Kasım ayının ilk iki haftasında Glasgow'da düzenlenen COP26 (2021 BM İklim Değişikliği) Konferansına yaklaşık 40 bin kişi katıldı. COP27 2022'de Mısır'da, COP28 ise 2023'te BAE'de yapılacak.
Birçok gözlemci, Glasgow Konferansı'nın, ilgili ülkeler tarafından gerekli fonlar ve yasalarla destekleme taahhüdü olmaksızın yüksek emel ve beklentiler şeklinde kendisini gösteren kararlarından duydukları hayal kırıklığını dile getirdi.
Londra merkezli Financial Times tarafından hazırlanan bir yazı, konferansa hakim olan genel atmosferi yansıttı.
Prestijli ekonomi gazetesinin yazısının ilk paragrafını, konferansa yönelik şu eleştirel tanım oluşturuyordu:
Dikkat çekici olan, Boris Johnson'un COP26 için en uygun ev sahibi olmasıdır. Boş vaatlerine bakılarak İngiliz Başbakan için yersiz bir iyimserlik havası yaymakta uzmanlaşmış denilebilir. Glasgow Zirvesi, boş vaatlerin yanı sıra çok fazla yersiz iyimserlik üretti.
Konferansın ana konuları aşağıdaki gibi özetlenebilir:
- Uygulanmaları için gerekli bütçelerle desteklenen bağlayıcı kararlar yerine medyanın dikkatini çeken gayri resmi gözlemler.
- Üye ülkelerin gelecek yıl daha güçlü, net ve kararlı taahhütlerle geri dönmeleri gerekecek.
- Fosil yakıtlardan 'kurtulmak' yerine kullanımları 'kademeli' olarak azaltılacak.
- Sanayileşmiş ülkeler, gelişmekte olan ülkelere mali destek sağlamadıkları veya daha önce yaptıkları taahhüdü (yıllık yaklaşık 100 milyar dolar yardımı) yerine getirmedikleri için geniş çapta eleştirildi.
Sanayileşmiş ülkeler taahhütlerine bağlılıklarını sürdürmeye, yardımları artırmaya ve bunu Mısır'da düzenlenecek COP27 Konferansı'nda açıklamaya söz verdiler.
Bu vaatler, net, bağlayıcı ve finansal olarak desteklenen politikalar gerektiren beklentiler olmaya devam ediyorlar.
Yine sadece genel konuşmalardan ibaret kalıp, finansal ve yasal olarak desteklenmemeye devam etmeleri durumunda, iklim değişikliği ile küresel mücadele programlarının önünde büyük bir engel olmayı sürdürecekler.
Sanayileşmiş ülkelerin, çevre ve iklim felaketlerinden kaynaklanan zarar ve kayıplar karşılığında gelişmekte olan ülkelere takdim edecekleri tazminatın niteliği ve hacmi konusunda taahhütte bulunmamaları konferansın önündeki en büyük engellerden birini oluşturdu.
Uygulanmaması durumunda gelecekteki konferanslar için de bir engel oluşturacaktır. Milyarlarca dolar şeklinde ortaya çıkan bu mali yükler, gelişmekte olan ülkelerin belini bükmekte ve sanayileşmiş ülkeler tarafından benimsenen iddialı iklim değişikliğiyle mücadele programlarına fiilen katkıda bulunma kapasitelerini aşmaktadır.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Tüm dünyanın aktif katılımı olmadan iklim değişikliği ile küresel mücadele aşamasına girmenin mümkün olmadığını söylemeye gerek yok.
Gelişmekte olan ülkelerin imkanlarını veya sanayileşmiş ülkelerin iddialı politikaların uygulamaları için yardıma gereksinimleri olduğunu dikkate almayan iki yönlü süreç, iklim değişikliği ile küresel bir mücadeleyi imkansız kılıyor.
Zira gelişmekte olan ülkelerdeki devasa ormanlık alanlar, nüfusun sayısı ve büyüklüğü, küresel iklim değişikliği ile mücadele süreci için çok önemlidir.
Konferans sırasında açıkça görüldüğü gibi, sanayileşmiş ülkelerin çoğunluğu, 17'inci yüzyılda Sanayi Devrimi'nin (sıcaklık artışlarının küresel olarak kaydedilmeye başladığı zaman) başlangıcındaki ortalama sıcaklığa kıyasla küresel sıcaklıklardaki artışı yaklaşık 1,5 santigrat derecede durdurmakta ve daha fazlasını (2 santigrat derece) aşmamayı sağlamakta kararlılar.
Sıcaklık artışının 1,5 yoksa 2 santigrat derece ile mi sınırlandırılması gerektiği konusundaki görüş ayrılığı, farklı iklim hareketleri arasında olduğu kadar sanayileşmiş ülkelerin kendi aralarında da büyük bir anlaşmazlık konusu oluşturdu.
Sonunda, 1,5 santigrat derecenin aşılmaması gereken (tabii ki mümkünse) bir üst sınır olarak belirlenmesi üzerinde anlaşıldı.
Ne var ki, yapılan çağrılara rağmen bu hedefin gerçekleşebilme olasılığına ilişkin birçok soru işareti var ve bunun nedeni de vaat edilen taahhütlere uyulmadığına dair artan şüphedir.
İklim değişikliği konferansları arasında ilk kez COP26'da açıkça fosil yakıtlara (kömür, ham petrol ve doğal gaz) atıfta bulunuldu.
Konferansta kömür endüstrisine son verilmeye çalışıldı, ancak ülkelerinde bol bulunması nedeniyle en önemli kömür üreticisi ve tüketicisi olan Çin ve Hindistan buna itiraz ederek düşük miktarlarda da olsa üretime devam edeceklerini açıkladılar.
Avustralya da kömür üretimine devam etme kararı aldı. Kömür endüstrisine yönelik sert eleştiriler, yol açtığı ağır karbondioksit kirliliğinden kaynaklanıyor.
Petrol ve doğalgaza gelince, başlıca üretici ülkeler, karbondioksiti yakalama ve depolama alanında önemli yatırımlar yaptılar.
Sıfır emisyon için yaptıkları bu yatırımlar, hala modern bilimsel gelişme gerektiren yeni karbondioksit geri dönüşüm ekonomisi endüstrisi aracılığıyla diğer ürünlerde yeniden kullanmak üzere karbondioksiti yakalayıp depoluyor.
Büyük ölçekte Suudi Arabistan ve BAE tarafından başlatılan ve onların yanı sıra Mısır ve Umman'ın da katıldığı yıllık yüz milyonlarca dolara mal olan bu girişimler, petrol üreticisi ülkelere yönelik eleştirileri azalttı.
Yine de petrol ve doğalgaz sektörüne karşı genel bir havanın oluşmasını engelleyemedi. Birçok gelişmekte olan ülkedeki yaşam standartları seviyelerine ve yoksul sınıflar üzerinde yapacağı etkilere rağmen, petrol ve doğalgaz fiyatlarına yönelik devlet sübvansiyonlarının durdurulması çağrısı yapıldı.
Başkan Biden yönetimi de petrol üretimini artırmadığı için 'OPEC+' örgütünü hedef alarak ona karşı bir kampanya yürüttü. Oysa örgüt günlük 400 bin varil üretim artışı taahhüdü ile aylık üretimini artırmayı taahhüt etmişti.
Öte yandan, korona pandemisi birkaç kıtada yeniden etkisini artırmaya başladı ve bazı Avrupa ülkeleri (örneğin Avusturya) yeniden tam kapanmaya gideceği duyurusunda bulundu. Bu da petrole yönelik talebin azalması demektir.
Ayrıca, hem ABD hem de Çin (dünyanın en büyük iki enerji tüketicisi) stratejik petrol rezervlerini kullanmak için gerekli kararları almaları halinde piyasalara büyük bir arz sağlama kapasitesine sahipler ki her ülkede de bu konu hala inceleniyor.,
Tabii ki, piyasaların karşı karşıya olduğu en büyük sorun, petrol sektörüne yatırımları azaltma çağrılarına uymakta yatmaktadır.
Yatırımları azaltma çağrıları -diğer şeylerin yanı sıra- sert bir kış beklentisine rağmen doğalgaz yatırımlarının azaltılması nedeniyle Avrupa ülkelerinin ticari doğalgaz rezervlerinin azalmasına yol açtı.
Bu da Avrupa ülkelerinin doğalgaz rezervlerindeki artan açığı telafi etmek için akaryakıta olan taleplerinin artmasıyla sonuçlandı.
Söz konusu çağrılar, korona pandemisinin en yoğun evresinde yaşanan fiyat çöküşü sırasında ABD'de kaya gazı endüstrisine yapılan yatırımların da azalmasına neden olmuş. Bu ise ABD'nin petrol üretiminde düşüşe yol açmıştı.
İşleri daha da kötüleştiren, Avrupa ülkeleri ile Rusya arasında doğalgaz alım sözleşmeleri konusundaki jeopolitik anlaşmazlıktır.
Avrupa'nın en büyük doğalgaz ihracatçısı Rusya, pahalı doğalgaz endüstrisi projelerinin finansmanını güvence altına almak için Avrupa ülkelerinin spot alım anlaşmaları yerine uzun vadeli ithalat anlaşmaları imzalamasını talep ediyor.
Ancak açıkça görülüyor ki, Avrupa ülkeleri, Rus doğalgazına bağımlılıklarını azaltarak onun yerine yeni ABD gazına yönelmelerini sağlamayı amaçlayan bir Amerikan baskısı altındalar.
Önceki iklim değişikliği konferanslarındaki gelişmelerin yanı sıra Glasgow'da yaşanan yukarıdaki gelişmeler ışığında, sanayileşmiş ülkeler ya radikal çevre hareketlerinin ajandalarını karşılamasalar bile daha gerçekçi kararlar almalı ya da gelişmekte olan ülkelere verdikleri mali taahhütlerini vadettikleri gibi yerine getirmeliler.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Independent Türkçe için çeviren: Beyan İshakoğlu
© The Independentturkish