini ispat ediyor ve biz de zaten, Allah'ın mutlak kudret sahibi olduğuna iman ediyoruz.

Fakat bizim peşinde olduğumuz şey, "varlıktır."

Yani, "mead" var mıdır yok mudur; onun arayışı içerisindeyiz.


Mead ile ilgili ikinci ayet şudur:

İbrahim Rabbine: 'Ey Rabbim. Ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster' demişti. Rabbi ona: 'Yoksa inanmadın mı?' dedi. İbrahim: 'Hayır. İnandım, fakat kalbimin mutmain olması için (görmek istedim)' dedi. Bunun üzerine Allah: 'Öyleyse 4 tane kuş yakala, onları yanına al, sonra (kesip parçala), her dağın başına onlardan bir parça koy. Sonra da onları kendine çağır; koşarak sana gelirler….' Buyurdu. (Bakara: 260)


Sizler, Kur'an'ın anlattığı bu İbrahim ile kuşların hadisesini mutlaka duymuşsunuzdur.

İbrahim; "Rabbim bana ölüyü nasıl dirilttiğini göster" dedi.

Allah da İbrahim'e; "İnanmıyor musun" diye sordu?

İbrahim de "Tabi ki inanıyorum, fakat kalbim mutmain olsun diye görmek istiyorum" dedi.

Yani, Allah bundan 5 bin yıl önce İbrahim'i deneye davet ediyor ve diyor ki, "4 tane kuşu al ve bunlarla dirilme işini dene." 

Elbette deney işini yalnızca Batılılar yapmıyor, Kur'an dahi bundan 5 bin yıl önce İbrahim'i deneye davet etmiştir.

Özellikle de Kur'an, bundan 5 bin yıl önce nesnel bir şekilde İbrahim ile ölünün nasıl dirildiğini bildiriyor. 

Gerçekte bu olay, çok büyük ve bir o kadar da önemli bir konudur.

Yani, bu olayda Rabbimiz bize İbrahim üzerinden deneyin ne olduğunu öğretiyor.

Fakat birazdan Allah'ın bu önerileri üzerinden iddiasını ispat dip etmediğini hep birlikte göreceğiz.

Rabbi İbrahim'e dedi ki, '4 tane kuşu al, onları kesip parçala, her dağın tepesine onlardan bir parça koy, sonra onları kendine çağır, koşarak sana gelirler.'


Rivayetlerde geçtiği üzere nebi İbrahim tavus, karga, horoz ve güvercin gibi 4 canlıyı tutup kesti, kafalarını yanına aldı, sonra da onların etlerini birbiriyle karıştırdı ve götürüp 10 tane dağın tepesine bıraktı.

Daha sonra da dönüp önceki yerine geldi.

Burada da o kuşlardan hangisinin kafasını eline alıp o hayvanı çağırdıysa, 10 dağa bıraktığı et parçaları, kanatları, tüyleri vs. uçup geldi ve elinde tuttuğu kafayla birleşip o hayvanı oluşturdular.

Böylece 4'ü de yeniden canlandı ve uçup gitti.

İbrahim de kendi gözleriyle bunları görünce ölülerin nasıl dirildikleri hususunda ikna oldu.

Fakat şunu demedi ki; "Ya Rab. Niçin beni şu on dağa çıkarıp indirmekle yoruyorsun. Her bir dağın tepesine inip çıkmak vakit alıyor. Üzerinde bulunduğum bu arazide o etleri on yere taksim etmeme müsaade etseydin ve sonra da o parçaları çağırsaydım ve onlar da koşarak gelip kafalarıyla birleşseydi, olmaz mıydı? On tane dağa çık in ve her birinin tepesine yarım kilo et bırak, peki bu kadar zahmet niçin?"


İkincisi: Şayet insan vadide bulunur ve o dağların tepesine yarım kilo et bırakır ise, peki o etler gözükür mü ve o insanın onları görme imkânı olabilir mi?

Tabi ki göremez.

Farz edelim ki her bir dağın o insan ile arasında 5 kilometre mesafe vardır ve o dağın tepesine de yarım kilo et bırakmıştır.

Acaba o insanın bıraktığı yarım kilo eti 5 kilometre mesafeden görme imkânı olur mu?

Başka bir karga ya da güvercin vs. İbrahim'in yanına gelemez mi?

Çünkü o etlerin o kadar uzaklıktan gelmesi ya da o insan tarafından gözükmesi pek de mümkün gözükmüyor.

Burada İbrahim şunları diyemez miydi: "Ya Rab. Müsaade et de ben bu etleri görebileceğim bir yere bırakayım ve o parça etlerin gelişlerini görmekle kalbim de mutmain olsun."

Çünkü anlaşılan o ki İbrahim kalben, ölülerin dirilme işine pek de mutmain değildi. 

Ve yine şöyle de diyebilirdi:

Ya Rab. Sen bana 4 kuş diyeceğine, bir tavuğu yakala kes, etini ye ve bizim de ondan geriye kalan kemiklerinin üzerine etini yeniden giydirdiğimizi seyreyle ve ona nasıl hayat verdiğimizi görmekle de kalbin mutmain olsun.


Ya da şunu söyleyebilirdi:

Ya Rab. 4 kuşun etini 10 dağın tepesine yerleştir gibi işleri bana yaptırıp beni sıkacağına, bir tavukla da bunu halledebilirsin.


Çünkü İbrahim. Rabbinin her şeye gücünün yeteceğine yakin ediyordu.

Bir tek ölüyü diriltmeyi görmekle, yalnızca kalbinin mutmain olmasını istiyordu o kadar.

Bu yapılanların tümünün doğru olduğunu kabul etsek dahi, acaba bunlar "mead" konusunu ispat için yeterli olur mu?

Tabi ki olmaz.

Zira:

Birincisi bu durum, bazı hayvanların meadını ispat eder.

Çünkü burada ölen insan değil, 4 tane hayvandır.

Denilebilirdi ki; "Ya Rab. Biz senden insanın meadını ispat etmeni istiyoruz, fakat bu yaptığın, hayvanın meadının ispatıdır."


İkincisi; bu, sadece ölümden sonra meadın "mümkün" olabileceğini ispat ediyor.

Yani, bu da aynen, bir önceki ayetteki Allah'ın kudretini ispat etiği gibi oluyor.

Nasıl ki o ayet Allah'ın mutlak kudretini ispat ediyorsa ve O'nun "kadir-i mutlak" olması da bir işin kesinlikle olacağını makul göstermiyorsa, bu da öyledir.

Bu ayet ile de hayvanların ölüm sonrası diriltilmesi, insanların meadının da kesin olacağını ispat edememektedir.

Denilebilir ki; "Üzeyir nebi ile de ilgili ayet vardır. Mademki hayvanlar üzerinden insanların meadının ispatlanması makul değilse, peki Üzeyir bir insandır, biz onun üzerinden de insanların meadının ispatlandığını görmekteyiz. Ona nasıl itiraz edilebilir?"

Üzeyir nebinin olayı Kur'an'da şöyle geçer: 

Yahut duvarları, tavanları üzerine çökmüş bir köye uğrayan şahıs gibi. O, 'Allah bu köy halkını ölümünden sonra nasıl diriltir?' dedi. Bunun üzerine Allah onu yüz yıl öldürdü, sonra diriltti. 'Ne kadar burada kaldın?' dedi. O, 'Bir gün veya günün bir bölümü' dedi. Allah, 'Oysa 100 yıl kaldın. Yiyecek ve içeceğine bak, hiç bozulmamış. Bir de eşeğine bak (nasıl çürüyüp gitmiştir.) Seni insanlara bir ayet kılalım diye (böyle yaptık). Kemiklere bir bak. Nasıl onları kabartıyor, sonra etle bürüyoruz' dedi. (Bu gerçek) ona açıklık kazandığında, '(Artık) Allah'ın her şeye gücünün yettiğini biliyorum' dedi. (Bakara: 259)


Ayette, Allah yine deney üzerinden mead konusunu ispat ediyor.

Fakat bu sefer başkasını öldürmüyor, insanın kendisini öldürüyor.

Diğer bir ifadeyle Allah, İbrahim'e kuşların deneyi üzerinden meadı gösterdi, Üzeyir'e de bizzat kendisini öldürerek ve kendi ölüm deneyi üzerinden meadı ona ispat etti. 

Burada şöyle bir soru akla gelebilir: 

Peki şayet Örneğin, sen ölür isen, o şey sana nasıl ispat edilebilir?


Bunu bir türlü anlamak mümkün değildir.

Yani, sen ölmüşsün ve "Allah onu 100 yıl öldürdü, sonra diriltti, ne kadar burada kaldın?" dedi.

"Bir gün ya da bir günün bir bölümü kaldım dedi" ve…..

"Peki bu adam uyumuştur. Sen uyuduğunu zanneder isen, öldüğünü nasıl anlayabilirsin? Ölümünü hangi delil ile ispat edebilirsin?"

Yani, denilebilir ki, "Ya Rab. Sen ona öyle bir delil sunuyorsun ki, aslında o adam öldüğünü bile bilmiş değildir."

Bu adam öldüğünü değil, uyuduğunu düşünüyor.

"Bir gün veya bir günün bir bölümünü kaldım" diyor.


Bunun dışında Allah'ın 100 yıl beklemesi ne demektir?

Ayrıca Allah, onun uyuduğunu göz önüne alarak eşeğini ona gösteriyor ve "Bak" diyor; "O eşeğinin kemiklerini nasıl döşüyoruz."

O da eşeğin kemiklerinin nasıl da ete büründüğünü görüyor.

Kendisinin 100 yıl önceden bıraktığı yemek ise bozulmadan öylece duruyordu.

"Allah'ın kudretiyle bozulmamıştı." 

Eşeğinin yalnızca kemikleri kalmıştı.

Allah da onun o eşeğini gözlerinin önünde yeniden diriltiyor.

Bu doğrudur, çünkü bu, Allah'ın kudretidir.

Peki Allah'a denmez mi ki;

Ya Rab. 100 yıl bu insanları ve ümmeti niçin bekletiyorsun?

Ayrıca bu eşeği niçin öldürüp diriltiyorsun?

Çünkü Üzeyir nebi sadece; "Allah bu köy/şehir halkını yeniden nasıl diriltecektir?" demişti.

Sen de o şehir halkından birinin kemiklerini topla ve onu dirilt.

Ne 100 yıl beklet ne de bu deneyi Üzeyir nebiye yaşat.

Aslında bu deney de mantıkla bağdaşmıyor.

Çünkü bu da iddiayı ispat etmiyor.

Evet, sen birini 100 yıl öldürüp beklettikten sonra da diriltir isen, tabi ki o adam ölü olduğunu anlamayacaktır.

Bundan ötürü diyorum ki, o şehir halkından birini diriltmeliydi.

Eşek konusu da öyle.

Yani, onun eşeğini değil de önceden ölen o şehir halkının eşeğinden birini diriltmeli ve işi bu şekilde bitirmeliydi.


Özetlersek,

Birincisi; böyle bir tutum mantıklı değildir.

İkincisi de; bu tutum, yalnızca Allah'ın kudretini ispat ediyor.

Bizim de bundan hiçbir şüphemiz yoktur.

Yani, biz, Allah'ın her şeye kadir olduğuna iman ediyoruz.

Bizim isteğimiz, O'nun kudretini görmek değildir, "meadın" varlığını bilmektir.

Dolayısıyla, bu ayet de meadın varlığını ispat etmiyor. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU