İranlı gezginlerin gözüyle Türk insanı ve kültürü

Türk beldelerini ziyaret eden İranlı seyyahların bazıları, Türk halkının misafirperverliğini ve yiğitliğini yere göğe sığdıramazken bazıları da Türkleri bir Müslüman halka yakışmayacak ahlaki yozlaşma içinde olduğunu kaleme almıştır

Görsel: Pinterest

Türkler ve İranlılar arasındaki münasebet yüzyıllar öncesine dayanmaktadır. 

Bilhassa Türk idareciler, aydınlar ve şairler İran'ın yüksek medeniyetinin tesiri altındadır.

Saray eşrafı görgü kurallarını İranlıların civanmertlik yasalarına göre belirlerken, Türk edipleri yüzyıllarca İranlıların estetik seviyesine ulaşmanın gayreti içerisinde olmuşlardı.

Osmanlı dönemine gelindiğinde ise iki toplum arasındaki kültürel ilişkiler eski ihtişamını yitirmişti.

Kaçar Hanedanlığı döneminde ise yüzünü yavaş yavaş Batıya dönmeye başlayan İranlılar, işe evvela Osmanlı'yı keşfetmekle başladı.

Bu süreçte birçok seyyah İstanbul'a gelerek karşılaştıkları manzaraları not alarak yurduna döndü. 

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

İranlı seyyahların Müslüman olması, yazdıkları sayesinde, bizlere Batılı gezginlerinin yazdıklarından farklı bir bakış açısıyla Türk toplumunu değerlendirebilme imkânı sunmaktadır. 

Bu eserlerden dönemin siyasi hadiseleri, İstanbul'un mimari vaziyeti ve en önemlisi gündelik hayatla iştigal eden sıradan insanın alışkanlıkları hakkında önemli detayları okuyabiliyoruz. 

Elbette İstanbul, misafirini kalbine göre ağırlar. Zihninde önyargılarla gelen gezginlerin bazıları İstanbul'u yalnızca meyhaneleri, genelevleri ve köle pazarları ile görerek kınamıştı.

Oysa şehre safiyane duygular besleyerek gelen İranlı seyyahlar İstanbul'un bir mahallesini veya bir Türk'ün irfanını yazmaya bir ömrün muktedir olamayacağını yazacaktı.

Nurcan Altun'un "Kaçarlar Dönemine Ait 20 Seyahatnamede İstanbul" isimli çalışması konuyla alakalı bizlere zengin bir literatürün kapılarını aralamaktadır.

Altun, Türk beldesine yapılan seyahatleri ikiye ayırarak şöyle bir tespitte bulunur:

Seyahatnamelerin genel olarak ikiye ayrıldığını söyleyebiliriz: Manevî seyahatleri anlatanlar ve gerçek bir seyahati anlatanlar.

Gerçek bir seyahati anlatan ve Kaçarlar döneminde yazılan seyahatnameler ise dörde ayrılabilir: İranlıların İran sınırları içerisinde yaptıkları seyahatleri anlatanlar, yabancıların İran'a yaptıkları seyahatleri anlatanlar, İranlıların Avrupa'ya yaptıkları seyahatleri anlatanlar ve İranlıların kutsal topraklara yaptıkları seyahatleri anlatanlar.

("Kaçarlar Dönemine Ait 20 Seyahatnamede İstanbul")

Altun'un ele aldığı seyahatnamelerden birçok zengin ayrıntıya ulaşmak mümkün.
 

 

Seyyahların nazarından İstanbul ahalisi

Huseyn Han Tebrizî'nin yazdığı bu eserde İstanbul ahalisinin rutin davranışları hakkında önemli ayrıntılar öğreniyoruz.

Tebrizî'nin dikkatini çeken meselelerin başında İstanbul kadınlarının yüzünü örtmemesi geliyor:

Şehir ahalisi çoğu zaman kadın-erkek, genç-yaşlı renkli ve güzel faytonlarla şehirde seyahat ediyorlar. Kadınlar genelde yüzlerini örtmüyorlar, lakin ağızlarını, başlarındaki beyaz örtülerinin ucuyla kapatıyorlar.

Eşraftan olan kadınlar faytonla, miskin ve zayıf kadınlar yaya seyahat ediyorlar. Bendeniz mamur ve şehrin ortasında bir yer olan Sultan Bayezid Camii'nin orada durduğumda bir saatte 340 fayton saydım. Her birinde çok azı kadın olan dört-beş kişi veya daha fazla kişi vardı…


Tebrizî'nin dikkate değer bulduğu bir diğer nokta İstanbul zabitanın asayişe gösterdiği ehemmiyet olacaktı:

A'zam Sultan-i her gün, öğle namazını camilerden birinde eda ederek çıkıyor, sonra halka ve dört tarafa müşerref dükkânlardan birinde oturuyor, iftara yarım saat kalana dek faytonla veya yaya olarak geçenlerin ve seyahat edenlerin ahvalini ve vaziyetini mülahaza ve temaşa ediyor.

Bu kadar kalabalık bir şehirde delilerden başka (deliler haricinde) bir kişinin bile sesinin yükselmesi mümkün değil. Eğer seslerini yükseltecek olsalar onları alıyorlar, o kadar hapiste tutuyorlar ki' ya akıllanıyorlar ya da ölüyorlar.

 

tulumbacılar.jpg
Osmanlı döneminde İstanbullu tumlumbacılar


Tebrizî'nin gözünden kaçmayan bir diğer önemli ayrıntı İstanbul halkının yangın musibetleri karşısındaki çaresizliği olacaktı:

İslambol'daki imaretler, dükkânlar ve diğer binaların çoğu tahtadan olduğundan genellikle yangın çıkıyor ve büyük bir mahalle tamamen yanıp kül oluyor. Bu yüzden bir tepenin üzerine diktikleri ve bütün şehrin görülebildiği Yangın Köşkü dedikleri uzun bir minareye devlet birkaç kişiyi yerleştirmiştir. Gece gündüz bakıyorlar ve ne zaman bir yer yansa çabucak bütün şehri haberdar ediyorlar. Böylece bütün halk oraya gidiyor ve ateşi söndürüyorlar. Hatta sadrazam, serasker ve diğerleri orada hazır bulunuyorlar.

Bu kadar cemiyet bir araya toplanmasına rağmen kesinlikle velvele kopmuyor. Sadece minarelerin sokaklardaki vekilleri feryat ediyor 'Müslümanlar yangın var' diye bağırıyorlar. Ancak çoğunlukla genel veya özel hücum eden insan cemiyetinin elinden bir şey gelmiyor. Çoğu uzaktan izliyor, bazen de dua ediyor ve esefleniyorlar.

Yangını söndürmeye çalışan ama beceremeyen bazıları, küçük çocuklarına dua etmelerini söylüyorlar. Onlar da ellerini yukarı kaldırarak 'Ya Rabbim, ya Allah' diyorlar. Yavaş yavaş ateş kuvvetleniyor ve büyük bir mahalleyi tamamen yakıyor. O mahallenin sakinleri de genellikle fakir ve dilenci oluyorlar.


Sefernâme-i Seyfuddevle'de ise bizleri İstanbul'un kozmopolit yapısı karşılıyor. Seyyah Seyfuddevle karşılaştığı zengin insan manzarasını şu sözlerle nakledecekti:

Hulâsa bu şehir, dünyanın meşhur şehirlerinden biri ve Rum kayserlerinin yapılarındandır. Dünyanın dördüncü veya beşinci şehri sayılır. Cemiyeti bir buçuk milyona yakın. Halkı Müslüman, Hıristiyan, Yahudi. Türkçe konuşuyorlar. Her türlü insan burada toplanmış… Her mülk ve milletten bu şehirde mevcut. Frenk, Rus, Arap, Acem, Hint, Batılı, Türk, Afgan, Buharalı, Yahudi, Yeni Dünyalı (Amerikalı)… Mevcut.


Seyfuddevle'nin dikkatini çeken en önemli nokta Müslüman Çerkes kızlarının yaşadığı dramdır.
 

Çerkez cariye.jpg
Çerkes cariye temsili


İslam hukukunda Müslüman bir kızın köle statüsünde olamaması şeriat tarafından açık bir biçimde bildirilmesine rağmen, Türklerin Çerkes kızlar konusunda farklı bir yaklaşım içerisinde olması seyyahımızın dikkatinden kaçmamıştır:

Bu beldedeki şaşırtıcı olaylardan biri, Çerkes keniz (cariye) ve köle pazarı ve de haddinden fazla alınıp satılmaları olayıdır. Kenizler üzerinde nikâh kıymadan, kölelik geleneğine göre tasarrufta bulunuyorlar. Oysa bu taifenin hepsi Müslüman'dır ve Hanefî mezhebindendirler.

İslambol'un köle tacirleri bunları para vererek anne-babalarından satın alıyorlar, İslambol'a getiriyorlar, eğitiyorlar ve çok ucuza satıyorlar. Kimse bu mevzuya itina göstermiyor. Onların alınıp satılmasını helal ve üzerlerinde tasarrufta bulunmayı mubah biliyorlar.

Bu taifenin kadını ve erkeği çok muteber de oluyorlar. Devlet erkânının ve ileri gelenlerin çoğu ya bu milletten, ya da anneleri Çerkes'dir.

 

köle pazarı.jpg
Köle pazarı


Seyfuddevle, İstanbul ahalisinin ahlaki durumunu ise hiç beğenmez:

Ayyaş erkek ve kadın eğlence peşinde. Hiçbir tür sefahat yasak değil. Fesat kaynağı olmadıkça ve insanlara rahatsızlık vermedikçe herkes ne isterse yapabilir.

Muamele ehli çocuklar çok fazla. Kim nereye götürse kimseden bir ses çıkmıyor. Çarşılardaki ve evlerdeki muamelelerden başka kendi ıstılahlarında kerhane dedikleri belli yerlerden de çok var ve bunların müşahhas mübaşirleri bulunuyor.


Muhammed Masum Şah ise Seyahatnamesinde Vakıflar Vezirini sert sözlerle eleştirecekti.
 

Ayasofya.jpg
Ayasofya Camii


Ayasofya gibi ihtişamlı bir caminin bakımsızlığından şikâyet eden seyyah, sorumluların görevlerini iyi yapmadığını iddia edecekti:

Vakıflar vezirine sormak lazım; Ayasofya Camii ki meşhur yapılardandır ve 1300 yılı aşkın süre önce taştan yapılmış, put tapınağı ve büyük bir kilise imiş ve İslam'ın kuvvetiyle Fatih Sultan Mehmed'in İslambol'u fethinden sonra büyük bir cami ve mabet olmuştur, neden tamir etmiyorlar ve giderek viran olmaya yüz tutmuş? 


Doğrusu eğer İslambol bundan daha fazla harap olmadıysa kendi zatî kabiliyetindendir, yoksa hariçten ve dâhilden burayı ve diğer İslam mülkünü daha fazla harap etmek için uğraşamamışlardır.

Nizam ve tıp ilminde yabancı muallime muhtaç olduğumuz gibi iki gün sonra ekmek ustası olarak da Frenk muallim gelir. Zira görüşlerin hepsi onların adıyladır. Eğer Berlin, Londra ve Paris gibi büyük şehirlere harcanan zamanın onda biri buraya harcansaydı İslambol'un hakikatinin ne olduğu anlaşılırdı. Oysa şimdi Allah'ın ormanı…


Mirza Abdulhuseyn Han Mirpençe Afşar'ın Seyahatnamesinde ise İstanbul'daki garip bir yolsuzluk vakası okuyanı son derece şaşırtıyor.

Üstelik yolsuzluk dönemin en ihtişamlı köprüsü olan Galata'da geçekleşmektedir;

Dediler ki: Bundan birkaç yıl önce bu para toplayanlardan biri, dışardan biriyle ortak olmuştu. Köprünün üzerinde duran ve halktan para alan memurda toplanan para fazlalaştığında, ortağı köprüden geçerken para verme bahanesiyle memurun topladığı bütün paraları alıp götürüyordu.

Bir günde defalarca bunu tekrarlıyorlardı. Akşam memur işi bitince ortağının yanına gidiyor, bu şekilde topladıkları paraları aralarında paylaşıyorlardı. Bir müddet sonra amirlerden biri bu olaydan haberdar olunca böyle bir çözüm yolu ürettiler.


Ferhad Mirza'nın Seyahatnamesindeki en şaşırtıcı konu İstanbul kadınlarının sahip olduğu bazı sosyal haklar hakkında verdiği bilgi olmalı;

Bu şehrin kadınları her şeye hâkim ve muhteremler, mihriyeleri de çok az ama masrafları çok. Erkekleri onlar üzerinde ihtiyar sahibidir. Kadınlar pek örtülü de değiller. Kadınlar ve erkekler çoğunlukla büyük faytonlarda karışık oturuyorlar ve gezmeye gidiyorlar. Eşraf eşlerinin çoğu Çerkezlerdendir.


Ferhad Mirza, Osmanlılar hakkında oldukça sert eleştirilerden de geri kalmayacaktı.

"Geçmişe saplanmış ve kendisini dev aynasında gören bir toplum" olarak ele aldığı Türkler hakkında şunları yazacaktı:

Yiğitlikleri sözlerinin altında kalıyor, hepsi laf ü güzaf. İşlerinin sağlam bir temelinin olmadığını görüyorlar ama kendilerini düşkün görmüyorlar. Yine de recez okumaya devam ediyorlar.

Mesela Sırbistan ve Bulgaristan babında tarafların hiç birinin onların sözüne itibar etmediğini bilmelerine rağmen, kendilerini Sırpların ve Bulgarların sahibi sayıyorlar, gün boyu yazılı ve sözlü olarak tasarruflarda bulunuyorlar, bu konuyla ilgili görüşlerini söylüyorlar.

Bazen taraflara vaat veya tehdit yazıları yazıyorlar, bazen Daruşşura'da bu hususla ilgili müzakerelerde bulunuyor, yabancı elçilerle görüşüyor, sulha karar veriyorlar, bazen de hayalî askerler hazırlıyor, bu hayalî askerleri sınırda bekletiyorlar.

Duydum ki Sırbistan'a yollamak üzere Tophane reisine bin topçu hazırlamasını emretmişler. Tophane reisi bin bir sıkıntıyla yenisini eskisini toplasa İstanbul'da sekiz yüz topçudan fazlasının olmadığını, evvela bir dinar giderlerinin gelmediğini, ikinci olarak da başka on noktada daha bunlara ihtiyaç duyulduğunu söylemiş.

Buna rağmen üzerlerine alınmıyorlar, ders almıyorlar ve yaptıkları işin sonunu düşünmüyorlar; yine kendilerine savaş bahanesi çıkarmaya çalışıyorlar.

Genç ve delikanlı kocası olan yaşlı kadınlar, sürekli canlı olmaya çalışır, kendilerini giysi ve diğer araçlarla süslerler ki kocaları onların yaşlılığını görmesin ve onları genç sansın. Oysa genç bir yüzün bütün bunlara ihtiyacı yoktur.


19'uncu yüzyılda İranlılar, Osmanlı'yı Avrupa'ya açılan bir kapı olarak görmüş ve birçok seyyah Türk beldelerine ziyaretler gerçekleştirmiştir.

Bazı seyyahlar Türk halkının misafirperverliğini ve yiğitliğini yere göğe sığdıramazken bazıları da Türkleri bir Müslüman halka yakışmayacak ahlaki yozlaşma içinde olduğunu kaleme almıştır.

Aynı yıllarda Türk seyyahların İranlıları nasıl gördüğü ise başka bir dosyamızın konusu olacaktır.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU