"Cumhuriyet", bir yönetim biçimi olmanın ötesinde, ulusal ve sınıfsal bir mensubiyet olarak görenler açısından "ulusal" bağımsızlığın ifadesidir.
En başından itibaren zaman zaman demokrasiden söz edilse ve buna yönelik kimi girişimlerde bulunulsa da, ulusalcı egemenlerin ipleri elinden kaçırma endişesiyle bir türlü demokrasiye geçilemez.
Devlet seçkinlerinin bu konudaki isteksizlikleri bir yana, bu meselenin toplumun "kahir ekseriyetinin" çok da umurunda olmadığı da ortada.
Ama yine de devletle toplum arasında tam bir uzlaşı sağlanamadığından olsa gerek ki, her on yılda bir tekrarlanan krizler silahlı güçlerin müdahalesiyle giderilmeye, devletle toplum arasındaki örtüşmezlik "balans ayarları"yla dengeye getirilmeye çalışılmakta.
Bağımsızlık mücadelesinin bir sonucu olarak ilan edilen Cumhuriyet, buna dair bir duyarlılık ve sınırlılıkta kaldı.
Bağımsızlık mücadelesi ise temel olarak Yunan ordusuna ve işgalcilere karşı değil de sanki padişahlığa karşı verilmiş gibi sonuçlar çıkarıldı ve Cumhuriyet bunun üzerinden ideolojileştirildi.
Oysa halk nezdinde Cumhuriyete karşı önemli bir tepki olmadığı gibi padişahlık rejimi de fiilî olarak 1908'de sona ermişti ve sadece uzatmalar oynanmaktaydı.
Sisteme yönelik itirazlar ise Cumhuriyetin demokratikleştirilmemesiyle ilgiliydi. Zira kimi biçimsel değişimin ötesinde devlet toplum ilişkileri açısından değişen çok da bir şey yoktu.
İktidarın teşkili ve temsil biçimlerinden toplumsal zenginliğin bölüşümüne, adaletin sağlanmasından halka karşı muameleye kadar geleneksel otokrasi bir ölçüde yumuşayarak sürdürülmekteydi.
Her ne kadar Cumhuriyete geçilmiş olsa da, kendisini devletle özdeşleştiren yeni burjuvazinin dışında "cumhur" henüz ortada yoktu.
Dolayısıyla İtalyan birliğinin kurulmasından sonra Massimo D'azeglio'nun "İtalya'yı kurduk şimdi sıra İtalyanların yaratılmasında" deyişi gibi, ilk birkaç on yıl bu cumhurun, "hayali cemaat"in, yani "Türk ulusu"nun oluşturulmasına çalışıldı.
Osmanlı burjuvazisinin bakiyesi kadar Anadolu'nun derinliklerindeki muhafazakâr, Kürt veya Alevi tepkilerine karşı Batı değerleriyle bütünleşen ve "frenklik" olarak tanımlanan bir yabancılaşmayı ifade eden cumhur, bu tepkilere karşı devletin koruması altına alınmıştı.
Bağımsızlık söyleminin büyülü ikliminde üretilen bu egemen sınıf, yani yerli ve millî burjuvazi, bir devlet sınıfıydı ama II. Dünya Savaşı akabinde yaşanan küresel değişim Cumhuriyete karşı demokrasinin başatlaştığı bir itirazı Anadolu'ya da duyuracaktır.
Bu, sonun başlangıcıdır belki ve Cumhuriyetçi mevzilerin bağımsızlıkçı söylemleriyle demokrasi rüzgârının kanatlandırmaya başladığı Anadolu'daki tepkilerin özgürleşmeci talepleri arasında, kökleri belki Tanzimat dönemine dek dayanan ve "cumhur"un "kayıtsız şartsız" egemenliğinin sorgulandığı bir çatışma başlayacaktır.
Bu karşılaşmadaki Cumhuriyetçilerin kültürel biçimselliğinin "sol" niteliğini dikkate almayan İdris Küçükömer ve benzeri aydınlar ise asıl sol niteliğin demokratik tepkilerde ve taleplerde ifadesini bulan sosyolojide aranması gerektiğine dikkat çekecektir.
Her iki söylemin sahiciliği ve samimiliği bir yana bu iki kutbun ürettikleri "hayali" cemaatlerin zıtlığı, uzlaşmanın imkânsızlaştığı bir çatışma iklimi içerisinde yüz yılı sona erdirecektir.
Demokrasinin veya farklılıkların şiddet dışı birlikteliğinin imkânı ya da zorunluluğu da ancak bu gerilimli sürecin akabinde, birden fazla 'cumhur'un sığmadığı bu "ulus"un gövdesinin darlığının farkına varıldığında anlaşılacaktır.
Bu gövdenin yırtıklarından sızan karşı cephenin iktidarı (AK Parti) da giderek benzeri açmazlar içerisinde demokrasiye geçişi gerçekleştiremediğinden, geleneksel otokrasiye dönüşle miadını dolduracaktır.
Dolayısıyla tepkisel taleplerin fiilî demokratikliğinin ve bölük pörçük kimi çabaların dışında bu konularda kapsamlı ve tutarlı bir düşünümsel faaliyete girişilemediği gibi, özgürleşmenin nasıllığına dair bir strateji (hikmet) de henüz üretilebilmiş değil.
Zira kâmil anlamıyla özgürlük, sadece belli bir kesimin değil, tüm toplumun da özgürleştirilmesi anlamına gelmelidir.
Ancak bu koşullarda ki tarih ve coğrafyanın öğrettikleri ya da öğretisiyle çağdaş gerçekliğin bireşimi sağlanabilecektir.
Dahası ise burada, Anadolu'da, bu pastoral iklim, kadim coğrafya ve İbrahimî geleneğin havzasındaki yükümlülüklerdir.
Öyle ki bir taraf bu yükümlülüklerden uzak durmayı bir modernleşme farikası haline getirmiştir.
Batılı olarak addedilmenin bu yegâne koşulu, olumlu anlamıyla Batılı olmayı da imkânsızlaştıran bir yabancılaşmadır.
Oysa Stefanos Yerasimos bu "ara coğrafya"da yaşamanın nasıl bir anlama sahip olduğunu, Bizans'tan günümüze değin süregelen bir bilincin derinlemesine tefekkürüyle zikretmekte.
Bu "arada oluş"un anlamı, Doğu ile Batı kadar sair zıtlıkların da arasında olmayı gerektiren bir itidal çizgisi değildir yalnızca.
Bunun da ötesinde bu itidali üreten ve oradan ürettiği "yüksek bakış"la bu zıtlıkları bir dengeye kavuşturmasını bilen bir bilgeliktir (irfan).
Cumhuriyetçiliğin Batıcılığına karşı giderek Doğuculaşan öteki tarafın korunmacı içe kapanması ise kendisini dar bir tarihe (Osmanlılığa) ve coğrafyaya (Anadolu'ya) kapatmıştır.
Kaldı ki söylemini bağımsızlıkla sınırlandırmış bir bakışın eksikliğini, özgürleşmeyle ihya edebilsin.
Cumhuriyet bir değil, iki ulus ve birkaç da öksüz toplum yarattı ama ötekiler de padişahçı değillerdi.
Kendilerini tanımlamaya ve temsile fırsat verilmemişti belki ve temel itirazları adaletsizliklereydi.
Kendi değerlerinin saygınlığının da teyid edildiği hakkaniyetli bir toplum olsun istemekteydiler, önlerine bakmaktan yorulmuş bakışlarıyla.
Cumhuriyetçilerin bir iyiliği oldu yine de; -kendileri bunun çok da ayırdında olmasalar da- ötekilere nasıl bir coğrafyada bulunduklarını ve farklılıklarla birlikte yaşamaktan başka bir çareleri olmadığını hatırlattılar.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Ancak II. Dünya Savaşı akabindeki o demokratik iklimin etkisiyle Cumhuriyetçi mecliste "Millî Görüş"çü temsilin ikmal edildiği ve her iki tarafın da bu temsildeki sapmaya göz yumduğu telafi, belki demokrasiye evrilişin ya da toplumsal özgürleşmenin ilk adımlarıydı ve dolayısıyla da süreç düşe kalka ve itip kakmalarla da olsa ilerleyecektir.
MSP, İşçi Partisi (TİP)'nin izleğinde kuramından uzak olduğu demokrasi için Cumhuriyetçi meclisi fiili olarak cumhuriyeti aşmaya zorlarken, ortaya ucube bir sentez (Ak Parti ve sağ ulusalcılar) çıkacağı öngörülemezdi elbette.
Ama bu sadece ötekiliğin değil, belki de doğrudan ötekileştirmelerin bir eseriydi. Hınçlı kitlelerin tepkisi ve Cumhuriyetçileri de dönüştüren bir zorunlu ama nahif demokratik adımın atılmasının icbarı, atılmaya çalışılan adımların hoyratça geriye çekildiği bir ulusallığa iltica ve otokrasiye dönüşle sonuçlanacaktır.
Cumhuriyet yüz yılını geride bırakırken, bıçak sırtında yaşamanın o coğrafi korkularıyla belki, belki de egemenliğini yitirmenin endişesiyle, kültürel ve siyasal çelişkilere dayanan kutuplaşmayı aşan bir olağanlıkla demokrasiye geçiş gerçekleştirilemedi.
Bunun kabahatiyse sadece ötekileştirilmiş cemaatlerin (siyasal toplulukların) "az gelişmişliği"nde değil şüphesiz; Cumhuriyet'in asla değişim kabul etmeyen ontolojisi de bunu engellemekte: Atatürk milliyetçiliği, onun ilke ve inkılaplarına bağlılık, federatif yönetimlerin imkânsızlığına dair bir saplantı, farklı etnisitelere ve mezheplere yaşamsal güvencelerin sağlanmasındaki isteksizlik, aşını ve toprağını paylaşmanın eşitlikçiliğine bir türlü gönül indirememek, insanın değil de devletin kutsanması, laikliğin açıkça tanımlanmaması nedeniyle bir istismar ve baskı aracı olarak kullanımını kültürel varlığın kırılgan bir koruyucusu olarak addetmek, cemaatlerin (farklı siyasal toplulukların) siyasa dışı tutulması gibi ulusalcı 19'uncu yüzyıl ezberleri.
Tüm bunlar üzerinde yeterince düşünülmemesi ve konuşulmaması bile tarafların kayıtsızlığının bir işareti olsa gerek.
Batılı "ulus" sadece el koyduğu iktidarı savunmaya ve kuramsal darlığını bu sığlıkta tutabilmeye ayarlı bir Cumhuriyet için koskoca bir orduyu teyakkuzda tutarken, Doğulu olan ise ne şûranın farkındaydı ne de demokrasiyi umursamakta.
Bu bölünmüşlük, çatışmanın bile ortak bir dili gerektirdiği koşulların demokrasiye doğru evriliş anlamına geldiği bir siyasallığın sıfır noktasıydı belki.
Ne var ki ortak bir dil daha ilk meclisin otokratik ikliminde, dahası ikinci meclisin tasfiyeci Cumhuriyetçiliğinde ve bir kültür devrimi olarak addedilen "alfabe/dil devrimi"nin biçimselliğinde berhava edilecekti.
Farklılıkların büsbütün inkâr edildiği bu "efendilik" pozisyonundaki bakışı ideolojik bir tutuma dönüştürmektense, asgari iletişimsel koşulları korumaya özen gösteren bir kuruculuk, tarihin zorlayacağı adımların yolunu kısaltabilir ve hasarları daha bir azaltabilirdi belki.
Adeta tanrıya özenli bir ırk, yaratıcılığın asli övüncünü yıkıcılıkta bulunca, sadece ötekini ayakta tutan koşulları değil, kendisini de yıkıma uğrattığının, coğrafyanın ortaklaşalığını berhava ettiğinin farkında değil miydi acaba?
O zaman ise bu yıkımların altından ancak bu uzlaşmaz ikilliği uzlaştıracak olan o âraf ehlinin, Stefanos Yerasimos'un da teşhis ettiği gibi bu "ara bölge"yi bir uzlaşı aralığına dönüştürecek olan o yüksek bakışın irfanı kalkacaktır belki.
Bu ise bir "arada kalmışlık" değil, "arada oluş"u uzlaşının bir imkânı haline getirmenin hınçlarını ve hırslarını yenmiş bilgeliğidir.
İşte onlar, Gandi'nin Hindistan için öngördüğü özgürlüğün bağımsızlıktan daha önemli oluşuna ve birincilliğine kail olanlardır.
Azın azıdırlar belki ama hikmet ehlidirler; yani düşünsel derinleşmeleriyle toplumsal dirliği yor(umla)maya ve atılmış köprüleri ihdasa yeltenenlerdir.
Sadece cesaretin, sadece fikrin yetmediğinin, "ara"daki o yüksek bakışın (irfanın) yetkinliğiyle içsel kutupları iletişimsel bir müzakere zeminine kavuşturma zorunluluğunun da bilincindedirler.
İzleri örtülmüş ve sözleri unutulmuş olabilir ama Âkif'in, Meşrutiyetin ilanı sonrasında "Aradığım hürriyet bu değildi" ve Cumhuriyet sonrasında da "Aradığım istiklâl değil bu" deyişinde, bu eksik doğumlara işaret edilmekteydi.
Cemil Meriç de sürdürdü eleştirilerini, Kemal Tahir ve Nurettin Topçu da.
O "ara"yı genişletmek, bakışları yükseltmek ve kutuplaşmanın çatışmacı dilinden itidalin ve uzlaşının siyasal yordamını üretmek için.
Batılı bilgeler buna müzakereci demokrasi diyebilirler. Doğulu bir hissiyat ise bunu Anadolu irfanı olarak da tanımlayabilir. İyilik ise Kuran'ın deyişiyle yüzünü Doğu'ya ya da Batı'ya dönmekte değil, düşüncesini edimiyle birleştirmiş bakışın yüksekliğindedir.
Önemli olan Doğu ya da Batı, sağ ya da sol değil, anlamını mülke egemen olmaya daraltmış bir ulusalcılık, vatan ya da iktidar da değil, adaletin ve barışın sağlanması, toplumların zorbaca tahakkümlerden kurtuluşu ve özgürleşmesidir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish