Bugün bölgemizdeki, özellikle de Türkiye’nin taraf olduğu çatışma ve sorunlar dünyadaki genel kamplaşmadan bağımsız değil.
Bu kamplaşma, Atatürklerin “zalim-mazlum milletler”, Leninlerin “ezen-ezilen milletler” olarak tanımladığından beri değişmedi.
Yani bir tarafta dünyanın kaynaklarını sömüren bir avuç ülke, diğer tarafta ise emperyalist sömürüye maruz kalanlar.
Ezilen milletler safında, kendi bağımsız gelişim yollarını seçmiş olan gelişmekte olan ülkeler de bulunuyor.
Bu kamplaşmayı Doğu-Batı, Kuzey-Güney, Atlantik-Avrasya arasındaki çelişme olarak da tanımlayabiliriz.
ABD stratejisindeki bütünlük
Bugünkü somut duruma baktığımızda ise ABD’nin nihai olarak Orta Asya’daki enerji kaynaklarını ve yollarını ele geçirme ve zor yoluyla dolar saltanatını sürdürme hedeflerini görüyoruz.
ABD’nin bu amaçlarına ulaşmasında ise belirli bölgelerde hâkimiyet kurması özel önem taşıyor: Ortadoğu, Doğu Akdeniz, Doğu Avrupa, Karadeniz, Kafkasya.
Kısacası bütün bu bölgeler, ABD stratejisinde bir bütünlük arz ediyor.
Bu stratejinin başarıya ulaşması da özellikle Rusya ve Çin’e diz çöktürülmesinden ve Türkiye’nin bölünmesinden geçiyor.
Köklü devlet geleneğine ve güçlü askeri-ekonomik potansiyele sahip olan bu ülkeler, ABD planlarının önünde en ciddi engel olarak duruyor.
“Büyük Kürdistan”ın rolü
Washington, bu engellerin temizlenmesinde farklı planlar geliştirmiş durumda. Türkiye’nin payına düşen de “Büyük Kürdistan” projesi.
Hemen burada bir parantez açalım. “Büyük Kürdistan” projesi, sadece Türkiye’ye karşı değil. Zaten doğrudan İran, Suriye ve Irak’ı bölüyor.
Ama diğer taraftan da ABD’nin Orta Asya yolunda önemli bir üssü işlevi göreceği için başta Rusya ve Çin olmak üzere tüm Avrasya’ya tehdit oluşturuyor.
Bu sebeple “Büyük Kürdistan”, ABD’nin sadece bölge planlarının değil, dünya hâkimiyeti stratejisinin bir parçası. Kısaca İkinci İsrail.
Aynı durum, Rusya ve Çin’in ABD tarafından karşılaştığı tehditler açısından da geçerli.
Rusya ve Çin’i kuşatan ABD, Türkiye ve tüm Avrasya coğrafyasını da kuşatmış oluyor.
Şimdi parantezi kapatabilir ve kaldığımız yerden esas konumuza geçebiliriz.
ABD’nin Libya planı bu projenin parçası
Bugün Libya’da yaşananlar da dünyadaki genel kamplaşmadan, ABD’nin temel stratejisinden ve bunun parçası “Büyük Kürdistan” projesinden bağımsız değil.
ABD’nin tek stratejisi var. Bütün planları, hazırlıkları, müttefikleri de ona göre şekilleniyor. Libya’da da öyle.
Haliyle bu stratejinin hedefi olanların da buna karşı bütüncül bir stratejiye ve buna uygun bir savunma ve ittifaklar manzumesine ihtiyacı var. Libya’da da!
Zaten Libya’daki iç savaşa ve krize sebep olan da ABD’nin bu strateji değil mi?
Hem dünyanın en kaliteli petrol rezervleriyle hem de jeopolitik konumuyla büyük öneme sahip olan Libya’da Kaddafi’nin iktidarda bulunması Washington açısından önemli bir engeldi.
Bu engel, ABD’nin Arap Baharı’yla aşıldı.
Ülkeyi de kan gölüne bu süreç getirdi. Dolayısıyla bugün yaşadığımız sorunun birinci sorumlusu ABD ve bu konudaki Fransa gibi müttefikleri.
Hemen notumuzu düşelim: Sebebi olanların sorunu çözmesi mümkün değil.
Sorun kimlerle çözülür?
Eğer ABD sorunun kaynağıysa ve Washington’un Libya hamleleri, önünde sonunda “Büyük Kürdistan”a bağlanacaksa, o zaman bu sorun kimlerle çözülebilir?
Yazının girişinde dünyadaki kamplaşmayı açıklarken ortaya koyduğumuz gibi ABD’nin planlarından muzdarip olan diğer güçlerle.
Türkiye ve Rusya’nın bölgede aynı kaderi paylaştıkları açık.
Peki, durum, Doğu Akdeniz’de de öyle mi?
Doğu Akdeniz’deki ortak çıkarlar
Doğu Akdeniz’de Türkiye, ABD-İsrail-Yunanistan-Güney Kıbrıs blokuyla karşı karşıya.
Hatta bu blok, düzenledikleri tatbikatlarla ve yaşanan gaz arama kriziyle Türkiye’yi açıktan hedef alıyor.
Ancak bu blok, sadece Türkiye’yi değil, Rusya’yı da tehdit ediyor. ABD, Türkiye’yi Doğu Akdeniz’den kuşatırken Rusya’yı da çevreliyor.
Washington, Güney Kıbrıs’a silah ambargosunu kaldırırken Rum yönetimini Moskova’ya karşı da kışkırtıyor.
Ambargonun kaldırılmasını, Rum Kesimi’nin Rusya’ya karşı tavır almasına bağlıyor.
Rum Kesimi’nde bulunan İngiliz üslerinin bölgedeki Rus varlığını da tehdit ettiği açık.
Ayrıca son dönemde Güney Kıbrıs’ta Rus kökenli vatandaşlara yönelik artan ırkçı saldırılar da Moskova’da rahatsızlık yarattı.
Resmi Rus medyası bu konuda yayın yapmaktan geri durmuyor. (Örnek olarak bkz. "Na Kipre Proizoşyol Skandal iz-za Rasistskogo Napadeniya na Rossiyanku")
EastMed’e karşı işbirliği
Konunun enerji boyutunda da durum farklı değil. Yukarıda andığımız blokun EastMed boru hattı projesi, Türkiye-Rusya işbirliğindeki TürkAkım’a ve Türkiye-Azerbaycan ortaklığındaki TANAP’a ve hatta Orta Asya gazının Avrupa’ya ulaştırılmasına karşı bir proje.
Rus basını, bu konuda Türk-Rus işbirliğine ve kader ortaklığına sık sık vurgu yapıyor.
(Bazı örnekler için bkz. “Tşyotnaya Popıtka”: Turtsiya Protiv Novogo “Ubiytsı RusskogoGaza”, “Poçemu Rossii Stoit Podderjat Turtsiyu v Borbe s İsrailskim Gazom”)
Rusya Enerji Bakanı Aleksandr Novak’ın Doğu Akdeniz enerji kaynakları konusunda Türkiye’ye işbirliği teklifi, bu bağlamda boşuna değil. (Bkz. “Rusya'dan Doğu Akdeniz'de Türkiye ile iş birliği sinyali”)
Doğu Akdeniz-Karadeniz: Tek güvenlik bölgesi
Bunlarla birlikte Doğu Akdeniz’in güvenliğinin Suriye sorunun nihai çözümünün de garantisi olduğu unutulmamalı.
Türkiye karşıtı blok, Rusya açısından Suriye üzerinden de sorun.
Daha da ötesinde Doğu Akdeniz’de hâkimiyet kuran ABD, Karadeniz’e çok daha rahat girme imkanı bulacak.
Bu noktada Rusya’nın güvenliği, Türkiye’ninkiyle de örtüşüyor.
Aynı durum Karadeniz için de söz konusudur. ABD’nin Karadeniz’e girme çabaları, sadece Rusya’yı kuşatma stratejisinde değil, Türkiye’yi çevreleme planında da rol oynuyor.
Dünyadaki kamplaşma, bu bölgede de kendini gösteriyor.
ABD ve Ukrayna’nın TürkAkım’a kaşı anlaşma imzalamaları da bu tabloyu tamamlıyor.
Şimdi gelelim Libya’ya…
Libya’da bu tablo dışında nesnel olarak başka bir kamplaşma söz konusu olabilir mi?
Doğal olarak akla Türkiye ve Rusya’nın iki farklı tarafı desteklemesi geliyor.
Bugüne kadarki süreci özetlemek yarını anlamak bakımından önemli.
Rusya’nın Libya politikasını geçmişi
Rusya, Medvedev döneminde Arap Baharı’na esas olarak seyirci kalmıştı ve Libya’dan başlayan kırılma Suriye’ye kadar ilerledi.
Bu gelişmelerden ders çıkartan Moskova, artık tehdidi önde kesmek için harekete geçti.
Rusya, Şam’ın davetiyle Suriye’ye asker gönderirken Libya konusunda da daha faal bir çizgi izlemeye başladı.
Rusya, Libya iç savaşının başında tarafsız kalmış, diyalog sürecini desteklemişti.
Moskova’nın gönlünde yatan aslan, üçüncü bir taraf olan oğul Kaddafi’nin de başarı şansı gözükmüyordu.
Hafter’in hakimiyet alanının ülke topraklarının yüzde 94’üne kadar genişlemesi ve iç savaşı kazanabileceğine dair bir görüntü vermesi, Rusya’nın o tarafa ağırlık vermesinde önemli rol oynadı.
Moskova, kazananın yanında yer almak istiyordu, böylece yeni kurulacak Libya’da etkisini artıracaktı.
Ama tabii Hafter tarafında yer alan tek kuvvet Rusya değildi. Hatta stratejik planda karşı karşıya bulunduğu güçlerle aynı safta bulunuyordu.
Moskova’nın bakış açısı yine benzer mantıktan kaynaklanıyordu: Stratejik karşıtlarının etkisini azaltmak, kazanan gücü onlara bırakmamak.
Türkiye-Libya mutabakatı ve Mavi Vatan
Ancak Türkiye’nin Libya krizine müdahil olması güç dengelerini değiştirdi.
Ama daha da önemlisi Ankara ve Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) arasında imzalanan 27 Kasım 2019 tarihli Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına Dair Mutabakat, bu karmaşık sürece son verdi. Safların netleşmesinde belirleyici oldu.
Türkiye’nin Mavi Vatan stratejisi ve bu stratejinin bir parçası olarak Türkiye-Libya mutabakatı, Atlantik cephesinin Doğu Akdeniz’deki inisiyatifine ket vuruyor ve bölge ülkelerinin elini güçlendiriyordu.
Dolayısıyla bu hamle, sadece taraf iki ülkenin elini güçlendirmemiş, tüm Avrasya cephesi açısından bir savunma mevziisi yaratmıştı.
Aslına bakılırsa Libya’da taşlar yerli yerine oturuyordu. Kuzey Afrika ülkesindeki iç çatışma, dünyadaki cepheleşmeden bağımsız değildi.
Belirli bir zamana kadar büyük güçler, sahadaki tarafları yoklamışlar, kendi yanlarına çekmeye, taraflar üzerinde etkilerini artırmaya çalışmışlardı.
Türk-Rus çatışması planı boşa çıkarıldı
Ancak konu berraklaşıyordu. Fakat Atlantik güçleri 2019’un sonuna doğru suyu tekrardan bulandırmaya çalıştılar.
Suriye’de Soçi Mutabakatı’yla boşa çıkan Türk-Rus çatışması planı, bu sefer Libya’da sahnelenmek istendi.
Ancak bu plan da tutmadı. Dezavantaj gibi gözüken iki farklı tarafı destekleme durumu, avantaja çevrildi.
8 Ocak 2020'de Erdoğan ve Putin İstanbul’da buluşup anlaştılar. Ankara, UMH; Moskova ise Hafter üzerindeki etkisini kullanarak ateşkesi sağlayacaklardı.
Moskova’nın hayal kırıklığı
Sürecin Moskova’nın düşündüğü gibi ilerlediğini de söyleyemeyiz.
Ocak ayında Moskova’da Türkiye ve Rusya’nın arabuluculuğunda yapılan ateşkes görüşmelerinde Sarac hükümeti, anlaşmanın altına hemen imza atarken, Hafter, mutabık kalınan metni imzalamadan ülkeden ayrıldı.
Hafter’in sadece Rusya’nın etkisi altında olmadığı ortaya çıktı. Aslında bu Moskova açısından önemli bir hayal kırıklığı idi.
Bunu takiben şubat ayı ortasında Rus özel güvenlik şirketi Wagner’in paralı askerlerini sözleşmeleri dolmadan Libya’dan geri çektiğine dair yazışmalar Rus basınına yansıdı.
ABD ve Fransa’nın Hafter’e desteği
Bütün bu gelişmelerle birlikte Sarac hükümetinin Türkiye’yle imzaladığı mutabakatın Atlantik cephesinde hoş karşılanması mümkün değildi.
Trablus’a saldırıya hazırlanan Hafter güçlerinin ABD ordusu tarafından eğitildikleri, ABD askeri ve istihbarat yetkililerinin Hafter’le sıkı işbirliği içinde olduğu ve bölgenin hava sahasını tamamen kontrol ettikleri ortaya çıktı.
Fransa’nın da ABD’den arda kalır bir yanı yoktu. (ABD-Hafter ve Fransa-Hafter işbirliğinin ayrıntıları için şu yazılarıma bakılabilir: "ABD, Trablus’a saldıracak Hafter birliklerini eğitiyor", "Hafter’in birliklerini eğiten Amerikalılar", "ABD Hafter birliklerini işte bu kampta eğitiyor", "Hafter’in yanındaki Fransızlar ve İtalyanlar")
ABD, Hafter’e tam destek verirken, Hafter de tam anlamıyla Atlantik yanında konumunu belirliyordu.
ABD ve Hafter, Doğu Akdeniz’de kaderlerini birleştirmişti. En hassas ve mahrem konulardaki sistemli işbirliği, ilişkinin boyutlarını gözler önüne seriyordu.
Ancak Libya’da Atlantik cephesinin bu hamlesi, karşısında duracak yeni işbirliği ve inisiyatiflerin koşullarını da hazırlıyordu.
Rusya, artık Libya meselesinde konumunu gözden geçirmek zorunda kalmıştı.
Hafter’in Türkiye-Libya mutabakatına karşı konumlanışı, müttefiklerinin nihai şekilde belirlenmesinde rol oynuyor ve Atlantik kampına tamamen yerleşmesine yol açmıştı.
Doğal olarak da Moskova’nın nüfuzu kırılırken, ABD’ninki hâkim hale geldi.
Zor oyunu bozdu
Bir de Türkiye’nin müdahalesi, Hafter güçlerini geriletmeye başlamıştı. Zor oyunu bozdu.
Hem pragmatik hem de jeopolitik açıdan Rusya’nın yeni bir yönelim belirlemesi ihtiyacı ortaya çıktı.
Artık Hafter tarafı, Wagner’le aralarındaki sorunları gizlemiyordu. Birbirlerinden memnuniyetsizlikleri, basına da yansımaya başlamıştı.
(Bkz. "Haftar owes Russian Wagner Group $150 million as rift grows over rookie fighters")
Sonuç olarak 20 Mayıs’ta Wagner, kalan askerlerini tahliye etme kararı aldı.
Wagner’den Türkiye’ye FETÖ mesajı
Bu dönemde ilginç bir gelişme daha yaşandı. Rus özel güvenlik şirketi Wagner’in sahibi olarak bilinen Yevgeniy Prigojin, ABD Senatosu’na gönderdiği açık mektupta FETÖ’ye de değindi ve Washington’un Fethullah Gülen’i ülkesinde saklamasına tepki gösterdi.
Prigojin’in bu çıkışı, Türkiye’ye yönelik bir mesaj olarak algılandı.
Putin’in aşçısı olarak da tanınan Prigojin’le ilgili 11 Haziran 2020'da ABD Kongresi Temsilciler Meclisi, 16 Haziran’da ise ABD Senatosu iki karar almıştı.
Bu iki kararda da Yevgeniy Prigojin, ABD’nin milli çıkarlarına ve demokratik değerlerine saldırmakla, özellikle ABD ve müttefiklerinin iç politikalarına etki etmekle ve ABD’nin demokratik süreçlerine müdahaleyle suçlanmıştı.
Rus işadamı, bu karar ve suçlamalara karşı ABD Kongresi’ne hitaben 21 Haziran 2020 tarihli açık bir mektup kaleme aldı.
Mektupta Fethullah Gülen’den şu şekilde bahsediyordu:
Diğer devletlerin milli değerlerini, gelenek ve kültürlerine kadar yok etmek için ABD, tüm dünyada düzenli olarak siyasi süreçlere ve seçimlere müdahalede bulunmaktadır. (…) ABD, birçok ülkeden binlerce suçlu, hırsız ve dolandırıcıların parası için bir cennettir. ABD, terörist gruplar kurar, liderlerini barındırır ve ailelerinin güvenliğini garanti eder. ABD, topraklarında tüm dünyadan Fethullah Gülen, Chen Guangcheng, Rıza Pehlevi ve birçokları gibi hainleri yetiştirir ve saklar.
Medya önüne pek çıkmayan ve Putin’le yakın ilişkileri olduğu bilinen Prigojin’in kamuoyuna açık bir mektup yayımlaması ve Libya’da krizin yükseldiği bir sırada mektubun içeriğiyle doğrudan ilgili olmasa da Fethullah Gülen’e böyle bir atıf yapması “Ankara’ya yönelik Moskova’nın bir mesajı mı var?” sorusunu gündeme getirdi.
Trablus’ta tutuklu iki Rus vatandaşı
Aynı dönemde Moskova-Trablus hattı da hareketlenmişti. Bu hareketliliğin merkezinde ise Trablus’ta tutuklu bulunan iki Rus vatandaşı bulunuyordu.
2019’da 16 Mayıs’ı 17’sine bağlayan gece Trablus’ta Rusya’nın Milli Değerlerin Korunması Vakfı’nın (FZNTs) iki çalışanı sosyolog Maksim Şugaley ve çevirmeni Samer Hasan Ali Sueyfan (hem Rus hem Ürdün vatandaşı) devlet başkanlığı seçimlerine müdahale suçlamasıyla tutuklanmış ve Mitiga Cezaevi’ne konmuşlardı.
Rus devleti o zamandan beri bu iki ismin serbest bırakılmasını en üst düzeyde ele aldı.
Hatta Türkiye’den de yardım talep edildi. Ancak bir sonuç alınamamıştı.
Ancak yukarıda açıkladığımız şekilde dengelerin değişmesi ve safların daha da netleşmesi sonucu Rus tarafı, kendi vatandaşlarının serbest kalması durumunda UMH ile işbirliği süreci başlatabileceğini kapalı kapılar ardında dile getiriyordu.
Stratejik plandaki bu değişikliğin ilk adımları, bu meseleye dayanmıştı.
Geçtiğimiz ay yaşanan gelişmeler, bu anlamda ciddi bir hareketliliğe işaret etti.
UMH heyeti Moskova’da
3 Haziran 2020 tarihinde UMH Başbakan Yardımcısı Ahmed Muaytik ve Dışişleri Bakanı Muhammed et-Tahir Seyyale, Moskova’ya bir ziyarette bulundu.
Ziyaret sırasında Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Savunma Bakanlığı ve güvenlik birimleri yetkilileriyle bir dizi görüşmeler yapıldı.
UMH heyeti, Moskova’da ilk defa bu kadar üst düzeyde kabul edilmiş oldu.
İşbirliği mesajları
Rus Dışişleri Bakanlığı, görüşme sonrasında yaptığı resmi açıklamada karşılıklı çıkara dayanan işbirliğinin önümüzdeki süreçte gelişmesinin önündeki temel engelin Trablus’ta tutuklu bulunan iki Rus vatandaşı olduğu vurgulamıştı.
(O Vstreçe S. V. Lavrova s Ahmedom Maytigom i Muhammedom Siyaloy) İki Rus vatandaşının serbest bırakılması durumunda iki hükümet arasındaki ilişkilerde yeni bir dönemin başlayacağı anlaşılıyordu.
İki hükümet arasındaki işbirliğine dair işaretler, Libya tarafından da geldi.
Başbakan Yardımcısı Ahmed Muaytik, Rus resmi haber ajansı RİA Novosti’ye verdiği demeçte Rusya’nın Libya’da istikrarın tesis edilmesinde çok önemli bir ortak olacağına inandıklarını ifade etmişti.
Libyalı yetkiliye göre, kendileriyle birlikte çalışacak olan Rus diplomasisi, ülkesindeki askeri gerilimin keskin bir şekilde düşürülmesinde önemli rol oynamaktaydı. (Bkz. "Vitse-premyer PNS Livii Sprognoziroval Snijenie Eskalatsii Konflikta")
Muaytik, bu yöndeki açıklamalarını ülkesine döndükten sonra da sürdürdü.
Libya'da February özel televizyon kanalına konuşan Ahmed Muaytik, Türkiye’yi “stratejik müttefik” şeklinde tanımlamış ve "Rusya da etkin bir ortak olabilir" demişti.
("Libya Başbakan Yardımcısı Muaytik: Türkiye ile stratejik ortaklık Libya'nın inşası için sürecek")
Libya’dan kalkan uçak
Karşılıklı bu diplomatik adımlar, Moskova-Trablus-Ankara hattında yeni gelişmelerin yaşanacağının habercisiydi.
Tam o günlerde Al-Arabiya televizyon kanalı, Libya Başbakanı Fayiz es-Sarac’ın 7 Haziran’da Moskova’ya geleceğine dair bir haber yaptı.
Bir hareketlilik gerçekten yaşanıyordu. Görüşmelerin 8 Haziran’da olması bekleniyordu.
Hatta Sarac’ın ilk önce 7 Haziran günü İstanbul’a geleceği, sonra da Moskova’ya devam edeceği kaydediliyordu.
Esas önemli nokta ise Sarac’ın yanında Trablus’ta bulunan iki Rus tutukluyu da getirebileceği bilgisiydi.
Gerçekten de uluslararası havacılık kurumlarının kayıtlarına göre Libya’dan kalkan bir uçak, 7 Haziran Pazar günü İstanbul’a iniş yaptı.
Ancak beklenen olmadı, uçak Moskova’ya devam etmek yerine Libya’ya geri döndü.
Türk resmi makamlarından ise Libya’dan gelen heyete dair hiçbir açıklama yapılmadı.
Türk basınında söylentilere dair bir habere dahi rastlanmadı.
Kremlin sözcüsü Dmitriy Peskov ise, 8 Haziran günü yöneltilen soru üzerine o gün için bir görüşmenin gerçekleşmeyeceğini söylemekle yetindi.
TASS’ın servis ettiği haber
Rus TASS haber ajansı ise 9 Haziran günü Trablus’taki kaynaklarına dayanarak konuya dair bir haber servis etti.
Haberde Rus tutukluların gerçekten Sarac’la birlikte İstanbul’a uçtukları ama 8 Haziran’da Libya’ya geri döndükleri belirtiliyordu.
TASS’ın kaynağı, Rus vatandaşlarının artık hapishanede tutulmadıklarını ve Trablus’ta bir villaya yerleştirildiklerini de söylemişti.
Habere göre Ruslar iyi şartlarda bulunuyorlar, beslenmelerine ve güvenliklerine özel önem veriliyordu. Kaynağın ifadesiyle “her şey yolundaydı”.
Rus resmi haber ajansının bu şekilde bir haber geçmesi dikkat çekti. ("İstoçnik: Zaderjannıe v Livii Rossiyane Bolşe ne Sidyat v Tyurme")
Ankara-Moskova diplomasi hattı
O günlerde iki ülke arasındaki diplomasi de hızlandı. 8 Haziran’da Çavuşoğlu-Lavrov, 10 Haziran’da ise Erdoğan-Putin telefon görüşmeleri gerçekleşti.
Gündem maddelerinin başında doğal olarak Libya geliyordu.
Savunma Bakanı Hulusi Akar, 10 Haziran günü katıldığı bir televizyon programında Rusya’nın Libya’ya savaş uçakları göndermesi ve Rus paralı askerlerinin varlığıyla ilgili iddiaların hatırlatılması, bunların Türk-Rus işbirliğini nasıl etkileyeceğinin sorulması üzerine, Rusya’nın oradaki askeri varlığına dair birtakım bilgileri ve iddiaları resmi açıklamalarla reddettiğini, dolayısıyla bunu tartışmak yerine Rusya ile Suriye’dekine benzer şekilde görüşmek suretiyle sorunların çözülmesi gerektiğini anlattı.
Akar’ın özellikle Rus paralı askerleri ve uçakları konusundaki tavrı önemliydi.
Rus tarafının beyanını esas aldı, Astana’ya benzer bir sürece işaret etti.
Bir de bunların üzerine Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ve Savunma Bakanı Sergey Şoygu’nun İstanbul’a gelecekleri duyuruldu.
Ancak bu ziyaret de son anda ertelendi. Ziyaret sonrası karşılıklı açıklamalar, ilişkilerde bir kopma yaşanmadığını gösterdi.
Beyanatlara göre ortak çözüm süreci işliyordu.
UMH ve Türkiye, cephede kazandıkları başarı sonrasında doğal olarak durmak istemiyordu.
Bu noktada avantajını kullandıktan sonra ateşkes masasına oturmak en mantıklısıydı.
Kahire Deklarasyonu’nun Ankara ve Trablus’ta karşılık bulması beklenemezdi. Rusya da bunun farkındaydı.
ABD, “kukla devlette” düğmeye bastı
Libya konusunda Türk-Rus ilişkileri, nesnel ortak çıkarlara rağmen bu gel-gitlerle ilerlerken, Atlantik cephesi ise kendi bütüncül stratejisinden ödün vermeden yeni bir atağa geçti.
Soçi Mutabakatı’yla Suriye’de önemli kayıplar veren ve “Büyük Kürdistan” projesi ağır hasar alan ABD, son birkaç ayda kukla devlet konusunda tekrardan düğmeye bastı.
Suriye’nin kuzeydoğusuna sevkiyatlar arttı, PKK/PYD’yle gizli görüşmeler yapıldı.
ABD, “koridoru” açmak için askeri, idari ve iktisadi anlamda yeni bir süreç başlattı:
Askeri planda PKK/PYD’nin güvenliği sağlanacak, idari planda kukla devletin başkenti ilan edilecek ve hükümetiyle kurumları oluşturulacak, iktisadi planda ise petrol geliriyle ABD koridoruna can suyu verilecekti.
(Ayrıntıları için bkz. "ABD Kukla Devletin Altyapısı İçin PKK’ya Petrol Çıkarttırıyor")
Haziran ayında bu sürecin devamında kendi ifadeleriyle “ABD’nin sponsorluğunda” Suriye’nin bölücü güçleri arasında da birlik sağlandı.
(Bkz. "Rojavalı Kürtlerin Uzlaştığı Duhok Anlaşması’nın İçeriğinde Ne Var?")
ABD, Libya’ya geri dönüyor
ABD, Suriye’deki planlarına paralel olarak Libya’da da harekete geçti.
Suriye’deki planının işlemesi için Libya’da da hakimiyet sağlamalıydı.
AFRICOM, 2019 yılında çıktığı Libya’ya geri dönüş sinyallerini vermeye başladı.
Amerikan petrol şirketleri de Libya’da neredeyse yok gibi. Exxon Mobil, 2014’te ülkeden ayrılmıştı. Libya pazarından geri kalmak istemeyeceklerdi.
Atlantik cephesinin Libya’da Astana korkusu
Haliyle Washington ve son dönemdeki düşmanca çıkışlarıyla Paris, ülkede özellikle Türkiye ve Rusya’nın etkin olmasından büyük rahatsızlık duyuyordu.
ABD'nin eski Ankara Büyükelçisi Eric Edelman ve ABD Avrupa Komutanlığı eski Komutan Yardımcısı Charles Walt, ABD’nin Libya’da Türkiye ve Rusya’ya karşı hareket etmesi gerektiğini açık bir şekilde dile getiriyorlardı.
Ülkede Ankara ve Moskova’nın etkisi son bulmalıydı. ("America Must Act In Libya Against Turkey, Russia", "Turkey’s Escalation in Libya: Implications and U.S. Policy Options")
AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Josep Borrell ise aynı fikirleri, senenin başında “Türkiye ve Rusya Suriye’de askeri bir çözümü dayatarak, Doğu Akdeniz’de dengeleri değiştirdiler. Aynı durumun Libya’da gerçekleşmesini kabul edemeyiz” diyerek dile getirmişti.
Borrell’e göre, Libya kıyılarında Rus ve Türk askeri üslerinden kimse memnun olmayacaktı.
Libya’da yeni bir Astana sürecine izin verilemezdi. ("AB: Rusya ve Türkiye’nin Libya’da Suriye Senaryosunu Tekrarlamasına Karşıyız")
Atlantizmin Fransa’daki ideologlarından Bernard-Henri Lévy de Libya’nın Türkiye ve Rusya arasında paylaşıldığından bahsetmekte ve hararetli bir şekilde Türkiye ile Rusya’nın durdurulmasını talep etmektedir.
Astana sürecinin Libya’da tekrarlanması ihtimali, Atlantik kampında ciddi korku yaratmıştır.
Aslında Batı’nın bu yaklaşımı, Ankara ve Moskova açısından da uyarıcı olmalıdır.
İki ülke de Suriye’den Libya’ya uzanan hatta Atlantik’in hedefidir. Çıkarlarının da ortak olması kadar doğal bir şey yoktur.
Çıkarlarının ortaklığını karşı cepheden ABD eski Başkanı Nixon’un torunu ve Richard Nixon Vakfı yöneticisi Christopher Nixon Cox da tespit etmektedir.
Torun Nixon’a göre Libya’da Erdoğan ve Putin’in çıkarları kesişmektedir.
Her ikisi de, Fransızları Libya’dan kovmak ve BAE’nin etkisini zayıflatmak istemektedir.
("Libye: Comment le deal turco-russe s’est fait sur le dos de la France et du maréchal Haftar")
Atlantic Council uzmanları da Libya’da Türkiye ve Rusya’nın hem siyasi hem de askeri anlamda ortak bir dil bulabileceğinden endişe ediyorlar.
Hatta bu anlaşmanın içinde Suriye’nin de bulunabileceğini öngörüyorlar. ("Russie et Turquie, entre jeux de pouvoir et recherche d’accord en Libye")
Kışkırtmalara devam
Bu koşullarda ABD’nin Libya’ya geri dönüşü ve buna bağlı olarak Suriye’de planlarını hayata geçirmesi, Fransa’nın da Kuzey Afrika’daki eski günlerine kavuşması için Ankara-Moskova arasında olası işbirliğinin engellenmesi ve bu iki ülkenin birbirine düşürülerek saf dışı edilmeleri şart.
Bu plan, tekrar ve tekrar denenip duruyor.
Son günlerdeki çift taraflı kışkırtma da bunun bir parçası. İlk başta Al-Watiya üssünün Ruslar tarafından vurulduğu söylentisi yayılıyor, ardından de UMH ve Türkiye'nin Rusları vurduğu haberi çıkarılıyor.
Oysa Al-Watiya'nın vurulmasında bütün oklar BAE’ni gösterirken, UMH ise Rusların vurulduğunu resmen yalanladı.
Rusya’yı kazanmak
Şimdi bütün bunlardan Türk ve Rus yetkililerin ders çıkarması gerekiyor. Aradaki rekabet ve husumetler, bir kenara bırakılmalı, Suriye’de olduğu gibi nesnel çıkarlardan hareket ederek bütüncül bir strateji çerçevesinde ortak bir dil bulunmalı.
Türkiye ve UMH açısından baktığımızda karşıt güçleri eksiltmek ve hatta kendi tarafına çekmek, nihai zafer açısından şart.
Ve en önemlisi doğru bir stratejiyle Ankara’yla Trablus, bu süreci kendi lehine değerlendirme imkanına sahip.
Doğru politikalarla Rusya ilk başta tamamen tarafsızlaştırılabilir, hatta ardından Sarac hükümeti tarafına destek vermesi sağlanabilir.
Bu, Libya’daki dengeleri de tamamen Trablus lehine değiştirecektir. Savaşın her anlamda maliyetini düşürecektir.
Bu işbirliğinin zemini, sadece Hafter’in ABD güdümüne girmiş olması ve savaşı kaybetmesi değil.
Moskova, Mavi Vatan stratejisinin Atlantik karşıtı özünü de kavradı. 8 Ocak’ta Putin’in Erdoğan’la Libya konusunda ortak bir nokta bulmasında bu da önemli rol oynadı.
Radikal ve Amerikancı unsurlara dikkat
Bununla birlikte Sarac tarafında savaşan radikal unsurlar, Rusya’nın başka bir endişesi.
Sarac hükümetinin yekpare bir yapı olmadığı biliniyor. Farklı özerk güçlerin ve radikal unsurların olası provokasyonlarına da dikkat etmek gerekiyor.
Bu, Rus basınında yürütülen bozguncu aleyhte propagandayı kesmek açısından da fayda sağlayacaktır.
Diğer yandan ve daha da önemlisi Sarac, Türkiye-Libya mutabakatına imza atmasıyla kendi cephesindeki Atlantikçi güçler tarafından da hedef alınabilir.
Bu yönde emareler söz konusu. Fransız dış politikasına yön veren isimlerden biri olan Ortadoğu uzmanı Michel Scarbonchi, ki Paris’in Hafter’e desteğinin mimarlarındandır, boşuna Sarac’ın yerine Fethi Başağa’yı önermemektedir. ("Libye: la France et l’Europe doivent intervenir. La chronique de Michel Scarbonchi")
Altını çizmek gerekir ki, Atlantik cephesi UMH’den de tamamen elini ayağını çekmiş değildir.
BM’nin resmen tanıdığı hükümet olması, Hafter’in kaybetmeye başlaması, Müslüman Kardeşler’le eskilere dayana bağlar, Washington ve müttefiklerinin UMH’yi gözden çıkarmasını engellemektedir.
O zaman Atlantik ötesi açısından yapılması gereken olabildiği kadar Trablus’un Türkiye’yle ilişkilerini zayıflatmak ve onu kendi kontrolü altına almaktır.
Türkiye’yle ilişkilerin garantisi durumundaki Sarac, bu nokta engel olarak görülmekte, devamlı Amerikan yanlısı çıkışlarıyla bilinen Başağa ise alternatif olarak değerlendirilebilmektedir.
Önümüzdeki süreçte bütüncül stratejiye sahip bir Türkiye’nin meselenin bu tarafına da dikkat göstermesi önemlidir.
ABD, Libya’da ikili oynayacaktır. UMH’nin önünde sonunda “Büyük Kürdistan”ı kurmayı hedefleyen ABD planına alet edilmesine izin verilmemelidir.
Bu, Türkiye’yi doğal müttefiklerinden de koparacak, diğer kriz bölgelerinde ABD’yle yaşadığı sorunlarda yalnız kalmasına yol açacaktır.
Suriye’de ABD’yle savaşırken, Libya’da birlikte hareket edebileceğimize inanmak, kendimizi kandırmamıza ve kukla devlete karşı mücadelenin de zaafa uğratılmasına sebep olur.
Libya’da Astana modelinin ilk adımı
Diğer taraftan yukarıda bahsettiğimiz UMH bölgesinde tutuklu bulunan Rus vatandaşları konusunda atılacak adımlar da Rusya’yla ilgili işbirliği sürecini hızlandırabilir.
Mesele, sadece iki Rus vatandaşının serbest bırakılmasından ibaret değildir. Stratejik anlamda önemli sonuçlar doğurabilecektir.
Doğu Akdeniz ve Libya’da Astana modelinin kurulmasının ilk adımlarından biri olarak değerlendirilebilir.
Buna mukabil tabii ki Türkiye ve UMH’nin de Libya konusunda Moskova’dan talebi olacaktır. Zıtlıkların törpülenmesine bu türden karşılıklı jestlerle başlanabilir.
Zaferin anahtarı
ABD, Fransa ve müttefiklerinin Doğu Akdeniz’den Türkiye’yi çıkarma girişiminin, enerji kaynaklarını sömürme çabasının ve Suriye’de yeni “koridor” hamlesinin önlenmesinin gereği, Atlantik planlarına karşı bütüncül bir strateji ve ittifaklar zinciri yaratmaktır.
Tekrar edelim. Washington’un Suriye stratejisi, Doğu Akdeniz, Karadeniz, Kafkasya, Orta Asya vs. planlarından bağımsız değildir.
Dolayısıyla Ankara’nın Suriye’de de, Libya’da da, Karadeniz’de de Atlantik planlarını durduracak genel bir stratejiye sahip olması ve buna uygun ittifak ilişkileri kurması lazımdır.
Sadece Rusya değil, Suriye ve Mısır’la bu doğrultuda temas edilmesi de Türkiye’nin öncelikleri arasında yerini almalı.
ABD tehdidi ancak böyle bütüncül bir stratejiyle bertaraf edilebilir. Bu bütüncül stratejiyi kavramaya Şam ve Kahire’nin de ihtiyacı var.
Kendi ülkesinde ABD ve Fransa’yla savaşırken, Libya’da yan yana olmaları Şam açısından da önemli bir çelişkidir.
Emperyalist cephenin hedefindeki bütün ülkelerin kendi aralarındaki rekabete veya husumete göre değil, nesnel çıkarları çerçevesinde bir çizgi belirlemeleri gerekir.
Türkiye ve Rusya, bunun ilk adımlarını acil atmak zorunda.
ABD’siyle Fransa’sı isteseler de istemeseler de zaten Ankara ve Moskova’yı aynı cepheye yerleştirmiştir.
Dolayısıyla Mavi Vatan stratejisinde ısrar ve Rusya’dan başlayarak müttefik güçleri artırmak, Doğu Akdeniz ve Libya’daki başarının anahtarıdır.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish