Filistin halkının mücadelesi ne askeri ne de diplomatik bir mücadele; aksine özü siyasi, ahlaki ve hukuki.
1938 yılındaki Kristal Gece (Kristallnacht), milyonlarca Yahudiye ve diğer Aryan olmayan Avrupalılara karşı sistematik bir imha kampanyasının başlangıcı olarak, mahallelerin ve sinagogların yok edildiği ve binlerce kişinin tutuklandığı Almanya'daki Yahudilere karşı Nazi soykırımının başlangıcıydı.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Naziler, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa'da milliyetçiliğin çöküşünü fırsat bilerek, tüm Avrupa kıtasında soykırımlarını başlattılar.
Ancak bu, 1930'larda çıkarılan ve Yahudiler ve Doğu Avrupa'daki diğer Avrupalı toplulukların vatandaşlıklarını ellerinden alan 'Nürnberg Yasaları' olmasaydı gerçekleşemezdi.
Bu suçlar, vatandaşlıktan mahrum bırakılan Yahudiler, Romanlar ve diğerlerini 'yasal insanlıktan' çıkarmak için yürütülen propaganda kampanyalarıyla birlikte gerçekleşti.
Bu insanlar, insandan aşağı olarak tasvir edildiler, tehlikeliydiler ve dünyanın sorunlarının sebebiydiler.
Daha sonra ilerleyen zaman içinde öldürülmek üzere toplama kamplarına sürüldüler.
Naziler, kurbanları kaderlerine razı etmek için aldatıcı taktikler bile kullandılar.
'Nihai Çözüm' kavramını, bu 'soykırımın' dolaylı bir ifadesi olarak kullandılar.
Nazi Almanya'sı, onlara 'vatandaş olmadıklarını' ve sadece orada ikamet ettiklerini belirten kimlik belgeleri verdi.
Aynı zamanda öldürülünceye kadar 'güvenliklerini sağlamak' amacıyla onlara işlerini yönetme, onları yeniden yerleştirme veya işlerini devretme yetkisi de verdi!
Aslında Holokost kurbanlarının en büyük yüzdesi vatandaşlığını kaybedenlerdi.
Öyle ki vatan ve vatandaşlık hakkından yoksun bırakma, ırkçı katliamların hukuki dayanağı olarak karşımıza çıkıyor.
Çünkü Alman vatandaşlığından yararlanmaya devam eden Yahudiler Holokost kurbanlarının yalnızca yüzde 3'ünü oluşturuyordu.
Sömürgeciler, 'meşru müdafaa hakkının' her zaman devletlere ait olduğunu, vatandaşlıktan yoksun bırakılanlara ait olmadığını savunmuşlardır.
Çünkü bu kişiler, yasalara ve haklara sahip değildirler.
Portekiz ve İspanya'nın sömürgeciliğinden başlayarak, ardından İngiliz ve Fransız sömürgeciliğine ve Nazizm'e kadar, 'beyaz Batılı uygarlıklar', kendilerini savunma hakkına sahip olan tek ülkelerin, kendi modellerine göre devletler ve kurumlar inşa edebilen uluslar olduğuna inanıyordu.
Avrupa'nın gerçekleştirdiği devlet olma koşullarını karşılayamayan uluslar ise 'medeni devletler' topluluğundan izole ediliyor, vatandaşlıklarından mahrum bırakılıyor, 'insanlıktan çıkarılıyor' ve... katlediliyordu!
İşgale karşı direnişleri sırasında, yerli halk bir dizi İspanyol sömürgeciyle savaşıp onları öldürdüğünde, sömürgeciler şöyle bağırıyorlardı:
Bize saldırıyorlar, bazılarımızı öldürdüler ve bizim de (kendimizi savunma hakkımız) var.
Hem eski hem de modern, tarih ve günümüzle dolu, iğrenç bir manzara. Avrupa sömürge tarihi, yerli halklara karşı 'meşru müdafaa hakkının', 'dini ve ahlaki hukuk' kisvesi altında istismar edilmesiyle doludur.
1493'te Papa Alexander VI, keşif ve 'yasak toprak' doktrinini oluşturdu.
Bu da beyaz yerleşimcilere, kendi özel mülkiyetlerini düşündükleri topraklarda hak verdi.
Sömürgeleştirilen tüm devletler, yerli halklar için yasak topraklar olarak kabul edildi.
'Vahşi' yerli halkların ruhları ve mülkleri 'yasal olarak' yağmalandı.
Milyonlarca 'yerli halk', işlerini, çıkarlarını ve gelişmelerini yönetmeye layık görülmedi. Kültürlerinin yok edilmesi gerekiyordu!
1492'den beri, İspanya kralları II. Ferdinand, Aragon Kralı ve Kastilya Kraliçesi 1. Isabella, 'encomienda' yasalarını çıkardılar.
Bu yasalar, İspanyol sömürgecilerine, Amerika Kıtası'ndaki yerli halkları köleleştirme ve sömürgeleştirme yetkisi verdi.
Yasalar, 1542'deki 'Yeni Yasalar' ve 1680'deki Portekiz 'Carta Regia' yönetmelikleri ile desteklendi.
Bu yasalar, yerli halkların topraklarının, mülklerinin ve kültürlerinin yağmalanması ve yok edilmesiyle sonuçlandı.
Bu zulümler, milyonlarca yerli insanın ölümüne neden oldu. 15'inci yüzyılın sonlarında, sömürgecilerin ilahi ve dini yönetmelikleri, yerli halkları 'vahşi' ve 'medeniyetsiz' olarak tanımlayarak, onları sömürgeleştirmeyi ve köleleştirmeyi meşrulaştırmak için kullanıldı.
Bu propaganda, Belçika Kralı II. Leopold'un Kongo'da işlediği vahşetlerin meşrulaştırılması için de kullanıldı.
O dönemde, çoğu beyaz Avrupalı bütün bunlara onay verdi.
'Savunma' bahanesiyle intikam operasyonlarında öldürülen yüz binlerce, hatta milyonlarca kurbana sırtlarını döndüler. Tek önemli şey şuydu:
Onlar bize saldırdı, bazılarımızı öldürdü ve kendimizi savunma hakkımız var.
Aynı şey, Avrupa'nın Kuzey Amerika'yı işgali sırasında Kızılderililere de oldu.
Aynı şey, İngilizlerin Asya ve Hindistan'da, Fransızların Kuzey Afrika'da, Almanların Güney Afrika'da, İtalyanların Libya'da, Belçikalıların Kongo'da ve Hollandalıların Endonezya'da yaptığı şeylerle oldu.
Sömürgecilik vahşeti tarihi, Avrupa devletlerinin 'savunma hakkı' tarihi ile tam olarak örtüşüyor.
Avrupa beyaz sömürgeci kültürünün torunları, toplu hapishane uygulamaları yoluyla onları sömürgeleştiren ve köleleştiren insanlara karşı 'savunma haklarını' halen kullanıyor.
Kızılderililerden Afganistan'a, Irak'a kadar... Beyaz sömürgeciler, suçlarına ahlaki ve dini-ahlaki bir hukuki kılıf sağladılar.
Hatta, günümüz Batı savaş yasalarının ve 'uygar devletlerin' askeri yasalarının çoğunda, bu 'ırkçı hukuki doktrinin' kalıntılarını gözlemleyebiliriz.
Bu yasalar, ahlaki ve hukuki eksikliklerin bir kanıtı olarak ve Amerikalılar, Fransızlar, İngilizler, Ruslar ve İsrailliler tarafından gerçekleştirilen 'uygar' katliamlara ve vahşetlere bir gerekçe olarak hizmet etmektedir.
Böylece Filistin'e ulaşıyoruz ve yazdıklarımda Filistin'den başka bir ülkeyi mi kastediyorum?!.
Filistin davasının tarihi ve 'kendini savunma hakkı' kisvesi altındaki soykırım tarihinin tam bir uyumu ve paralel bir seyrini, an be an takip edebiliriz.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Independent Türkçe için çeviren: Büşra Kavaklıoğlu