Siyaset belalarının dörtte üçünün nedeni: Korku

Ne yazık ki, 'amaca giden her yol mübahtır' ve 'koyun ya da kasap olmak arasında seçim yapmak zorunda kalsam kasap olmaktan çekinmem!' mantığının hakim olduğu dünyanın gerçeği bu

İllüstrasyon: Creative Boom

Neredeyse her gün bizi sürprizlerle şaşırtan bir dünyada, askeriye ve siyasetin önde gelen liderlerinden Nazi Hermann Göring'in, karşısında ölümcül siyasi maceralardan koruyan demokrasinin faziletleri hakkında konuşan ABD'li bir gazeteciye söylediği sözler aklıma geliyor.

O zamanlar Göring -zehir içerek intihar etmeden önce hapishanesinden- gazeteciye itiraz ederek şöyle demişti:

Hangi demokrasi, halkın seçimi mi?!. İnsanların kalplerine korku tohumları ektiğinizde, elinize kararlarını ve özgürlüklerini tereddüt etmeden vereceklerini görürsünüz!
 

Bu sözleri yıllar önce duymuştum; ancak büyüklüğü, zenginliği, kültürü ve yönetilme biçimi ne olursa olsun dünyanın çoğu ülkesinde gördüğümüz olaylarla bu sözlerin doğruluğu kanıtlanmıştır.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Korku -belki de açgözlülükten daha fazla- yeryüzündeki siyaset belalarının en büyük ve en tehlikeli nedenidir.

Herhangi bir şeyden, herhangi bir ideolojiden, herhangi bir kimlikten, herhangi bir siyasal akımdan ve gerçek ya da hayali veya yapay herhangi bir 'düşmandan' korkmak, barış ve savaş hakkında delilik derecesine varabilecek kararlar ve pozisyonlar almaya, eğilimler üretmeye ve kanaatler oluşturmaya iter.

ABD'li gazetecinin Göring'in önünde güzellemesini yaptığı ve bunu hatalar ve savaşlardan koruyan bir seçenek olarak gördüğü "demokrasi" gerçekten böyle olsaydı, Batı demokrasileri korkunç stratejik hatalar yapmaz ve yapıyor olmazdı.

Hatta popülist liderlerin, geniş seçmen kitlelerinin sadece çıkarları için değil varlıkları için de 'korkmasından' yararlanmasıyla, örneğin ABD ve Hindistan gibi dünyanın en büyük demokrasilerinde demokrasinin temelleri tehdit altında olmazdı.

Donald Trump'ın ABD Başkanı seçilmeden önce ve başkanlığı kaybettikten sonra harekete geçirdiği şey 'korku' idi.

Cermen, Slav ve Kelt beyaz Hristiyan ABD'lilerin siyah, esmer ve sarı etnik -bazen Hristiyan olmayan- bir 'tsunami'den duyduğu 'korku', 'yeniden büyük ABD' sloganının yükseltilmesini ve Meksika sınırı boyunca uzanıp 'yabancı' insan rezervuarından 'ayıran bir duvar' inşa edilmesini gerektirdi.

Trumpizm olgusu ile birlikte, ABD'lilerin büyük bir bölümü, kendi güvenliklerinin, üstünlüğü -ve dolayısıyla gücü- Hristiyan beyazlara veren demokratik bir sistemden çok daha önemli olduğuna inanmaya başladı.

Bu nedenle milyonlarca 'Trumpçı', demokrasinin simgesi olan ABD Kongre Binası'na yapılan baskına destek verdi.

Oysa en iyi oylama sisteminin kullanıldığı ve 50 eyaletinin çoğunluğunun Trump'ın partisi Cumhuriyetçi Parti tarafından yönetildiği federal yönetim biçimine sahip bir ülkede yaşıyorlardı. Buna rağmen yapılan bağımsız seçimlerin sonuçlarını reddettiler.

Böylece, 'Trump'ın ABD'sindeki' 'korkunun', dünyanın en başarılı çoğulcu federal yönetim modellerinden birinin kurucuları tarafından temelleri atılan ideal 'demokrasi'den çok daha güçlü olduğu ortaya çıktı ve bu durum hala geçerli.

Buna karşılık Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in 'demokratik olmayan' geçmişi bir yana, şu anda Ukrayna topraklarında sürmekte olan savaşın merkezinde de 'korkuyu' buluyoruz.

Rus tarihi hafızası çok güçlüdür. Coğrafi değişimlere, iç unsurların ve dış düşmanların çokluğuna ve hiçbir zaman gerçek bir 'demokrasinin' yaşanmadığı Kremlin'de birbiri ardına iktidara gelen zıt rejimlere karşı sağlam duran canlı bir hafızadır.

Rus kişiliği -ve sonra bu kişiliğin ürettiği güç- batının tanımına göre 'demokrasiyi' benimsemedi veya denemedi.

Bunun yerine yönetim, katı bir klan komününden sarayın 'sezarlarına', ardından Bolşevik 'komiserliklerine' ve oradan da Bolşevik sonrası 'aparatçik' ve 'mafyavari' kişilere geçti.

Ancak 'demokrasi' ne kadar yoksa, zaman zaman araya açgözlülük ve intikam unsurları girmekle birlikte, 'korku' bir o kadar vardı.

Şu anda, KGB ekolünün evladı, 'Doğu-Batı çatışması' kavramlarının öğrencisi ve 'Rusya'nın kuşatıldığı' yönünde endişeleri olan Putin'in kuşağının Ukrayna'da sadece yayılmacı emperyalist bir saikle savaştığını düşünen kim varsa çok yanılıyor.

Doğru, Batı buna kani olmuş gibi görünüyor. Ancak Putin ve beraberindeki aşırı sağcı Ruslar, Ukrayna ve Belarus'u elde tutmanın, Rusya'nın kalbini korumak olduğuna inanıyor.

Onlar böylece Napolyon ve Hitler ile yaşananların tekrarını engellediklerini ileri sürüyorlar. Rus aşırı sağına göre böylece üst düzey bir "Slav savunma hattı"nın sürecek.

Soğuk Savaş'ın zirvesinde Moskova, Josip Broz Tito ve Nicolae Ceausescu'nun kendi 'şemsiyesinden' uzaklaşmasına rağmen, Yugoslavya'yı ve ardından Romanya'yı işgal etmek için herhangi bir 'savunma' ihtiyacı görmedi.

Ancak 1956'da Macaristan'a, 1968'de Çekoslovakya'ya ve ardından Sovyetler Birliği'nin son günlerinde Polonya'ya karşı güçlü ve hızlı bir şekilde hareket etti.

Bunun en bariz sebebi, Yugoslavya ve Romanya'daki nüfusun çoğunluğunun 'Doğu referanslı' Ortodoks olması ve dolayısıyla (Tito Hırvat bir Katolik olmasına rağmen) 'Batı referanslı' bir bağlılıklarının olmamasıydı.

Buna karşılık Moskova, çoğunluğu Katolik olan Macaristan, Çekoslovakya ve Polonya'nın Batı'nın kucağına düşmesinden çok korkuyordu.

Gerçekten de, Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı'nın dağılmasından sonra eskiden komünist olan Katolik ülkeler, Ortodoks ülkelerin aksine hızla Avrupa Birliği'ne (AB) katıldı.
 


Hinduların nüfusun büyük bir çoğunluğunu oluşturduğu Hindistan'da bile, şu anki Başbakan Narendra Modi gibi katı Hindu milliyetçileri, tehlikeli addettikleri iki 'düşmandan' korkuyorlar:

İlk düşman, günümüz Hindistan'ında ve Hindistan'a batıdan sınırı olan Pakistan ile doğudan sınırı olan Bangladeş'teki Müslümanlar.

Bugün, 900 milyon Hindu'ya karşılık Hint Alt Kıtası'nda 600 milyon Müslüman yaşıyor. Ancak her iki taraf da yıkıcı nükleer askeri kapasitelere sahip.

İkinci düşman ise, diğer büyük bir dev olan ve Hindistan ile kronik bir sınır anlaşmazlığı yaşayan Çin. Çin de büyük bir nükleer güç.

İngilizlerin Doğu Avrupa iş gücünden korktukları için Avrupa Birliği'nden (AB) ayrılma yönündeki neredeyse intiharı anımsatan oylamalarında da 'korku' vardı.

Aynı şekilde, Fransa'daki ırkçıların, Akdeniz üzerinden göçmen ve mültecilerin sayısının artacağı 'korkusundan' hareketle sandıktan Fransız siyasi hayatında kabul gören çetin bir ceviz olarak çıkmasında da bu duyguyu gördük.

Aynı zamanda bu, oy sandıkları ve demokrasi oyunu aracılığıyla İtalya'da da Mussolini faşizminin mirasçılarının yeniden iktidara gelmesine katkıda bulundu.

Aynısı bizim için de geçerli. Biz Araplar 'komşuların' düşmanlığından 'korkuyoruz'. Bu komşuların her biri kendi tarzınca ve kafasındaki plana göre bizi tehdit ediyor ve bizi birbirimize kırdırıyor.

Böylece koruma talebini kabul ediyoruz. Likudcuların genişlemesinden korkanlar, İran mollalarından koruma bekliyorlar, ya da tam tersi oluyor.

İki taraftan da korkanlar ise, Recep Tayyip Erdoğan'ın çadırı altında umut vadeden 'güvenli sığınağa' koşuyor.

Ne yazık ki, 'amaca giden her yol mübahtır' ve 'koyun ya da kasap olmak arasında seçim yapmak zorunda kalsam kasap olmaktan çekinmem!' mantığının hakim olduğu dünyanın gerçeği bu.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

Independent Türkçe için çeviren: Asasmedia

Şarku'l Avsat

DAHA FAZLA HABER OKU