Pek çok konu, tarihsel bağlamından koparılarak polemik konusu yapılmış durumda.
Bunlardan en popüler olanı da kuşkusuz bilim-din, iman-ateizm çatışmasının argümanına dönüştürülen evrim kuramı ve çevresinde oluşan tartışmalar ve polemiklerdir.
Oysa Kur’an’ın inşa ettiği, Müslüman'ın bu gibi konulardaki tavrı kendi dışında gelişen polemiklerde bir taraf olmak değil, öncelikle delillere ve bulgulara bakarak kendi özgün ve adil tavrını ortaya koymaktır.
Kur’an, akıl ve vahiy arasındaki dengeyi kurup kainat’ın okunması, araştırılması ve üzerinde derin düşüncelere dalınması gereken bir kitap olduğunu vaaz etmektedir.
Kur’an’ın inşa ettiği epistemoloji de bu sebeple inanç-bilim, iman ve akıl tam bir bütünlük oluşturur.
Akletmenin özünün ilahi oluşu, iman etmeninin de özünün akletmeye dayalı olduğu bu denge Tanrı, doğa ve insan ilişkisini ait olduğu yere oturtur.
Bu ahenk, gezegenin korunmasına, insanın yaşatılmasına/anlamlandırılmasına ve Tanrı’nın doğru anlaşılmasına sebep olur.
İşte bu bütünsel zihinle düşünen Müslümanlar, “ilim” dediklerinde fıkıhtan, zoolojiye, hadisten botaniğe, tefsirden arkeolojiye kadar tüm araştırmaları anlıyorlardı.
İslami düşüncedeki bu bütünlük, İslam alimlerini aynı zamanda iyi bir doktor, fizikçi, coğrafyacı vb uzman da yapıyordu.
Cabir b. Hayyan, uranyumun çekirdeğinin parçalanabileceği fikrinin sahibidir.
Hayyan, bin yıl önce şu tespitlerde bulunmuştu:
Maddenin en küçük parçası olan 'el-cüz'ü la yetecezza' da yoğun bir enerji vardır. Yunan bilginlerinin söylediği gibi bunun parçalanamayacağı söylenemez. Atom parçalanabilir. Parçalanınca da öyle büyük bir güç oluşur ki bir anda Bağdat'ın altını üstüne getirebilir. Bu, Allah-ü tealanın kudret nişanıdır.
Özellikle Abbasiler döneminde kurulan “Dar’ul Hikme” kurumu, Müslüman alimlerin özgür tartışma ve araştırma zemini olmuştu.
Modern kimyanın kurucusu, tıp ve mantık üstadı Cabir bin Hayyan, canlıların ve insanın üreme sistemine gerek kalmadan kendiliğinden meydana geldiği fikrini öne sürdü.
Benzeri teroiler İbn-i Sina, Fahreddin Razi, el-Harisi, İbn Ebi’l-Hadid, er-Ruhavi, İbn’un Nefis gibi ilim adamları ile İhvanu’s Safa gibi ekolleri ve ‘evrimci bir yaratılış’ öngören meşhur ‘Hayy Bin Yakzan’ kitabının yazarı İbn Tufeyl gibi düşünürleri de etkiler.
Nazzam ve Cahız’ın “evrim” kuramı
Bir kelamcı olan Nazzam (9'ncu yüzyıl) ise kozmolojik bir evrimci yaratılış teorisi ileri sürer.
Ona göre evren ve türlerin ilk tohumu mahiyetinde yaratılan ilk varlık, kendisinden sonra ortaya çıkacak tüm varlıklara kaynaklık etmiştir; bütün canlı türleri bir tek çekirdek varlıktan gelişerek meydana gelmiştir.
Nazzam, canlı türlerinin sürekli olarak bir halden başka hale geçtiği fikrini ortaya attı.
Biyolojik evrim teorisinin esas kurucusu ise 8 ve 9'ncu yüzyıllarda Basra’da yaşamış olan Nazzam’ın talebesi Cahız’dır.
‘Kitab’ul Hayevan’ adlı eseriyle bildiğimiz anlamda biyolojik evrim teorisinin temelini ortaya atar.
Buna göre, ilk çekirdek varlığın evrimiyle bir yandan kainat meydana gelmiş, buna paralel olarak ilk basit canlı türleri meydana gelmiş ve onların evriminden de silsilevi bir şekilde basitten komplekse doğru mertebe mertebe canlı türleri oluşmuştur.
Bu evrimin son halkasında da insan ortaya çıkmıştır.
Cahız’a göre “mutasyon” ve “doğal seçilim”
Cahız, günümüz evrimcilerinin kilit nokta olarak gördükleri mutasyon ve transformasyonu da kabul eder. Ona göre türler sabit değil, değişkendirler, dönüşürler.
Cahız, evrimin kilit taşlarından dönüşümü ya da günümüz tabiriyle mutasyonu uzun uzun açıklar ve çeşitli örneklerden yola çıkarak gerekçelendirir.
Cahız’a göre, kainatı yaratan Allah, onu ve canlıları sürekli evrimleşici mahiyette yaratmıştır.
XI. yüzyılda Gazne’de yaşayan ünlü Müslüman alim Biruni’de hem kozmolojik hem biyolojik evrimi savunur.
O da canlıların ortaya çıkışı ve evrim süreciyle çeşitlenip gelişmelerini Allah’ın iradesi ve yaratışının bir neticesi olarak görür.
Biruni, bu teoiye katkı olarak sun’i seçim ve tabiat ekonomisi fikirlerini ileri sürer.
Ona göre doğada her şeyin üreyip çoğalması ve evrimi ölçülü bir denge üzere olmakta bu da doğada tesadüfilik, başıboşluk ve israf olmayıp bir iktisatın olduğunu göstermektedir.
İslam’da evrimci yaratılış teorilerinin ayrıntılar için Prof. Dr. Mehmet Bayrakdar’ın kaleme aldığı “İslam’da Evrimci Yaratılış Teorisi” isimli eseri tetkik edilebilir (Otto Yay. Ankara 2018).
Bu süreçte Avrupa’ya hakim düşünce ise skolastik dogmatik düşünceydi.
Katolik Kilisesi imanı, aklın tam karşısına koymuş ve iman adına akılla savaşan bir yobazlığın bayraktarı olmuştu.
Özgür düşünce ve akletme çabasını baskı ve sindirme yöntemleriyle ortadan kaldırmaya çalışan Kilise, Kitab-ı Mukaddes’i literal olarak algılamakta ve bu zahiri okuyuşunu “sorgulatmamak” üzere dogmalar üretmekteydi.
Komşuları olan Müslüman ilim adamlarının yazdıkları eserlerin batı dillerine çevrilmesiyle birlikte dogmaya, Kiliseye ve bu üçünün ifadesi olan “din”e karşı gelişen ve Kilisenin Tanrısına karşı “insan”ı merkeze alan aydınlanmacılar İslam medeniyetinin birikiminden faydalandılar.
İslam’ın bütüncül dengesine sahip olamadıklarından başka bir aşırılığa kaymaktan kendilerini kurtaramadılar.
Maalesef İslam düşüncesinin altın dönemini oluşturan Daru'l Hikme dönemi, vahiy ve aklın birbirine rakipmiş gibi görülüp birbirinden ayrıştırılmasıyla birlikte kapandı ve İslami düşünce de içe kapanma ve çökme devresine girdi…
Batı’nın İslami bilgi mirasını kullanıp kainatı okuması, onun güçlenmesine ve egemen hale gelmesine yol açtı.
Buna karşılık İslam dünyası zindeliğini yitirdi, Ali Şeriati’nin kavramsallaştırmasıyla “kitap, mizan ve demir” de yani Kitab’ı Kur’ani rehberliği mizanı dengeyi ve adaleti ve demiri yani yeryüzü egemenliğini-gücü de gittikçe yitirmeye başladı.
Müslümanlar hristiyanlaşma eğilimine girdiklerinde hayatla dini, akıl ile vahyi birbirinden ayrıştırdılar.
Akıl ve naklin ayrıştırılması tevhidi bütünlüğün parçalanarak 'bilim' ve 'ilim'in birbirine yabancılaşmasını doğurdu.
Bu sebeple dindarlar kainat üzerine yapılan araştırmalara çekinceyle yaklaşmaya, bu araştırmaları yapanlar da dinselliğe soğuk davranmaya başladılar.
İşte bu süreç yukarıda örneklerini verdiğimiz araştırma ufkunu ve rahatlığını öldürdü.
Bu “Hristiyanlaşma”, yaratılış olgusunu da diğer müteşabihlerde/alegorik anlatımlarda olduğu gibi hristiyanlar gibi “lafzi/zahiri” olarak algılamaya başladılar, durağan bir evren algısının kabullenildiği bu tasavvur doğal olarak Allah’ı sebepsizce iş yapan hikmetinden sual olunmayan bir tanrıya dönüştürmüştü.
Sebep-sonuç ilişkisinin önemsizleştiği bu algıda kainatı araştırma, neden ve nasıl diye sormak ta gereksizdi.
Yapılması gereken şey nassları zahiren anlamak ve itaat etmekti. Araştırma, sorma, yasaların işleyişini sorgulama gibi şeylere artık gerek yoktu.
Bu sebeple Müslümanların yeni bir Dar’ul Hikme’si olamadı.
Avrupa’nın kendi özelinde tekrar dönelim. Batı’da Kilise’ye ve durağan-dogmatizme yani “din”e karşı verilen savaşım başarıya ulaştıktan sonra “bilimcilik” ideolojisi din karşıtlığı/sekülarizm üzerine inşa edildi.
Bu sebepledir ki muhatap alınan din, Kilise olduğundan Müslüman birikiminden alınan evrim kuramı kainatı anlama ve anlamlandırmada Kilise’nin tasavvurunu yıkan bir düzeneği ortaya çıkarıyordu.
İşte bu noktada evrim, Tanrı'nın yokluğunun ve yaratılış diye bir şey olmadığının ilanı olarak kabullenildi.
Evrim karşıtlığı da Kilise'nin savunduğu durağan kainat ve zahiri kitab-ı mukaddes yorumunun doğruluğunun ifadesi olmuştu.
Bu çatışma paradigma olarak şu düzleme oturdu:
“Evrim var o halde Tanrı yok / Tanrı var o halde evrim yok”
Bugün Batı dünyasında “yaratılışçılık” ve “akıllı tasarımcılık” akımları Kiliseler tarafından finanse edilmekte ve bu genel önyargılar üzerinden işlemektedir.
Özellikle ABD’de yükselen “evanjelizm” ve “yeni muhafazakarlık” Protestan, Presbiteryen, Mormon Kilisesi, Katolik ve Yehova Şahitleri gibi farklı Hristiyan grupların yayınlarıyla ve politik lobi faaliyetleriyle evrim tartışmasını bir “Tanrı savunusu” olarak devam ettirmektedir.
Türkiye’de konuyu gündemleştiren iki grup bulunmakta. Adnan hocacılar ve Nurcular.
Bu iki grup da genellikle Batı’daki hristiyan yayınlarını yeşil bir versiyonla tercüme etmektedir.
Her iki grubun da evrim düşmanlığının kaynağı 60’larda ABD’nin başlattığı kültür propagandasından kaynaklanır.
İlginç olan Nurcu grupların aksine, üstatları Said-i Nursi’nin söyleminde evrim karşıtlığına rastlanmamasıdır.
Risale-i Nur külliyatının tek parti eğitim politikasının ateist-pozitivist resmi ideoloji propagandasına tepki ve cevap olarak kaleme alınmasına ve bu propagandanın en önemli argümanının Darwinizm’in ateist yorumu olmasına rağmen risalelerde evrim eleştirisi ve reddiyesinin olmaması dikkate değer bir durumdur.
Zaman içerisinde Bahaeddin Sağlam gibi nurcu yazarların evrimi bir yaratılış tarzı olarak savunmasına olanak sağlayacaktır.
Durum karşı tarafta da çok farklı değildir.
Batı’da ve Batı'nın Türkiye’deki bayraktarlarında evrim kuramı, materyalizmin ideolojik argümanı olarak kullanılmaktadır.
Sosyalist ve kapitalist kanatlarıyla materyalistler, evrimi “ateizme kanıt” olarak yorumlamaktadırlar.
Oysa evrimin varoluşu ya da yokluğu tartışması ile Tanrı'nın varlığı tartışması iki ayrı kategori de iki ayrı paradigmada yapılması gereken tartışmalardır.
Bilimsel araştırma kainatın “nasıl” işlediğine cevap ararken, kainatın “kim” tarafından var edildiği ve “o varlığın kim olduğu” sorularına bilim cevaplar aramaz.
Bu soruları sorma ve cevaplama işi dindarların ve filozoflarındır.
Dindar bir bilim adamı nasıl sorusuna vereceği bilimsel cevabı, dinsel kimliğine göre “yorumlar”; işte bu durum dindarın bağ kurma çabasıdır.
Materyalistler de bir “din/dünya görüşü” sahibi olduklarından, kendi “materyalist imanları” ile yorumlamaktadırlar.
Örneğin Müslüman, yağmuru Allah’ın yağdırdığına iman eder. Bu imanı ise onu nasıl sorusunu sormaktan alıkoymaz.
Yağmurun ilk habercisi bulutlardır. Atmosferdeki su buharı yoğunlaşarak bulutları oluşturur. Yoğunlaşma ve buharlaşma.
Güneş ışığının etkisi ile her gün yüz binlerce metreküp su buharlaşarak atmosfere doğru yükseliyor. Ve yükseldikçe soğumaya başlıyor.
Öyle bir an geliyor ki su buharı ısının çok düşük olduğu bir bölgeye geliyor. Ve su sıvılaşarak yere düşüyor.
Allah’ın yağdırdığı yağmurun nasıl/hangi sünnete/yasaya bağlı olarak yağdığını bilmek, yağmurun Allah tarafından yağdırılmadığını ya da yağmurun sebepsiz, niçin Allah'ın emriyle yağdığı anlamına gelmemektedir.
Müslümanlar, doğadaki tüm süreçler, döngüler ve evrimsel dönüşümler için de bu açıdan bakarlar…
Allah neden pat diye insan yaratmıyor da sperm-yumurta buluşması ve ardından 9 aylık bir iç-evrimleşmeyi yasa olarak koymuş?
Allah neden bu denli canlı çeşitliliği ve uzay genişliğini yaratmış?
Bu sorular çoğaltılabilir. Müslüman’ın görevi "Allah yarattı işte!" deyip cevap vermemek değil, ilk asırlardaki bütünselliği kurup Allah’ın nasıl yarattığını da incelemek olmalıdır…
Peki, Charles Darwin’in son olarak ifade ettiği ve etrafında kıyametler kopartılan “evrim kuramı” nedir?
Müslümanlar, lehte ya da aleyhte konuyla ilgili fikir beyan ederken bu kuramı, işleyişi ne kadar bilmektedirler?
Ne kadar Hristiyan tepkileri dillendirmektedirler?
Evrim kuramı ne anlatıyor?
İslami bilgi birikiminde ortaya konan evrimci yaratılış teorilerini, Kilise’nin dogmatizmini ve bu dogmatizme savaş açan aydınlanmacıların İslami mirastan yararlanmalarını konu edinmiştik.
Özgün Müslüman düşünüşün “ya kırk katır ya kırk satır” misali dayatılan “ya evrimci materyalizm ya evrim düşmanı dindarlık” kısır döngüsünden farklı, başka bir okuma yapabileceklerini düşünüyoruz.
Evrim kuramının sahibinin materyalistler olmadığını; bir kuramın yanlış yorumlara alet edilmesinin, o kuramın yanlış olduğu anlamına gelmeyeceğini bilinmesi gerekir.
Ancak kendisi evrim karşıtlığını dini bir vecibe olarak telakki eden cemaatin yazarı olduğundan, bu haklı tespitini evrim karşıtlığını haklı çıkartmak için durağan evren ve statik yaratılış anlayışını da paylaşıyor.
Oysa evrimin, yaratılış planındaki yeri doğru anlaşılırsa Allah’ın her dem hayata yasalarıyla müdahalesi ve “yaratış” halinde olduğu gerçeği daha net anlaşılır.
Darwin, Türlerin Kökeni'nde şöyle der:
Başlangıçta bir veya birkaç biçime (Yaratıcı tarafından üflenmiş) hayata dair bu görüşte bir ululuk var.
Cemaleddin Afgani, yaşamın tümüne yayılan bu yaratıcı ruhu reddetmedikçe evrime olumlu yaklaşılabileceğini, evrimle değil materyalizmle mücadele edilmesi gerektiğini söyler.
Hatta evrim kuramının yaratılışı daha iyi anlamamıza yardımcı olacağını belirtir. (C. Afgani’nin Hatıraları, Mahzumi Paşa, Klasik Yay.)
Bu yaklaşımın tezahürlerini Afgani’nin öğrencileri Muhammed Abduh ve Reşid Rıza’ya ait olan el-Menar Tefsiri’nde de okumaktayız.
Kilise’den bağımsız şekilde düşünebilen ender isimlere de rastlayabiliyoruz.
Örneğin Türkçe’ye “İnsanın Tabiattaki Yeri” (İst. İşaret Yay. İnsanın Tabiattaki Yeri (La Place de l’Homme dans la Nature) başlığıyla çevrilen kitabıyla din-evrim ilişkisini inceleyen arkeolog rahip Teilhard de Chardin’i görüyoruz.
İnsan Genom Projesi’nin başkanı Francis S. Collins, dünyanın önde gelen bilim adamlarından biri.
Hayatın şifresi sayılan DNA çalışmalarının en ön saflarında yer alan Collins, dindar bir Hristiyan olmakla beraber “Tanrı’nın Dili” kitabında evrimin yaratılışın yöntemi olduğunu ifade eder.
Collins, tanrıtanımazlıktan genç-dünya yaratılışçılığına, bilinmezcilikten 'akıllı tasarım'a kadar geniş bir yelpazeye yayılmış görüşleri ele alır ve bunları reddeder.
Bunların yerine, etkin ve sevecen Tanrı’nın insanlığı evrimleşme süreçlerini kullanarak yarattığına ilişkin yeni bir sentez, yeni bir düşünce kalıbı öne sürer.
Yorum ve kuramı ayrıştırmak
Evrimsel yaratılış düzeneğinin işleyişi konusunda Charles Darwin’in ortaya koyduğu bilimsel kuram konusunda popüler ve yüzeysel bilgilerin ötesinde maalesef bugün Müslümanların fazla bilgisi bulunmamaktadır.
Çoğu zaman evrim kuramıyla ilgisiz, kimi iddialar ya da evrim kuramı etrafında üretilmiş şehir efsaneleri tekrarlanmaktadır.
Oysa ifade edilen şeyin ne olduğu tam anlaşılmadan yapılan reddiyeler de dini bir vecibe aşkıyla ortaya konmaktadır. Oysa kuram ve o kuramın yorumlanması ayrı şeylerdir.
Kuram (teori), edinilen bulgulara ve kanıtlara dayanılarak ortaya konan bir düzenek tezi, değerlendirme iken kuramın yorumu bu kuramdan yola çıkarak dini, felsefi ve sosyolojik çıkarımlarda bulunmak kuramdan hareketle öznel yorumlarda bulunmaktır.
Bu açıdan baktığımızda evrim bir kuram, materyalist yorumun neticesi olan Sosyal Darwinizm, Faşist Darwinizm, Marksist ya da Anarşist Darwinizm ise bu kuramın yorumlanma biçimidir.
Aynı kuramı Müslümanlar ile Chardin ve Collins gibi Hristiyanlar ise kendi paradigmalarına göre değerlendirmektedirler.
Şimdi isterseniz evrim kuramının ve bu kuramın yorumlarının ne dediğine bakalım:
Evrimin mekanizmasınının anlaşılmasında ve açıklanmasında bugün geçerli olan bilimsel sentez, İngiliz doğabilimci Charles Darwin tarafından 1859'da ortaya atılmış olan evrim kuramı üstüne kuruludur.
Darwin, organizmaların evrim sonucu ortaya çıktığını ve organizmaların göz, kanat, böbrek gibi belirli bir amaca hizmet eden organlara sahip olmalarının yine evrimin bir sonucu olduğunu ileri sürdü.
Bu iddiası temelde doğru olmakla birlikte eksikti. Darwin, kuramını doğal seçilim adını verdiği sürece dayandırıyordu.
Ona göre türdeşlerine göre daha çok işe yarar özelliklere sahip olan canlılar (örneğin daha keskin görüşe sahip olanlar ya da daha hızlı koşanlar) hayatta kalma yarışında avantajlı duruma geçiyor, bu nedenle soyunu devam ettirme şansını artırıyordu.
Darwin 1831-1836 yılları arasını, işi gereği, dünyanın farklı bölgelerine seyahat ederek geçirmişdi. Bu yıllarda aklında bir tür evrim kuramı şekillenmeye başladı.
Beagle Gemisiyle farklı bölgelerde geçen 3 yıl sonunda, evrim teorisine en çok katkıda bulunacak yer olan Galapagos Adalarına vardı.
Bu adalardaki doğal yaşamı ve canlıları, Güney Amerika'dakiler (anakara) ile kıyasladı ve o dönem için şaşırtıcı bazı bağlantıları keşfetti.
Darwin burada, "başarılı nesiller sonunda, yeni bir türün, halihazırdaki bir türden yavaşça farklılaşarak oluştuğu" kanısına vardı.
Doğal seçilim adını verdiği bir işlem sonucunda bu değişimlerin ortaya çıktığına inanıyordu:
Darwin'in bu teorisi 3 ana temel üzerine oturmuştur:
- Bir canlı popülasyonunda çeşitli karakteristikler mevcuttur ve bu değişken karakteristikler popülasyondaki bireyler tarafından yeni doğanlara aktarılır.
- Canlılar ölenlerin yerine geçecek sayıdan daha fazla yavrularlar.
- Ortalamada popülasyon rakamları genelde sabit kalır, hiçbir popülasyon sonsuza kadar büyüme göstermez.
Canlılar gezegende oluşan değişimlere göre kendi yapıları da değişiyordu.
Bu değişimde hayatta kalma mücadelesi doğal seleksiyon (seçilim) ve karşılıklı yardımlaşma gibi faktörlere göre devam ediyor.
Bu durum Darwin’in elde ettiği bulgular ve gözlemleri düzenli biçimde açıklamasıydı.
Ortaya konan bu açıklama tarzı Kilise'nin durağan yaratılış dogmasını sarsıyordu.
Evrimi sürdüren üç temel süreç vardır; 'doğal seçilim', 'genetik değişim' ve 'karşılıklı yardımlaşma'.
Bu süreçlerin ilki olan doğal seçilim, bulunduğu ortama en iyi uyum sağlayan bireylerin hayatta kalmasını ve kendi genlerini yavrularına aktarmasını, diğer bireylerin ise üreme şansı bulamayıp genlerinin ortadan kalkması sonucunu doğurur.
Doğal seçilim ile hayatta kalmaya yardımcı olan yeni özellikler sağlayan mutasyonlara sahip bireyler hayatta kalarak popülasyonda baskın hale gelir, hayatta kalma şansını azaltan mutasyonlara sahip bireyle ise yok olur.
Bu sayede sonraki nesildeki bireyler, atalarından aldıkları genler sayesinde ortama daha iyi uyum sağlar ve hayatta kalmakta daha başarılı olurlar.
Hayatta kalmada başarılı olmanın yani seçilimde kazanmanın en temel unsuru da karşılıklı yardımlaşma/dayanışmadır.
Canlılar bu uyum süreci ile yaşamakta ve çeşitlenmektedir.
Rus anaşist teorisyen ve doğabilimci Kropotkin, canlılar arasındaki karşılıklı dayanışmanın özellikle sosyal darwinistlerce gözardı edilerek kainattaki sistemin güçlü-zayıf çatışmasındaki bir gladyatörler arenası gibi algılandığını oysa evrimsel sürecin karşılıklı dayanışma ve yardımlaşma faktörünün de var olduğunu anlatır.
Yaptığı gözlemleri paylaşarak Sosyal Darwinizm‘in ve ilerlemeci tarih anlayışının yorumlarının yanlış olduğunu ortaya koyar.
Bkz. “Karşılıklı Yardımlaşma” (Mutual Aid: A Factor of Evolution) Çev. Dominik Pamir İst. Kaos Yay. )
Prof. Dr. Cemal Yıldırım’ın ifadesine göre ise;
Normal olarak evrim uyum sağlayıcı bir süreçtir. Evrimle oluşan organizmaların çevrelerine ve yaşam koşullarına, çoğu kez inanılmaz bir incelik ve beceriyle uyum sağladıklarını biliyoruz. Görünüre bakılırsa, uyum kurma amaçlı bir davranıştır.
Biyolojik evrimin en basit tanımı, değişerek türemedir.
Bu tanım hem küçük ölçekte evrimi (yani bir popülasyonun içinde gen sıklıklarının nesilden nesile değişmesini) hem de büyük ölçekte evrimi (yani aradan bir çok nesilin geçmesiyle ortak bir atadan farklı türlerin türemesini) kapsar.
Evrim yaşamın tarihini anlamamızı sağlar. Biyolojik evrimde temel fikir, dünya üzerindeki bütün yaşamın ortak bir atası olduğudur.
Tıpkı sizin büyükannenizin kuzenlerinizin de büyükannesi olması gibi...
Canlı varlıklar dış şartlara göre üç ana dala ayrılmıştır.
Yaşam ağacı denilen bu üst gruplandırma şöyle isimlendirilir:
- Bakteriler
- Ökaryotlar
- Arkeler
Bakteriler tek hücreli mikroorganizma grubudur. Ökaryotlar ise (Latince: Eukaryota), hücrelerinin yapısından dolayı beraber gruplandırılmış bir canlılar grubudur.
Bitki, hayvan ve mantar hücreleri ökaryotturlar. Bakteriler gibi arkaeler de çekirdeği olmayan tek hücreli canlılardır, yani prokaryotlardır.
İlk tanımlanan arkaeler aşırı ortamlarda bulunmuş olmalarına rağmen sonradan hemen her habitatta raslanmışlardır.
Bulunan tarihsel bulguların karşılaştırılması ve bu bulgulardan alınan DNA/RNAların üzerinde yapılan araştırmalara göre dünyadaki çok sayıdaki yaşam biçimi, evrimsel sürecin bir sonucudur.
Tarihin Kambriyen döneminde hayatın oluşmasını sağlayan elverişli ortamda ilk yaşam suda/denizlerde oluşmaya başlamıştır.
Prof. Dr. Ali Demirsoy “Kalıtım ve Evrim” isimli eserinde yaşamın başlangıcına dair şu bilgileri vermektedir:
Dört milyar yıl önceki koşullar, bir sürü basit molekülün yanı sıra büyük bir olasılıkla ilk olarak 16; daha sonra 20 amino asitle, sitozin (S), guanin (G), adenin (A) ve urasil (U) adı verilen bazların sentezlenmesini gerçekleştirmiş olabilir. İlkel atmosfer taklit edilerek gerçekleştirilen laboratuvar deneylerinin çoğunda, bu amino asitler ve bazlar, inorganik maddelerden kendiliğinden sentezlenerek elde edilebilmiştir. Koşulların değişimiyle ortaya çıkan ürünler de değiştiğinden, farklı birçok amino asitin sentezi aynı yolla gerçekleşmiştir.
Tüm canlılar, ortak atalardan geldikleri için akrabadırlar. İnsan ve diğer tüm memeliler, yaklaşık 150 milyon yıl önce yaşamış sivrifaremsi bir canlıdan evrimleşmişlerdir.
Memeliler, kuşlar, sürüngenler, iki yaşamlılar ve balıkların ortak atası 600 milyon yıl önce yaşamış su solucanlarıdır.
Tüm hayvanlar ve bitkiler, yaklaşık 3 milyar yıl önce yaşamış bakterimsi mikroorganizmalardan türemişlerdir.
Biyolojik evrim, canlı nesillerinin ortak atadan değişerek türeme sürecidir. Yeni nesiller, eski nesillere göre farklılıklar taşırlar ve ortak atadan uzaklaştıkça çeşitlilik artar.
Evrimsel çeşitlenme: Bilinçli bir süreç
Evrimsel süreç bu noktada tesadüfi değildir. Materyalistler ise bu sürecin tesadüfi/kendiliğinden olduğun şeklinde yorumlarlar.
“Yaratıcı Evrim” adlı kitabında Materyalist Darwinciliğin mekanik yorumsamasına karşı çıkan filozof Henri Bergson’dur:
Nasıl olur da sonsuz denecek kadar çok birtakım küçük varyasyonlar, eğer bu varyasyonlar salt raslantı ise, evrimin birbirinden bağımsız iki kolu üzerinde aynı planı izlesin? Evet, nasıl olur da tek tek alındığında hiçbir işe yaramayan birtakım varyasyonlar iki kolda da doğal seleksiyonla aynı sıra veya düzende korunarak biriktirilmiş olsun?
Bergson’un bıraktığı yerden biz devam edelim.
Doğal seleksiyonla aynı düzende korunarak biriktirilen şey bilinçli bir planın tasarlanan bir düzeneğin işlemesinin sonucudur.
Darwin’in “yaratıcı tarafından üflenen ruh” dediği şey işte budur.
Ayrıca Murat Belge’nin de haklı olarak ifade ettiği üzere; "Varlıkta, 'Herkes değişecek' diye bir kural yok, böyle bir emir verilmemiş."
Değişim, varoluşun toplam koşullarından birinde, sözgelişi iklimde, bir şeylerin değişmenin yeni koşullar üretmesi sonucu bir zorunluluk olarak çıkar. Karınca gibi bir tür, çevresindeki koşullarla uyum sağlamışsa –ki belli, sağlamış- bir 'mutasyon' geçirmesine de gerek olmaz….
'Felsefi' boyutu da olan bir nokta. Hayat ve dış koşulların beni değişmeye zorladığı anda, benim belirlenmiş bir yapım var; dolayısıyla, nasıl bir değişimden geçeceksem, bu benim varolan yapımın bir bölümünün uğrayacağı bir değişimdir ve bünyemde bunu gerçekleştirecek bir potansiyel olmalıdır.
Örneğin koşullar beni havada uçmaya zorluyorsa, bunu yaptıracak şekilde kullanacak, kullanmaya yatkın organlarım olmalı. Zaten ancak böyle organlarım varsa (ya da, bedenim, bu eylemi yapacak kadar hafifleyebiliyorsa), bunlar kanata dönüşebilir vb.
Şimdi, felsefî-epistemolojik soru şu:
Evrilmek için gerekli potansiyel zaten evrilen canlının evrim öncesi yapısında varsa, evrim onun kendini gerçekleştirmesi olarak mı anlaşılmalıdır?
Yani, evrimin sonucu diye gördüğümüz şey, aslında öngörülmüş bir amaç mıdır?
Böyleyse, bu da bir teoloji (amaçlılık) anlayışı getirir.
Evrimin kanıtları: Dün ve bugün
Peki, bu çeşitlenme kuramı neden bilim insanları arasında bu denli güçlü bir kuram olarak kabul görmüştür?
Çünkü Darwin’in Galapagos seyahatinin ardından geçen yıllar boyunca bulunan her yeni bulgu Darwin’in içinde yaşadığı kültürel ortamdan ve bilgi düzeyinden çok daha farklı olmasına rağmen onun kuramını destekler biçimde kanıtlar ortaya koymuştur.
Evrim kuramını güçlendiren bulgular tarihten günümüze ulaşan fosillerde kendini göstermektedir.
Ayrıca bu fosiller üzerinde yapılan DNA araştırmaları ve DNAlar arasındaki karşılaştırmalar da önemli veriler sağlamaktadır. Evrim bugün de devam etmektedir.
Bu sürecin günümüzde bizzat yapay müdahalelerle de oluştuğunu gözlemleme imkanına sahibiz.
Örneğin yapay seçilim…
Darwin ve Wallace'tan uzun zaman önce çiftçi ve yetiştiriciler, bitki ve hayvanlarının özelliklerinde yıllar içinde önemli değişiklikler yapmak için seçilim fikrini kullanıyorlardı.
Çiftçi ve yetiştiriciler sadece istenen karakterlere sahip bitki ve hayvanların üremesine izin vererek çiftlik hayvanlarının ve tarım bitkilerinin evrimine neden oldular.
Bu sürece yapay seçilim denir çünkü hangi organizmanın üreyeceğine doğa yerine insanlar karar verir.
Çiftçiler, yaban hardalının belirli özelliklerini yapay olarak (kendileri) seçerek bugün bildiğimiz birçok tarım ürününü geliştirmişlerdir.
Oysa bu tarım ürünleri daha önce “yaratılmamışlardı”… Brokoli, karnabahar, lahana ve kıvırcık lahana türleri bu evrimin sonucudur…
Hepsi ortak ataları olan yaban hardalı bitkisinin çifçilerin müdahaleleri sonucu ortaya çıktılar.
Yine bugüne dair bir kanıt köpeklerin ve kedilerin evrimidir. Köpekler özel eğitimlerden/evcilleştirmeden geçirilerek kurtlardan evrimleştirilmiştir.
Binlerce yıl önce köpekler yoktu. Fino ya da Terrier köpekleri ise hiç yoktu…
Oysa insanların evrimsel sürece katkılarıyla kurtlardan köpekler köpek türü içinde de özel çiftleştirmelerle farklı alt köpek türleri evrimleşti… Aynı durum kedi türleri için de geçerlidir.
Wisconsin Üniversitesi’nden Jeffrey McKinnon, 2004 yılında dikenli balıklarla (Gasterosteus aculeatus) gerçekleştirdiği deneyler sonucunda, reprodüktif izolasyonun beden boyu üzerinde etkili olduğunu gösterdi.
Araştırma Alaska, British Columbia, İzlanda, İngiltere, Norveç ve Japonya sularındaki balıkların çiftleşmelerine dayanıyor.
Moleküler analizlerle denizlerde yaşayan öncülerinden gelişen akarsu balıkları veya okyanusta yaşayan ama yumurtlamak için tatlı sulara geçen balıklar incelenmiş.
Bu tür göçer balıkların bedenleri akarsularda yaşayanlardan daha büyük. Balıklar aynı boyda balıklarla çiftleşmeyi tercih ediyorlar.
Bu da farklı akarsu tipleri ve bunları yakınları arasındaki reprodüktif izolasyon üzerinde olumlu etki yapmakta.
Biliadamı Losos ve arkadaşları deneylerini altı küçük Bahama adasında gerçekleştirirken ilk önce küçük Anolis kertenkelelerini (Anolis sagrei) toplamış ve ölçüp işaretledikten sonra serbest bırakmışlar.
Daha sonra ise yırtıcı Leiocephalus carinatus kertenkelelerini de bu adalara bırakmışlar. Altı ila on iki ay sonra kaç tane Anolis kertenkelesinin hayatta kaldığı araştırılmış.
Bu şekilde av durumundaki kertenkelelerin ilk önce uzun bacaklara sahip oldukları ancak daha sonraları bacakların kısaldığı görülmüş.
Sonuçlar davranışların çevreye uyum esnasında evrimsel değişimi göstermesi açısından önem taşıyor.
Charles Darwin, Galapagos adalarına geldiğinde birbirlerine çok benzeyen ama gagaları farklı olan ispinozlarla karşılaşmıştı.
Yer ispinozlarının gagaları derin ve geniş, kaktüs ispinozlarınki uzun ve sivri, ötücü ispinozlarınki ise ince ve sivriydi ki bunlar farklı beslenme alışkanlıklarını yansıtıyordu.
Darwin, tüm ispinozların kökenin adaya göçen ortak bir ataya uzandığını düşünüyordu. Sonuçta Galapagos adasındaki ispinozlar, Amerika kıtasının güneyinden biliniyordu.
Darwin’in ispinozları bu açıdan, doğal ayıklanmanın ortak bir atadan, çeşitli ekolojik nişlerde ne şekilde farklı biçimler yarattığını gösteren klasik bir örnektir.
Gaga biçimindeki değişimde hangi genetik mekanizmaların işlediğini bulmak isteyen Harvard Üniversitesi araştırmacısı Arhat Abzhanov, 2006 yılında yayımlanan araştırmasında çeşitli türlerde gaga biçimiyle ilişkili olan çok değişken olan genleri aramış.
Abzhanov ve ekibi bu arayış sonucunda kalsiyum dengesinde de önemli bir rol oynayan kalmodulin (calmodulin) proteinini bulmuşlar.
Bu protein farklı biçimlerin ve boyutların gelişmesinden sorumludur. Araştırmacılar sonuçlarını kanıtlamak için yavru ispinozları genetik değişimden geçirerek kalmodulin seviyesini yükseltmişler.
Bu şekilde yavruların gagaları uzamış. Bu deneylerle aynı zamanda gaganın genişliği ve derinliği gibi çeşitli özelliklerin genetik düzlemde ayrı ayrı işlendiği de anlaşılmış.
Sonuçlar Darwin’in ispinozlarındaki farklı gaga biçimlerinin, kalmodulin etkinliğindeki değişimlere bağlı olduğunu göstermekte. (Abzhanov, A. et al. Nature 442, 563–567 (2006).)
Tüm bu gözlemlere bir de olumlu mutasyon örneklerini de ekleyebiliriz. Bilindiği üzere Mutasyon üçe ayrılıyor. Olumlu, Olumsuz ve Nötr.
Evrim karşıtları sadece olumsuz mutasyon örneklerini göstermektedirler. Oysa Bakterilerdeki antibiyotik direnci bir mutasyon örneğidir.
Yakın çağda antibiyotikler, yani bakterilerin belli karakteristiklerini hedef alan ilaçlar, çok popüler oldular.
Bakteriler hızla evrildikleri için antibiyotiklere karşı direnç geliştirdiler. Böcekler ve böcek ilaçları arasındaki durum bakterilerle antibiyotikler arasındaki duruma benzer.
Böcek ilaçları, böcekleri öldürmek için yaygınlıkla kullanılır. Buna karşılık, böcekler de böcek ilacına karşı bağışıklık kazanmak için hızla evrilirler.
Labaratuvarda Naylon yiyen bakteriler geliştirilmiştir. Damar tıkanıklığı, modern besinler ve yaşam biçimleri tarafından üretilmiş yakın çağın başlıca hastalıklarından birisidir.
İtalya’da Milano yakınlarında, atalarından birinin talihli bir mutasyon mirası sayesinde damar sertliğine yakalanmayan bireyleri olan bir topluluk vardır.
Ayrıca Aids virüsü olan HIV virüsü evrimleşerek güçlenmekte ve direnci kuvvetlenmektedir.
Günümüze ait diğer kanıtları Tavukların uçamadıkları kanatlarında, insanların kuyruk sokumlarında ve erkeklerin işlevsizleşmiş memelerinde de gözlemleyebilmekteyiz…
Ne, ne zaman oldu? Nasıl bilebiliriz?
Berkeley Üniversitesi’nin hazırladığı “Evrimi Anlamak” metninde bu konuda şu bilgiler yer almaktadır:
Yaşam 3,8 milyar yıl önce başladı, böcekler 290 milyon yıl önce çeşitlendi, insan ve şempanze soyları ise birbirlerinden yalnızca 5 milyon yıl önce ayrıldılar.
Peki, bilim insanları bütün bu olayların ne zaman olduğunu nasıl ortaya çıkardı?
Böyle önemli evrimsel olayların tarihlerini belirlemek için bilim insanlarının kullandığı birçok yöntem vardır. Bu yöntemlerden bazılarını şunlardır:
Radyometrik tarihleme: Bilim insanları kayalar ve diğer maddeleri, içerdikleri doğal radyoaktif maddelerin zamanla bozunmalarından yola çıkarak tarihlendirirler.
Katmanbilim: Bu bilimdalı, yeryüzündeki katmanların üstüste dizilişlerinden yola çıkılarak olayların kronolojik bir sıraya koyulmasına yardımcı olur.
Moleküler saatler: Bilim insanları canlıların günümüzdeki genetik farklılıklarından yola çıkarak iki soyun birbirinden ne zaman ayrıldığına ilişkin öngörülerde bulunabilirler.
Özetlersek evrim kuramı, tüm canlıların suda canlandığını ve türediğini, değişen şartlara uyum sağlayan canlıların zamansal süreç içinde çeşitlenmeler yaşandığını bulgulara ve canlılar arasındaki yapısal ilişkilere dayanarak düzenli bir işleyişin olduğunu ifade etmektedir.
Makro evrim, büyük patlama ile başlayan ve tüm kainatta devam edegelen sürekli dönüşümdür.
Bu dönüşümün dünya tarihi özelindeki gelişimi Kambriyen döneminde “öz-canlılar”dan tıpkı bir tohumun yeşermesi gibi canlıların çeşitlenmesi ve bu çeşitlenen üst türlerin dış ve iç faktörlere binaen değişim geçrierek çeşitlenmeyi devam ettirmesidir.
Bu çeşitlenme mutasyon ve seçilim yoluyla yeni alt türlerin oluşmasına sebep olmaktadır.
Konu uzun ve ayrıntılı olduğundan "İnsanın evrimi ve İslam’ın konuya bakışı" konusunun diğer yazımıza bırakalım.
Selam ve dua ile…
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish