Bir otokratın ardından: 1972 Soykırımından bugüne Burundi

Yusuf Kenan Küçük Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Vale Bodnar/Wikicommons

Burundi Cumhurbaşkanı Pierre Nkurunziza geçen hafta başında vefat etti.

Koronavirüs küresel salgını bağlamında Nkurunziza’nın ölüm nedeni üzerinde spekülasyonlar uluslararası kamuoyunda gündem olurken, adıgeçenin arkasında bıraktığı siyasi miras üzerinde pek durulmadı. 
 

Pierre Nkurunziza.jpg
Pierre Nkurunziza / Fotoğraf: Reuters​​​​​​​


Bu minvalde, Nkurunziza’nın akıbetinden ziyade, ülke nüfusunun yüzde 85’ini oluşturan Hutular ile yüzde 14’ünü meydana getiren Tutsiler arasındaki husumete, dolayısıyla ülkenin kaderine odaklanmak gerekiyor. 

Diğer taraftan, “Hutu-Tutsi” denildiğinde akla ilk olarak 1994 tarihli Ruanda soykırımı geliyor.

Bahsekonu soykırımda ülkedeki Hutular, Tutsileri ve Tutsileri korumaya çalışan veya soykırıma katılmayan Hutuları hedef almış, neticede üç ay içerisinde 800 bin kişi katledilmişti.

Fakat, tarafları Tutsi ve Hutular olan başka bir soykırımın Ruanda’dan önce 1972 yılında Burundi’de gerçekleştiğini biliyoruz. 

Ancak bu soykırım, BM tarafından 2002 yılında yayınlanan Burundi Soruşturma Komisyonu raporunda “soykırımvâri” olarak tanımlanıyor.

Bu çekimserliğin ardında, Burundi’de Hutular ile Tutsiler arasındaki iç savaşı bitiren Arusha Anlaşması’nın yeni imzalanmış olması ve Ruanda’daki Tutsi soykırımı ortadayken Burundi’de bir Hutu soykırımı tanımanın, etnik gruplar arasında “skor eşitleme” olarak yorumlanabileceği endişesinden kaynaklandığını söyleyebiliriz.

Bununla birlikte, yaşananları tanımlamak için seçilen kelime her ne olursa olsun, akademik camianın olayların soykırıma varan niteliği üzerinde geniş mutabakatı bulunuyor.

Temelleri sömürgecilik öncesine kadar uzanan bu soykırımın nedenlerine geçmeden önce, 1972 yılında neler yaşandığını kısaca özetlemeye çalışalım. 
 

Burundi Ülke Künyesi.png
Harita: CIA World Factbook / Veriler: Dünya Bankası (2018), Transparency International (2019)


1972 Soykırımı

Ruanda’yla birlikte Afrika’nın yüzölçümü en küçük ve fakat nüfus yoğunluğu en fazla olan ülkelerinden olan Burundi, 1890 yılında Almanlar tarafından sömürgeleştirilinceye kadar krallıkla yönetiliyordu.

Kontrol 1916’da Belçika’ya geçmekle birlikte, “dolaylı yönetim” sistemi çerçevesinde krallık muhafaza edildi ve ülke 1962 yılında “Burundi Krallığı” olarak bağımsızlığını kazandı.

Ancak, ülkede azınlık konumundaki Tutsiler, 1966 yılında bir askeri darbeyle yönetimi ele geçirdiler ve krallığı feshedip cumhuriyet ilan ettiler. 

1972 yılı Nisan ayında ülkenin güneyindeki küçük bir bölgede bir grup Hutu isyancı, kadın-çocuk ayrımı gözetmeksizin Tutsilere ve isyana katılmayan Hutulara saldırdı.

Yaklaşık 1000 kişinin öldüğü olayların ardından ordu, isyana belli bir bölgede yerleşik sınırlı sayıdaki Hutunun karışması gerçeğine bakmaksızın, önceden planlandığı anlaşılan bir sistematik içerisinde, tüm ülke genelinde Hutulara karşı bir soykırım başlattı.

Burundi üzerine otorite isimlerden olan Rene Lemarchand, Hutu isyancılar harekete geçmeden saatler önce hükümetin Cumhurbaşkanı tarafından feshedilerek gücün tek elde toplanmasını, soykırımın devlet tarafından planlandığının en büyük delili olarak niteliyor. 

Bu bağlamda, öncelikle kamu görevlilerinden başlamak suretiyle, toplumda saygın bir yer edinmiş, varlıklı tüm Hutular, isimleri isyana maddi destek verenler arasında bulunduğu gerekçesiyle tutuklandı.

Bu anlamda temizlikçi ve şoför kadrosunda dahi olsa Hutular, devlet kadrolarından “temizlendi”.

Tutsi asker ve milisler üniversite ve liselere ellerinde listelerle gidip Hutu öğrencileri gözaltına aldılar.

Tutuklanan ve gözaltına alınanların neredeyse tamamı çok kısa bir süre içerisinde katledilip toplu mezarlara gömüldüler.

Sayıları 200 bini bulan kurbanların yakınlarına yardım etmek, onları istihdam etmek suç ve vatana ihanet sayıldı.

Eğitimli Hutuların neredeyse tamamının yokedilmesinin akabinde Tutsiler 20 yıl süreyle ülkenin tek hakimi oldular.

1993 yılına gelindiğinde ise ABD’nin baskısıyla gerçekleştirilen çok partili seçimleri Hutu bir siyasetçi kazanarak Cumhurbaşkanı oldu.

Ancak Cumhurbaşkanının kısa süre sonra öldürülmesi üzerine Hutular, hem 1972 yılındakine benzer bir kıyım endişesi hem de intikam almak düşüncesiyle Tutsilere saldırdı ve 20 bin kişiyi katletti.

Olayları bastırma gerekçesiyle sokağa çıkan Tutsilerin kontrolündeki ordu ise buna karşılık 50 bin ila 100 bin Hutu’yu öldürdü.

Akabinde ülke yaklaşık 10 yıl süren bir iç savaşa sürüklendi.

2000-2003 yılları arasında imzalanan bir dizi anlaşmayla iç savaş sonlandırıldı, ülke yönetiminde etnik gruplara kota tahsis edildi. 


Soykırımın nedenleri

Toplumsal olayların çok yönlü ve karmaşık doğası gereği birçok farklı etmeni gözönünde bulundurmak, dolayısıyla Ruanda soykırımında olduğu gibi, Burundi soykırımını da analiz ederken hadiseleri tek bir sebebe indirgeyen açıklamalardan uzak durmak icap ediyor. 

Bu bağlamda ilk olarak sömürgecilik öncesinde varolan toplumsal statü farklılıklarına bakmak gerekiyor.

Hutu ve Tutsiler yüzyıllardır karma ırk olarak görülen bir hanedanlığın yönetiminde barış içerisinde bir arada yaşıyorlardı.

Bugün “etnik” olarak nitelenen kimlikler, adem-i merkeziyetçi bir ekonomik yapı içerisinde iç içe bulunuyordu ve geçişken bir mahiyetteydi. 

İkincisi, 1890 yılında Burundi’yi sömürgeleştiren Almanya ve 1916 yılında bayrağı devralan Belçika, bölge halklarını statik etnik/kabile bağlarına dayalı birbirinden izole topluluklar olarak gördü ve etkin bir yönetim sistemi oluşturmak amacıyla toplum içerisindeki bu farklılıkları belirginleştirip derinleştirecek önlemler aldı.

Örneğin, herbir bireyin etnik aidiyetinin kimlik kartında yazılması zorunluluğu getirildi ve güvenlik sektöründe daha savaşkan olduğu düşünülen Tutsiler tercih edildi.

Bu durum, toplumun bir kesimine diğeri üzerinde baskı ve hakimiyet icra etme olanağı tanıdığı gibi, ilk defa farklı toplumsal gruplar arasında iktidardan kaynaklanan rant üzerinden rekabet meydana getirdi ve nihayetinde sosyal aidiyetlerin etnik kimliklere dönüşmesine yol açtı.

Bahsekonu gruplar da kendilerine biçilen bu rolü, siyasi ve ekonomik güç devşirmede bir araç olarak kullanmak üzere benimsemeyi yeğlediler.
 

1.jpg
Sömürgecilik döneminde halkın etnik sınıflandırmaya tabi tutulma çalışmaları / Fotoğraf: Twitter


Üçüncüsü, bağımsızlık sonrası sömürgeci idarenin devreden çıkmasıyla etnik gruplar arasındaki siyasi ve ekonomik güç kavgası daha belirgin hale geldi.

İtibar ve meşruiyeti sömürge döneminde önemli ölçüde aşınan krallık, Hutular tarafından kendi çoğunluk yönetimlerini kurmanın önünde bir engel olarak görülürken, Tutsiler tarafından ise ülke yönetimini Hutulara bırakmamak için bertaraf edilmesi gereken bir risk olarak değerlendiriliyordu.

Nihayet 1966 yılında Tutsilerin kontrolündeki ordunun gerçekleştirdiği darbeyle kraliyetin feshedilmesi, orduya ilaveten diğer tüm devlet kurumlarının Tutsilerin kontrolüne geçmesine imkân tanıdı. 

Dördüncüsü, ortak tarih, etnik-toplumsal yapı, kültür ve dil gibi unsurlar dolayısıyla Burundi’nin ikiz kardeşi olarak nitelendirilebilecek Ruanda’da bağımsızlığının hemen öncesinde ve sonrasında yaşananların Burundi’ye ciddi yansımaları oldu.

Bu bağlamda Ruanda’nın 1962 yılında Hutu bir Cumhurbaşkanı idaresinde bağımsız olması, Burundi’deki Hutular nezdinde kendi yönetimlerini kurma ideali meydana getirdi.

Ruanda’daki gelişmelerden kendi “derslerini” çıkaran Burundi Tutsileri ise, her ne pahasına olursa olsun iktidarı elden bırakmamak gerektiğine kanaat getirdiler.

Bu da ülkedeki güç mücadelesinin bir ölüm-kalım meselesine dönüşmesine yol açtı. 

Nihayet soykırımın meydana gelmesinde dış “dış mihraklar”ın katkısına de değinmek gerekiyor.

Ancak bu katkının, kışkırtma veya tahrikten ziyade sessiz kalma ve tepki göstermeme şeklinde tezahür ettiği biliniyor.

Bu çerçevede Birleşmiş Milletler, askeri yönetim tarafından el konulan araçları katliamlarda kullanılmasına rağmen, cılız birkaç “endişe beyanının” ötesine geçebilecek tepki vermedi.

Afrika Birliği Örgütü ise üye ülkelerin “içişlerine karışmama” prensibine sadık kalarak, en az altı ay süren sistematik katliamlar boyunca Burundi yönetimini eleştiren açıklama dahi yapmamayı uygun gördü. 

Fransa’nın tutumunun ise, Ruanda’dakine benzer şekilde biraz farklılık arzettiğini belirtmek gerekiyor.

Çünkü ikili askeri yardım kapsamında ülkede bulunan Fransız pilotların, Hutuları hedef alan saldırılarda kullanılan uçakları uçurduğu biliniyor. 


Soykırımdan çıkarımlar

Öncelikle şu hususu tespit etmek gerekiyor: Hutu ve Tutsi etnik kimlikleri, sömürge yönetimleri tarafından belirgin hale getirilmiş olmakla birlikte, bu kimliklerin temellerini oluşturan sosyal tabakalanma sömürgecilik öncesinde de mevcuttu.

Bununla birlikte, bağımsızlık sonrasında Burundili elitler tarafından bu ayrımı temel alan politikalar benimsenmesi, ortak noktalardan ziyade farklılıkların on plana çıkarılmasına ve ötekileştirmelere/ayrımcılıklara yol açtı ve nihayet insan topluluklarının yek diğerine karşı irtikap edebileceği en büyük suç olan soykırımla sonuçlandı. 

İkinci olarak, soykırımda temel motivasyonun ise siyasi ve ekonomik güç elde etmek veya bu gücü korumak olduğu görülüyor.

Üçüncü olarak, 1972 Burundi soykırımının, tarihteki öncüllerine benzer şekilde devlet aygıtının kullanılması veya resmi otoritenin zımni onayı ve göz yummasıyla gerçekleştiği anlaşılıyor.

Bu bağlamda muktedirler tarafından tehdit olarak algılanan etnik (veya başka bir karakteri dolayısıyla farklı görülen) bir toplum kesimi, propaganda araçları kullanılarak ötekileştiriliyor/şeytanlaştırılıyor ve bu topluluğa karşı “mücadele”nin bir görev olduğu algısı oluşturuluyor.

Süreç içerisinde irtikap edilen suçların cezasız kalacağı düşüncesi, soykırıma katılan bireyleri cesaretlendirirken, üyelerinin büyük bir kısmı katledilen topluluğun gelecekte intikam almak için bilenmesine yol açıyor. 
 

2.jpg
Nkurunziza’nın ardından düzenlenen bir anma töreni / Fotoğraf: AFP / Tchandrou Nitanga


Nkurunziza’nın mirası

Böyle bir arkaplan üzerinden, son beş yıldır ülkeyi yöneten Burundi’nin müteveffa Cumhurbaşkanı Nkurunziza’nın görev dönemindeki icraatlarına baktığımızda, şahsi güç arzusunu, mensubu olduğu Hutu etnik grubunun mağdur edilmişlik algısıyla birleştirmek suretiyle toplumdaki etnik ayrılıkları daha da derinleştirdiğini söyleyebiliriz.

Nkurunziza’nın üçüncü dönem Cumhurbaşkanlığı adaylığına en büyük tepkinin Tutsilerin çoğunlukta olduğu bölgelerden gelmesi, asayişin sağlanması gerekçesiyle anılan bölgelerdeki Tutsilere karşı orantısız güç kullanılması ve yaklaşık 1700 kişinin hayatını kaybetmesi, ülkede etnik kimlikler arasındaki husumetin ortadan kalkmadığını göstermekle kalmıyor, gelecekte de benzer katliamların gerçekleşebileceğini ihtar ediyor. 

Neticede, 2018 yılından bu yana ülkesinin “ebedi yüce rehberi” olan Nkurunziza öldü, ama özellikle son beş yıldır kurduğu otokratik yönetim sistemi kendisiyle beraber toprak altına girmeyecek.

Çünkü mevcut koşullar gözönünde bulundurulduğunda yeni Cumhurbaşkanı Evariste Ndayishimiye’nin Burundi’ye yeni bir yörünge çizeceğini beklemek fazla iyimserlik olur.

Ancak her hâlükârda yapılması gereken, ülkede etnik ayrılıkları körükleyen politikalar, ifade özgürlüğü kısıtlamaları ve örgütlü/örgütsüz muhalefetin susturulması gibi uygulamaların en kısa zamanda ortadan kaldırılması ve gittikçe uzaklaşılan görece toplumsal barışa yeniden dönülmesi.

Ayrıca, Hutular ile Tutsiler arasında güven artırıcı önlemlerin hayata geçirilmesi, devlet yönetiminde tarafsızlığın kural ve şiar edinilmesi de elzem.

Aksi takdirde, biriken toplumsal husumetlerin ne zaman ve ne şekilde kırılacağı öngörülemeyen fay hatları gibi, er veya geç yeniden ortaya çıkarak büyük acılara ve toplumsal hafızada travmalara yol açabileceğini gözönünde bulundurmak icap ediyor.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU