Oruç Reis sismik araştırma gemisini Antalya'ya çekerek diplomasiye bir fırsat vermişiz. Oysa birkaç gün öncesine kadar bütün Ege ve Doğu Akdeniz'de adeta kılıç şakırdatır gibiydik.
Hükümete her halükarda destek veren 'yorumcular' öyle konuşuyorlardı ki, pişdar kuvvetlerinin Ege ve Doğu Akdeniz'e ilk bindikleri teknelerle yalınkılıç bir halde sefere çıktıklarını düşünmeye bile başlamıştım.
İçimden 'umarım hiçbiri denizde telef olmamış ve sağ-salim geri dönmüşlerdir' demek geliyor şimdi.
Aslında benzeri bir durumu İdlib olayları sırasında da Rusya'ya karşı yaşamıştık. Tam iki ay boyunca (Ocak-Şubat 2020) her sabah nefesimi tutarak haberlere bakmış ve 'inşallah gece savaş çıkmamıştır' diye dualar etmiştim.
O zaman da 'akıncılar' bir yandan İdlib, Lazkiye ve Şam öte yandan da sanki Moskova'ya karşı sefere çıkmış gibiydiler.
Hızını alamayan 'yorumcular', Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Moskova'ya Ek Mutabakat (5 Mart 2020) imzalamaya giderken masayı Putin'in kafasına geçireceğini sanıyorlardı.
Karadeniz'i takalarla geçip Moskova'ya akına giden öncü kuvvetler o zaman da yarasız beresiz geri döndüler sanırım; çünkü kötü bir şey olsaydı duyardık herhalde.
Bir yıldan kısa bir sürede dört defa savaşın eşiğinden dönüldü
Aslında mesele şu şekilde özetlenebilir. Bir yıldan kısa bir sürede tam dört farklı ülkeyle 'savaşın eşiğinden döndük'. Diğer pek çok ülkeyle de tam bir sinir savaşı içindeyiz.
İşin garip tarafı bunların hepsini de sıradan olaylarmış gibi görmeye başlamış olmamız.
Geçen yılın sonlarında Barış Pınarı Operasyonu sırasında ABD, sonra İdlib yüzünden Rusya, ardından Sirte hattı dolayısıyla haziran ayında Mısır ve nihayet ağustos-eylül aylarında da Doğu Akdeniz'de Yunanistan ile savaşın eşiğinden dönmek nasıl izah edilebilir?
Türk-Yunan sorunlarını ve krizlerini yaklaşık yirmi beş yıldır takip etmeye çalışan birisi olarak son on yılımı Mars gezegeninde geçirip, her şeyden bihaber dünyaya geri gelseydim ve bana Türkiye ile Yunanistan arasında askeri ve diplomatik bir kriz olduğu söylenseydi hiç şaşırmazdım.
Ama bir Türk-Yunan krizinde İsrail'in Yunanistan'a destek açıkladığını, Mısır'ın açıkça Atina'nın yanında durduğunu, BAE (Birleşik Arap Cumhuriyeti)'nin Yunanistan ve Rumlara yardım için savaş uçağı gönderdiğini, Suudi Arabistan dışişleri bakanının kapı kapı dolaşıp Türkiye aleyhine bütün bölge ülkelerini bir araya getirmeye çalıştığını, Suriye ile fena halde kavgalı olduğumuzu hem ABD hem de Rusya ile ciddi sorunlar yaşadığımızı ve Fransa'nın aktif bir şekilde Yunan-Rum tarafına askeri destek sağladığını söyleselerdi, önce dil yetimi kaybettiğimi düşünür, tekrar dinlemek ister, söylenenlerin doğru olduğunu anlayınca da 'bu nasıl karmaşık bir sorun, çözülmesi kolay değil' diyerek muhtemelen Mars'a geri dönmek isterdim.
Dış politika sürdürülemez halde
Bu ülkelerin her birinin hatalı hatta suçlu; buna karşılık Türkiye'nin her birisiyle ilişkisinde tamamen haklı olduğunu savunmak mümkündür ama bu, dış politika değildir; çünkü dış politika neden kendinizin haklı, diğerlerinin haksız olduğunu anlatmak değil, sonuç alma sanatıdır.
Eğer uygulanan politikalarla istenilen sonuçlar alınamıyorsa/elde edilemiyorsa politikalar kısmen veya tamamen gözden geçirilmeye muhtaçtır.
Bir yıldan kısa bir sürede dört farklı ülkeyle dört farklı ülkede/bölgede savaşın eşiğinden dönülüyorsa, burada ilk akla gelen, işlerin normal/iyi gitmediğini kabul ederek 'düzeltmek' gerektiğini kabul etmek olmalıdır.
Satmak istediği yoğurdu pazarda müşteriler almadığı zaman, müşterilerin akılsız/ahmak olduğunu, pazarlanan yoğurdun ne kadar kaliteli imal edildiğini kendi kendisine anlatmak bir üretici/satıcı açısından ne kadar başarılı bir strateji ise dış politikada sonuç alınamayan politikalarda ısrar da aynı derecede başarılı daha doğru başarısız demektir.
Kabul etmek gerekir ki, yaşadığımız krizlerin hiçbirinde Türkiye'nin ağırlığı ile orantılı ölçüde sonuçlar alamadık; çünkü her defasında askeri gücümüz diplomasi ile takviye edilmedi.
Örneğin Fırat Kalkanı ve Afrin Operasyonları gayet stratejik amaçlarla (PKK-PYD kukla devletinin denize açılmasını sağlayacak koridorun önünü kesmek) icra edildi ve başarılı sonuçlar alındı; ama gerek bu operasyonlar gerekse Barış Pınarı Harekatı, Şam hükümeti ile uzlaşmaya gitmediğimiz için istediğimiz sonuçları tam olarak vermedi.
O günden bugüne ABD, İdlib'de Rusya ile yaşadığımız sorunları da istismar etmek suretiyle bizi oyalayarak Fırat'ın doğusunda bir PKKistan oluşturma çabalarını hızlandırmış görünüyor.
Bizim Şam hükümeti ile uzlaşmamak hatta mümkün olduğunca bu yönetime zarar verme amaçlı politikalarımızdaki ısrarımızın ABD ve PKK/PYD'yi bu girişimlere yönelten temel motivasyon olduğunun altını çizmek gerekir.
İdlib'de Rusya'ya karşı sonuç almamız zaten söz konusu olamazdı; çünkü normalde Suriye'nin bütün toprakları üzerinde etkili egemenlik kurması bizim ulusal çıkarlarımıza daha uygun bir seçenek olmasına rağmen inatla Suriye'yi İdlib'den uzak tutmaya çalışan girişimlerimizin belirli noktalarda zora gireceği aşikardı.
Libya hükümeti ile imzaladığımız deniz yetki alanlarını sınırlandırma anlaşması ne kadar doğru ise, Mısır ve İsrail ile kavgalı ilişkileri yürüttüğümüz için onlarla da benzeri esaslar üzerinden anlaşmalar imzalayamadık.
Bu yüzden de Trablus hükümeti ile yapılan anlaşma sınırlı etki yaratabildi.
Dış politikamız üzerinde Avrupa Birliği'nin belirleyici etkiye sahip olmadığı böyle bir dönemde Yunanistan üzerinde büyük bir askeri/diplomatik baskı kurabilecekken, altın tepsi içerisinde Mısır, İsrail, BAE ve diğer bölge ülkelerini Yunanistan'a müttefik olarak hediye etmemizden dolayı Atina hükümetinin bize karşı koyma kabiliyetinde ciddi bir artış oluştu.
Bir yanda bölge ülkelerinin öte yanda da Fransa ve kısmen de ABD'nin desteğini almış görünen Atina hükümeti krizde askeri olarak geri adım atmadığı gibi, Meis adasına fırkateynler ve askeri birlikler göndermekten geri durmadı.
Oysa aynı Yunanistan ve Kıbrıs Rumları 1997-99 arasındaki S-300 füzeleri krizinde Türkiye'nin gösterdiği kararlı tavır dolayısıyla geri adım atmışlar ve bu füzeleri Kıbrıs'a getirmekten vazgeçmişlerdi.
O kriz sırasında Türkiye, İsrail ile yakın ilişkiler kurmuş; Yunanistan ile Suriye'nin Türkiye'ye karşı oluşturmaya çalıştığı iki-buçuk savaş senaryolarına (Yunanistan, Ege ve PKK'dan oluşan iki buçuk cephe) hem PKK'yı askeri olarak yenilgiye uğratmak hem de Şam yönetimini 1998 Eylül-Ekim aylarında başlatıp hızla sonuçlandırdığı kriz yönetimi sonucunda Adana Mutabakatı'nı imzalamaya mecbur ederek karşılık vermiş ve Yunan-Rum tarafını tek başına yakalamıştı.
Hatta o zamanki haberlerde, Türk Hava Kuvvetleri'nin İsrail Hava Kuvvetleri ile yaptığı ortak tatbikatlarda, bu füzeler Kıbrıs'a getirildiği takdirde Türk uçaklarının güneyden giderek söz konusu üsleri vurup füzeleri imha etmesi senaryoları bile yer almaktaydı.
Öyle bir ortamda Yunanistan ve Rumlar havlu atmak zorunda kalmışlardı.
Ne yapmak lazım
Öncelikle mevcut dış politikanın sürdürülemez hale geldiğini kabul ederek bir gözden geçirme çalışması yapmak gerektiğine karar vermek gerekir ve bu karar alma süreci kurumlara değil doğrudan siyasi iradeye yani hükümete aittir.
Hükümetin vereceği böyle bir kararın uygulamasını başta Dışişleri Bakanlığı olmak üzere kurumlar yapacaklar ve bu da işin diplomasi ayağını oluşturacaktır.
Son günlerde yetkililer tarafından Mısır ile istihbari düzeyde görüşmeler yapıldığının belirtilmesi, bazı kaynaklarda Türk ve Mısırlı heyetlerin ilk olarak medyada ülkelerin ve liderlerin eleştirisine son verilmesi konusunda anlaşmaya vardıklarının yer alması olumlu gelişmeler olarak kabul edilebilir.
Fakat bu görüşmelerin hızla bir siyasi çerçeveye kavuşturularak genel manada Mısır ile yaşanan sorunlar üzerinde ortak noktalarda buluşulması gereklidir.
Ankara ile Kahire arasında deniz yetki alanları, adalar sorunu, egemenlik meseleleri gibi hiçbir şey olmadığına göre iki ülke arasında genel bir çerçevede uzlaşılması zor olmamalıdır.
İki devletin uzlaşmasının Libya sorununun çözümüne de katkıda bulunması kuvvetle muhtemeldir. Hatta iki devlet Türkiye, Rusya ve İran arasında Suriye konusunda oluşturulan Astana Platformu tarzında bir Kahire Platformu kurarak Libya'nın istikrarına katkıda bulunabilirler ve bu platforma Rusya'yı da alabilirler.
İstikrarlı bir Libya Türkiye'nin olduğu gibi Mısır'ın da çıkarınadır ve bir sonraki aşamada Libya üzerinde çatışan menfaatlere sahip ülkeler arasında genel bir uzlaşmanın da yolunu açabilir.
Mısır ile uzlaşılırken Suriye konusu da ele alınmalı ve Ankara Şam hükümetinin bütün toprakları üzerinde tam ve etkili egemenlik kurmasını esas alan bir politika benimsenmelidir.
O zaman Şam hükümeti ile Türkiye'deki sığınmacıların ülkelerine yani kendi evlerine ve mülklerine geri döndürülmelerini sağlayan ve Adana Mutabakatı'nı yeniden yürürlüğe koyarak teröre karşı ortak mücadele başlatan iki ayrı protokol imzalanabilir.
Rusya ve İran'ın da tam vereceğine şüphe olmayan bu mutabakatlar devreye girdiği zaman ABD ve PYD'nin temel varsayımı yok edilmiş ve psikolojik üstünlük elimize geçmiş olur.
ABD ve PYD Fırat'ın doğusunda devletleşme çabalarına ağırlık verirken, bunu, Türkiye'nin ne olursa olsun Suriye ile uzlaşmayacağı, milli-üniter yapıdaki Suriye'yi federal bir anayasaya zorlayacağı ve bu sayede PYD'nin de Fırat'ın ötesinde devletleşmesinin mümkün olacağı varsayımına dayandırmaktadırlar.
Ankara'nın Şam ile uzlaşması bütün bu varsayımı ortadan kaldıracak ve belki de askeri seçeneklere ihtiyaç kalmadan ABD'nin çekilmesi ve bölgenin PYD'den temizlenmesi sonucunun elde edilebilmesini kolaylaştıracaktır.
Bu arada İsrail ve dolayısıyla ABD ile de ilişkilerin gözden geçirilmesi gerektiği ortadadır.
İsrail ile yaşanan sorunların çok büyük bölümünün ideolojik karakterli ve duygusal içerikli olduğu dikkate alınacak olunursa, ulusal çıkar esaslı bir gözden geçirme sürecinin başlaması halinde İsrail ile sorunların üstesinden gelinmemesi için hiçbir sebep olmaması gerekir.
Türkiye bir yandan İsrail ve Mısır ile ilişkilerini onarıp, bu iki devletle Doğu Akdeniz'de deniz yetki alanlarının sınırlandırılması anlaşmaları imzalayarak doğalgaz arama ve sondaj çalışmalarında işbirliği yaparken aynı zamanda Mısır ve diğer Arap ülkelerinin öncülüğünde yürütülen/yürütülecek Filistin Girişimi'ne de destek verebilir; çünkü bir ülkeyle normal ve istikrarlı işbirliği içeren ilişkiler kurmak ve yürütmek o ülkeyle her konuda tam manasıyla görüş birliği içinde olmak anlamına gelmez/gelmemelidir.
Dış politikada bunlar istenirse yapılabilir/yapılmalıdır. Bunların yapılması sırasında Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın sevmediği hiçbir liderle kameralar önünde el sıkışmasına gerek olmadığı gibi, üst düzey Türk yetkililerin de, eğer istemiyorlarsa, meslektaşlarıyla bir araya gelmelerine gerek olmayabilir.
Yeter ki, söz düellosu ve sinir savaşı bir tarafa bırakılsın. Onlarca yıl sonra Türkiye ve Suriye, Adana Mutabakatı'nı imzalayarak (1998) ilişkilerini normalleştirdikten ancak iki yıl sonra o zamanki Türkiye Cumhurbaşkanı Sayın Ahmet Necdet Sezer, Şam'a Suriye lideri Hafız Esad'ın cenaze törenine katılmak için gitmişti.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish