Neredeyse bütün canlılar iletişim kurabilme yeteneğine sahiptir. Bu arılarda bir dans şeklini alırken yunuslar yüksek frekanslarla bunu sağlamaktadır. İnsanoğlu ise iletişimi dil vasıtasıyla gerçekleştirir.
Bu yöntem bilinen evrendeki en karmaşık iletişim yöntemidir. Hiçbir canlının insanoğlunun dil yeteneği ile yarışabilecek bir iletişim becerisi yoktur. Üstelik diğer canlılar bu beceriyi edinebilme yeteneğine de sahip değildir. Elbette bir papağana ‘kaşık’ demeyi öğretebiliriz; ama hiçbir papağan o nesneye ‘kaşık’ ismini veremez. Dolayısıyla dil’in kendisi son derece karmaşık bir sistemdir.
İnsanoğlunun sahip olduğu dil yeteneği öylesine kusursuz bir yetenektir ki bunun kökeni hakkında birbirinden farklı ve sayısız teorinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Pozitif bilimler bu karmaşık sistemi açıklayamadığından, nitekim bugün de açıklayabilmiş değildir, dil’in kökenine dair mitoloji ve dini birçok teori ortaya atılmıştır. Özcan Başkan bunları kabaca şöyle sıralar;
“Çinlilerde, bir su kaplumbağası, sırtındaki çizgili şekillerde yazının sırrını taşıyarak imparatorun önüne gelip yazıyı öğretmiştir. Babillilerde, yarı balık yarı insan bir deniz canavarı, sudan karaya çıkarak kendilerine yazıyı öğretmiştir… Hintlilerde, baş-tanrı Brahma, kendi görünüşlerinden birisi olan ve insan dilinin tanrısı sayılan Vâk aracılığı ile dünyayı ve içindeki varlıkları yaratmıştır. Mısırlılarda, baş-tanrı Ra, isteklerini, kendi dili ve habercisi saydığı tanrı Tôt aracılığı ile yerine getirmiştir… İbranilerde, tanrı yarattığı canlılara isim vermesi için Adem’i görevlendirir. Adem’in bütün canlıları çağırış şekillerine göre her birisinin ayrı bir ismi olur… Tufan’dan sonra, dünyada tek bir dil vardı. İnsanlar, Tanrı katına erişmek için Babil’de göğe doğru bir kule yapmaya başladılar. Tanrı o zaman insanların dilini karıştırıp hepsini dünyanın dört bucağına dağıttı.”
İslam anlayışında; Allah, Kuran-ı Kerim’de dilin yaratılışı ile Adem’in yaratılışını beraber açıklar. Daha önemlisi Adem’i diğer meleklerden üstün kılan şeyin de dil’in kendisi olduğu belirtilir;
“Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra bunları meleklere gösterip ‘Sözünüzde doğru iseniz şunların isimlerini bana söyleyin’ dedi.” (Bakara 31)
İslamiyet anlayışında dil, diğer ayetlerde de görüleceği üzere ‘irade’nin kendisiyle eşdeğer kabul edilmektedir. İrade de insanoğluna bahşedilen en üstün meziyet olarak ele alınmasından ötürü her bir dil, yaratıcı Allah’ın mucizesi olarak kabul edilmektedir;
“O’nun kanıtlarından biri de, gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olmasıdır. Kuşkusuz bunda bilenler için ibretler vardır.” (Rum 22)
Burada Kuran-ı Kerim’den hareketle iki anlam çıkartılabilir; her dil korunmalı çünkü yaratıcısı Allah’tır ve hiçbir dil öbüründen üstün olamaz, çünkü Allah yarattıkları arasında adildir. Bir dili diğerine üstün yaratmayacağı gibi daha aşağılık kılmaz.
Elbette dini açıklamanın ve mitolojinin ötesinde, dilin kökenine dair bazı bilimsel açıklamalar da yapılmaya çalışılmıştır. Din-dong teorisi, yansıma teorisi, ünlem teorisi, müzik teorisi ve diğerleri.
Son yıllarda ise bilhassa Chomsky’nin dilin yapısı ve kökenine dair getirdiği yeni açıklamalar konuyu farklı boyutlara taşımış durumda.
Dilin kökeni kadar yaşatılması da karmaşık bir süreçtir. Dünya üzerinde sayısız dil, çoğu siyasi sebeplerden dolayı yok olup gitmektedir. Dili yaşatmak da o dilin mensuplarının sorumluluğunda olan bir ödevdir.
İşte Eliezer Ben Yehuda’nın hikâyesi de burada başlar, o yok olup gitmek üzere olan İbraniceye adeta ab-ı hayat olur.
Bir dili hayatta tutmak
Eliezer Ben-Yehuda, bir grup din adamının entelektüel uğraşına hapsolmuş ve toplumdan tamamen kopmuş İbraniceyi bugün milyonlarca Yahudi’nin konuştuğu bir dil haline getirmiştir.
Bu uğraşı yalnızca kendi ailesi ile sınırlı tutmayan Yehuda, henüz ortada dişe dokunur hiçbir kurumsal Yahudi örgütlenmesi bulunmuyorken 1889’da ‘İbranice Dil Konseyi’ni kurarak yıllar sonra kurulacak İsrail devletinin de bir anlamda entelektüel temellerini attı.
O yıllarda birçok ana akım dil derli toplu bir sözlük meydana getirememişken, Yehuda tam 17 ciltlik ‘Antik ve Modern İbranice Kelimeler’ sözlüğü meydana getirdi. Osmanlı Devleti’nde ilk derli toplu sözlük olarak kabul ettiğimiz Kāmûs-ı Türkî’nin 1900 senesinde yayınlandığını düşündüğümüzde Yehuda’nın yaptığı işin mucizeden bir farkı bulunmuyordu.
Üstelik 7 Ocak 1858’de dünyaya gelen Yehuda, İbranice Dil Konseyi’ni kurduğunda yalnızca 31 yaşındaydı.
Elbette, Yehuda İbranice’yi baştan yaratmadı. Her Yahudi çocuk gibi çocukluğunda aldığı ilk eğitim İbranice idi. Sorbonne Üniversitesi’nde Ortadoğu tarihi hakkında birikimini geliştirdikçe kendi toplumuna yapacağı en büyük katkının İbraniceyi yeniden halkın kullanacağı bir dile dönüştürmek olduğunu anladı.
Bu amaç doğrultusunda İbraniceyi günlük hayata taşımak adına girişimlere başladı. 1900 yılına gelince kadar birçok İbranice gazete çıkartan Yehuda 1912 tarihinde tüm derslerin İbranice olması adına ciddi bir müfredat çalışması hazırladı.
Bir kültür dili olan İbranice, onun çabalarıyla 1922 tarihinde Filistin topraklarında Arapçadan sonra en fazla konuşulan dil konumuna gelmişti. Yahudilerin ürettiği şiirler, felsefi metinler ve dini şerhler gündelik İbraniceye çevrilerek geniş kesimlere ulaştırıldı.
Yehuda’nın bu çalışmalarının yaygınlaşmasında İngiliz Devleti’nin destekleyici politikaları ve Yahudi toplumlarının güçlenen milliyetçi duyguları son derece etkili oldu. Öte yandan, İbranicenin bir din dili olarak sinagoglarda yalnızca din adamlarının tekelinde olmaması da halkın bunu gündelik hayatta benimsemesini kolaylaştırdı. Eski çağlardan beri İbranice her Yahudi’nin öğrenmek zorunda olduğu ama gündelik hayatta kullanmadığı bir dildi.
Yehuda’nın karşılaştığı en büyük zorluk ise dünyanın dört bir yanına dağılmış Yahudilerin bulundukları coğrafyadaki kültürün diline göre İbraniceye yeni anlamlar yüklemesi ve mevcut kelimelerin anlamlarını bükmesiydi.
O dönemde ölmek üzere olan bir dilin nasıl yeniden gündelik hayata adapte edileceğine dair bir yöntem bulunmuyordu. Dolayısıyla Avrupalı birçok dilbilimci Yehuda’nın bu çabalarını ‘deli saçması’ olarak yorumladı.
Bu süreçte imparatorlukların dağılmasıyla bağımsızlığını kazanan birçok devletin yerel dillerini yeniden canlandırmaya başlarken yaşadığı tecrübeler Yehuda’nın kendi yöntemini üretmesine katkı sağladı.
Yehuda yaptığı çalışmalar sonucunda şunu fark etti. İbraniceyi hemen diriltmesi mümkün değildi, ama Filistin’de günden güne artan bir Yahudi toplumu vardı. Çalışmalarıyla gelecek nesiller bu dile hayat verebilecekti. Esasında bunun temel şartının da ‘toprak’ olduğunu biliyordu, Filistin’de kurulacak bir İsrail Devleti İbranicenin teminatı olacaktı. Aynı zamanda İbranice de İsrail Devleti’nin teminatı olacaktı.
Bu sebeple Yehuda’nın ilk dil çalışmalarının tarım ile ilgili olması da hiç tesadüf değildi. Avrupa’dan gelen Yahudiler bir yandan tarıma yönlendirilirken pratik İbranicenin ilk tohumları da tarım ve toprak ile ilgili oluyordu.
Yehuda’nın hazırladığı tarihi sözlük
Yehuda’nın hazırladığı sözlük oldukça zor bir işi gerektiriyordu; çünkü diğer dillerin aksine doğal seyrinden sapmış ve iç içe geçerek bulanıklaşmış bir antik dili canlandırması gerekiyordu.
Öncelikle farklı coğrafyalara dağılmış toplumların kelimelere yüklediği anlamları ortadan kaldırarak kelimelerin temel anlamlarını bulmaya çalıştı. Bunun için eski masallar ve şiirlerden yararlandı.
Kelimelerin anlamlarındaki genişleme ve bulanıklaşma giderilse de bazı toplulukların yalnızca kelime değil, morfolojik değişikliklere de uğramış olması çalışmayı içinden çıkılması daha zor bir hale getirmişti. İşte bu noktada Yehuda, Batı’nın akademik ölçülerine başvurdu ve arkaik yapının kurallarını modern morfolojinin kanunlarıyla yeniden yarattı. Üstelik Yehuda bunu yaparken tek başınaydı, oysaki böyle bir çalışma için akademik bir orduya sahip olmak gerekmektedir.
16 Aralık 1922 tarihinde Eliezer Ben Yehuda hayatını kaybettiğinde henüz İsrail diye bir devletin esamisi okunmuyordu. Oysa onun çalışmaları bu devletin temellerini çoktan atmış bulunuyordu.
Bugün Filistin’deki zorbalığı ve işgali gerçekleştiren İsrail hükümetinin Arapçaya karşı da son derece tahammülsüz olmasının nedenini belki Yehuda’nın hikayesinde aramak gerekir.
Amanullah Han dosyasına ekleme
Geçtiğimiz haftalarda kaleme aldığımız “Bir zamanlar Afganistan: Rol model Atatürk, hedefse muasır medeniyetler seviyesi” yazısı hazırlık süreci oldukça zor bir dosya idi. Konuyla ilgili literatürde yetersiz kaynak bulunması nedeniyle bazı maddi hatalar söz konusu oldu. Söz gelimi ‘Tarzi’ olarak verdiğimiz soyadının ‘Terzi’ olması gibi.
Öte yandan, Ankara ve Kabil’deki Türk yetkililerinin mektuplarından hareketle Türk askerinin kışladan çıktığında Kral Amanullah’ın tahtını çoktan terk ettiğini ve gerekli iradeyi gösteremediğini belirtmiştik.
Kral Amanullah’ın torunu Hümeyra Göcük yazdığı hususi mailde bu durumun doğru olmadığını ve Amanullah’ın kardeşkanı akıtmamak adına bir çatışmaya girmediğini yazdı. Biz de kedisinin konuyla alakalı yazdığı Kral Amanullah yazısını değiştirmeden okuyucuya vererek Kral Amanullah’ın ailesinin meseleye bakışını da iletmiş oluyoruz;
"Dedem Kral Amanullah han 1919 yılında emperyalist Britanya imparatorluğunu III. Anglo/Afgan savaşında yenerek Afganistan'ı tam bağımsızlığa kavuşturur. Ondan sonraki hedefi Reformlar'dır. Atatürk'ün ‘kardeş’ kadar yakın dostudur. 1921'de Moskova'da Afganistan ve Atatürk önderliğinde Türkiye bir antlaşma yaparlar. Bu antlaşmanın en önemli maddelerinden biri, iki ülkeden biri düşman saldırısına maruz kalır ise, diğerine de saldırı yapılmış kabul edilip derhal müdahale edilecektir. Bu antlaşma ile birlikte Afganistan'da yeni bir Anayasa teşkili için Kral Amanullah Atatürk ile görüşüp anlaşır ve Afganistan'a bir Türk hukukçusu gönderilir. Bunu takiben, kadın-erkek eşitliği kanunlaşır, medenî kanun şekillenir, mecburi eğitim kanunlaşır. Afgan kızlarının meslekî eğitimleri için burslu olarak Türkiye'ye gönderilmeleri programa alınır. Atatürk Afganistan'a tıp doktorları, eczacılar, maliye uzmanları, muhaberat uzmanları ve daha nice değerli kişileri gönderir. 1923 Türkiye Cumhuriyeti'ni tanıyan ilk ülke Afganistan olur. Reformların devam etmesi, Britanya imparatorluğunu rahatsız eder. Zaten ‘yenilmez’ addedilen bu emperyalist ülkeye karşı zafer kazanan küçücük ülkenin Kralına kin duyguları beslerler ve bu durumda Krala karşı bir isyan başlatma planını uygulamak için en kolay yolun ‘bağnaz’ kişileri ‘kullanmak’ olduğunu da bilirler. Öyle de olur. Ortadoğu'yu karmakarışık yapan meşhur İngiliz ajanı Lawrence'i o zamanki Hindistan/Afganistan sınırından Afgan köylerine gönderirler. Görevi, yobaz aşiret reislerini reformların ‘dine aykırı’ olduğuna ikna ile yavaş yavaş isyanları körüklemektir. 1927 yılının sonunda Kral Amanullah, Afganistan'ın refah seviyesine ulaşması için Batı ülkeleriyle endüstri ve mühendislik alanında antlaşmalar yapmak, o ülkelerdeki fabrikaları, demiryollarını tetkik etmek için Avrupa'ya resmî gezi yapar. Aynı zamanda maksadı Afganistan'ın bağımsız modern yüzünü Avrupa'ya göstermektir. Beraberinde anneannem Kraliçe Süreyya da vardır. Mayıs 1928'de Türkiye'ye geldiğinde TBMM'de konuşmasını Türkçe yapar (sebebi; şehzadeliği döneminde Kâbil Askeri Akademi'si eğitmenleri Osmanlı Devleti tarafından Afganistan'a gönderilen subaylardı ve dersler Türkçe idi). Resmî gezi sona erip Afganistan'a geri döndüklerinde, İngilizlerin planı çoktan yol almıştı. Reform adı altında teşkil edilen her şeye beyinleri yıkanmış bağnaz kişiler karşı çıkar. Neticede iç savaş başlar. İngilizler isyancılara destek sağlarlar. Bilhassa, başlarındaki Baçe Saka nâmında âsi yaralandığında İngilizlerin revirinde tedavi edilir. Silahlar zaten İngilizlerdendir. Çok çetin çarpışmalar olur. Kralın kendisi, kayınbiraderi bu çarpışmalara dâhil olurlar. Çok kan dökülür. Kral Amanullah 1929 yılında Kandahar'da taraftarlarına uzun bir vedâ konuşması yapar ve konuşmasını ‘tahtımın, milletimin kanı üzerine kurulmasını istemem’ diyerek bitirir. Taraftarlarının gözyaşları içinde ailesiyle birlikte ülkesini terk eder. 1960'ta ölmeden evvel son sözü ‘Afganistan’dı.”
© The Independentturkish