Türkiye’de bir muhalefet söylemi olarak demokrasi, âdem-i merkeziyetçilik ve batı ile ilişkiler

Rıfat Özcan Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AA

Osmanlı-Türkiye modernleşme tarihi söz konusu olunca birbirinden farklı bakış açıları söz konusudur.

Özellikle iki devletin birbirinin devamı olup olmadığı ya da cumhuriyetin kuruluşunun bir kopuş olup olmadığı hep tartışılagelmiştir.

Bu tartışmaları iki ana hatta toplayabiliriz: Kopuş (çatışmacı) paradigması savunucuları ve intibak paradigması savunucuları.

Kopuş paradigması savunucuları arasında Bernard Lewis -ve öğrencisi Feroz Ahmed- Tarık Zafer Tunaya, Niyazi Berkes gibi isimleri sayabiliriz.

Bu isimler özellikle 19'uncu yüzyılda modernleşme ile din ve devlet arasında bir çatışmanın söz konusunu olduğunu ve hilafetin ilgasıyla çatışmanın son bulduğunu savunurlar.

Temel olarak Osmanlı Devleti ve Türkiye arasında radikal bir ayrım görürler.

Onlara göre, cumhuriyetin kuruluşu ile 19'uncu yüzyıldaki çatışma bitmiştir, bu durum topluma bir devrim olarak lanse edilmelidir.

Din ile ilgili Türkçeleştirme hareketlerinde Martin Luther’e, hilafetin ilgasında ise Fransız devrimine benzetmeler söz konusudur.

İntibak paradigması yani daha çok devamlılığa dikkat çekenler, neden-sonuç ilişkisi perspektifinden bakan isimlerdir.

Erik Zürcher, Dankwart A. Rustow, Kemal Karpat ve Şerif Mardin bu paradigma çerçevesinde sayılabilecek isimlerdir.

Her alanda kopuşa değil, sürekliliğe vurgu söz konusudur. Din bir çatışma unsuru olmaktan ziyade, Şerif Mardin’in de belirttiği üzere “dindar birey olduğu gibi kamusal alanda da görünür olabilir” şeklinde tahayyül edilir.

Tarihsel arka planın ardından Osmanlı modernleşmesinden bugüne bazı benzerlikleri ve özellikle Cumhuriyet sonrası dönemdeki benzerlikleri ele almak istiyorum.

Rustow, Osmanlı-Türkiye modernleşmesini kasılma ve rahatlama dönemleri olarak okumaktadır.

Söz gelimi, II.Abdülhamid döneminin büyük bir kısmı 1913 sonrası İttihatçılar, 1925-1950 arası tek parti dönemi ve darbe dönemleri kasılma dönemleri olarak sayılabilir.

Aynı döngüyü son döneme uyarlarsak, 1990’lar bir kasılma dönemi olarak ele alınabilir. 

2002 ile 2010’ların başına kadar geçen süreç yine bir rahatlama dönemi olarak düşünebilirken sonraki dönemler için yine bir kasılma dönemi olduğunu söyleyebiliriz.

Bu döngüyü takip ederek önümüzdeki günlerde yeni bir rahatlama döneminin yine geleceğini öngörebiliriz. 

Osmanlı döneminde yaşananlara baktığımız zaman II. Mahmut’un tahta çıktığı ilk dönemde Yeniçeri ve Ulemaya karşı zayıf bir konumda olduğunu ancak zaman içinde gücü eline almayı başardığını görürüz. 

II. Mahmud tahta çıktığı ilk döneminde daha uzlaşmacı bir tavır içindeyken sonraki dönemlerde dünyanın da gidişatına bağlı olarak sert merkezileşme adımları atmıştır.

Birçok tarihçi ve düşünüre göre II. Mahmud, Osmanlı’nın II. kurucusudur.

Yine benzer şekilde II.Abdülhamid tahta çıktığı ilk dönemde meclisin açılmasına razı olurken (dolayısıyla bir ölçüde -merkezi gücün- dağılmasını sağlarken) sonraki dönemde çıkan ilk fırsatta meclisi kapatmıştır.

Bunun akabinde ironik bir şekilde, II. Abdülhamid’e karşı gelen İttihatçılar yönetimi ele geçirdikleri ilk dönemlerinde serbest seçimlerin yapıldığı, siyasal parti ve derneklerin kurulduğu, her kesimin dergi ve gazete çıkarabildiği bir özgürlük dönemi sağlamışken zaman içinde daha da sertleşen ve adeta bir diktatörlük haline gelen otoriter bir yönetim sergilemişlerdir. 

İlk meclisin kurulduğu 1920 ile 1925 arasında geçen süreci bir rahatlama dönemi olarak tanımlamamız mümkünken 1925- 1950 arasındaki sürecin oldukça net bir şekilde bir kasılma dönemi olduğunu görürüz.  

Bu dönemde, saltanat ve hilafet kaldırılmış, Takrir-i Sükûn çıkmış, İzmir Suikastı davası ile muhalifler saf dışı bırakılmıştır.

Ve 1927’ye gelindiğinde, Mustafa Kemal Atatürk artık Nutuk’u okumaya dolayısıyla 1919-1927 arasındaki resmi tarihi de belirlemeye hazırdır. 

Cumhuriyet inkılaplarının büyük bir kısmının 1925 yılından sonra gerçekleştiğine dikkat çekmek istiyorum.

Hilafet ve saltanatın kaldırılması dışındaki toplumsal değişimin en büyük devrimleri bu tarihten sonraya denk gelmektedir.

Özellikle 4 Mart 1925’te çıkan Takrir-i Sükûn Kanunu ile idareye olağanüstü yetkiler verilmiş ve devrimler için uygun ortam hazırlanmıştır.  

28 Kasım 1925 Şapka Devrimi, 1 Mart 1926 Türk Ceza Kanunu, 17 Şubat 1926 Medeni Kanun, 1 Kasım 1928 Harf Devrimi gibi devrimler bu dönemde yürürlüğe girmiştir.

Sonuç olarak bütün bunlar ve sonraki politikalarla bir ulus devlet projesinin adım adım hayata geçirildiğini görmekteyiz.

İlerleyen yıllarda yani 1950-1954 arası bir rahatlama, 1954-1960 arası adım adım bir kasılma dönemi olmuş ve 27 Mayıs Darbesi bütün bunlar üzerine gelmiştir.  

Turgut Özal ile başlayan rahatlama dönemi kendisinin ikinci dönemi ile tekrar kasılma emareleri göstermiştir. Tarihsel süreç 1990’larla birlikte yerini tekrar bir kasılma dönemine bırakmıştır.


AK Parti döneminde rahatlama ve kasılma anları

2002’de AK Parti iktidara geldiği zaman bütün bu yükler adeta sırtındadır. Ki, tarihsel döngü gerçekleşmek üzere kendisini beklemektedir.

1980’lerden beri ve özellikle 1990’larda İslami camia içinde yükselen demokratik tutum, 1994 Refah Partisi Kongresi ile vücut bulmuştur.

Burada var olan ruhun devamı olarak AK Parti 3 Kasım 2002’de iktidara taşınmıştır.

AK Parti iktidar olduğu ama muktedir olamadığı ilk yıllarında kendine alan açmak için Avrupa Birliği ile müzakereler yürütmüş, demokrasi söylemi ve âdem-i merkeziyetçilik gibi politikaları savunagelmiştir.
 

sukruhanioglu.jpg
Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu


Şükrü Hanioğlu’nun 2017’de yazdığı “Bir muhalefet söylemi olarak demokrasi” yazısının, tartışmamızın bundan sonraki kısmı için bugünü anlama adına oldukça önemli olduğunu düşünüyorum. 

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

2000’li yıllarda AK Parti ve CHP politikalarını ele aldığım bir önceki yazımda da Hanioğlu’nun söz konusu yazısınaatıf yapmıştım.

AK Parti döneminde alınan iki mahkeme kararı üzerinden rahatlama ve kasılma dönemlerini ele alabileceğimizi düşünüyorum.


2007: Anayasa Mahkemesi’nin 367 Kararı

2007 yılında AK Parti’nin Cumhurbaşkanı adayı gösterdiği Abdullah Gül, asker ve toplumun belirli bir kesimi tarafından “sözde laik” söylemiyle yaftalandı.

AK Parti’nin ve içinden çıktığı siyasi geleneğin Cumhurbaşkanlığı Seçimi için ilk kez aday gösterebildiği bir isim olan Abdullah Gül’ün seçilmesinin önüne geçilmesi için her türlü imkan seferber edildi.
 


Cumhuriyet Mitingleri ile muhalif kesim harekete geçirilmiş, siyasi alanda özellikle CHP bu söylemin taşıyıcılığını yapmış, hukuki alanda da hukuk tarihimize geçen 367 Kararı alınabilmiştir.

Bütün bunlara karşı AK Parti, erken seçim restini çekmiş ve 22 Temmuz Seçimleri’nde yüzde 47 oy ile 2002 Seçimleri’nin çok üstünde bir halk desteğiyle giriştiği mücadeleden kazanarak çıkmıştır.

Ve böylece Abdullah Gül, Cumhurbaşkanı seçilmiş, aynı yıl ekim ayında yapılan referandum ile Cumhurbaşkanlığı seçiminin halk tarafından seçilmesi teklifi yüzde 70’e yakın bir oy ile kabul edilmiştir. 
 

abdullah Gül.jpg
Abdullah Gül


Bu karar belki mevcut Başkanlık sisteminin getirilmesinin en önemli dayanaklarından biri olmuştur.

2007 yılında Anayasa Mahkemesi’nin aldığı 367 kararı olmasaydı, belki Recep Tayyip Erdoğan ne Cumhurbaşkanı olmak isteyecek ne de Başkanlık sistemini getirmekte ısrarcı olacaktı.

Zira o yıllarda bizzat AK Parti’nin kurucularından ve Cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül tarafından da, Cumhurbaşkanı’nın görev ve sorumluluklarının azaltılması gerektiği açıklanmıştı. 

Halkın desteği ile Cumhurbaşkanı’nın seçilecek olması makama daha büyük bir güç vereceği aşikardır.

Muhalefet partilerinin geriye dönük olarak bu konuda kendilerini eleştirdiğini düşünmek isterim. 

Bu dönemde AK Parti’yi -yukarıda da bahsettiğim gibi- her ne kadar siyasi alanda iktidar olmuş olsa da muktedir olamadığı için devlet aygıtı içinde bir muhalefet konumunda görebiliriz.

Devlet yönetimini tam olarak ele alamamış AK Parti bu konuda yaşadığı sıkıntıyı seçime giderek, halkın oy vermesi ve demokrasi söylemi ile gayet pragmatik bir şekilde aşıyordu.

Pek çok konuda söylem üstünlüğünün de bu dönem AK Parti’de olduğunu görebiliriz. 

Döneme dair unutulmaması gereken diğer bir nokta da, Batı’nın AK Parti yönetimine verdiği destektir.

Bu noktada, Türkiye’deki muhalefet partilerinin ya da Adnan Menderes’ten sonra birçok siyasi iktidarın, özellikle ilk dönemlerinde Batı ile iyi ilişkiler geliştirdiklerini kaydetmek lazım.

Batı’yı genellikle Türk siyasetinde, muhalefet partilerinin ve daha genç iktidarların destekleyicisi konumunda görüyoruz.

Bütün bunlar, hükümetlerin hem demokrasi söylemlerini inşa ediyor hem de batı ile ilişkilerini etkiliyor.

Dolayısıyla Şükrü Hanioğlu “bir muhalefet söylemi olarak demokrasi” derken ben şunu anlıyorum; güç tam olarak ele geçirilinceye kadar ortaya atılan bir söylemler bütünü.

Osmanlı’dan bugüne verdiğim örneklere baktığımız zaman farklı siyasi yapılar içinde demokratikleşme vaadinin bir muhalefet söylemi olarak iktidara ulaşmak için önemli bir araç olduğunu görüyoruz.

Osmanlı dönemindeki politikaları merkeziyetçilik ve âdem-i merkeziyetçilik çizgisine oturtabilirken özellikle İttihat ve Terakki dönemi sonrasını ise demokrasi, anti demokrasi söylemi bağlamında değerlendirebiliriz.

AK Parti iktidarında 2010’ların başına kadar uzatabileceğimiz bu rahatlama döneminin 2013’e kadar devam ettiğini gözlemliyoruz.

2013 ortasından itibaren Gezi Parkı olayları, 17-25 Aralık operasyonları, Hendek operasyonları ve son olarak FETÖ’nün 15 Temmuz Darbe Girişimi ile bir kasılma döneminin içinde olduğumuzu söylememiz gerekiyor. 
 

Erdoğan.jpg
Recep Tayyip Erdoğan


AK Parti’nin ve Recep Tayyip Erdoğan’ın kendi tercihinden ziyade adım adım yaşanan bu olayların, süreç içinde kasılmaya neden olduklarını not düşmem gerekmektedir.

2013- 2019 döneminin Cumhuriyet dönemindeki siyasal hayatın en uzun 6 yılı olduğunu söylersek abartmış olmayız. 

Son olarak ele aldığım konular bağlamında sembolik bir olay ile kasılma dönemini de örneklendirmek istiyorum. 


6 Mayıs 2019 YSK Kararı

AK Parti’nin 12 yıl önce 367 garabetine uğramış bir parti olduğunu, bunu nasıl aştığını bir önceki kısımda ele aldım.

31 Mart 2019 Yerel Seçimleri’nin İstanbul sonuçlarının iptal edilme süreci de siyasi tarihimizi bilenler için hiç de sürpriz olmayacak bir olay olarak karşımıza çıkmıştır.

23 Haziran’da yenilenen seçimde, Millet İttifakı adayı Ekrem İmamoğlu’nun kazanacağı öngörüsü kamuoyunda ön plandaydı; ancak Ekrem İmamoğlu’nun lehine oy farkının bu kadar fazla olacağının tahmin edilmediğini söyleyebiliriz.
 

ekrem-imamoglu-maltepe-mitingi_.jpg
Ekrem İmamoğlu​​​​​​​, Maltepe mitinginden bir kare


Muhalefet süreç içinde 2007 yılında AK Parti’nin yaptığından farklı bir şey yapmadı ve seçmen iradesine güvendi.

Bu dönemde hem muhalefet hem de Ekrem İmamoğlu’nun demeçlerinde demokrasi söylemini fazlasıyla ön plana çıkardığına şahitlik ettik.

Batı ile ilişkilerde muhalefetin iktidara göre daha fazla desteklendiğini ve Batı’nın muhalefetle yine fazlasıyla yakın ilişki içinde olduğunu son yıllarda görmekteyiz.

Dolayısıyla demokrasi ve Batı ile ilişkiler bağlamında baktığımız zaman bunların bizim siyasi tarihimizin sistemik sorunları olduğu sonucuna varabiliriz.

Bu durumun, isimlerden ve dönemlerden bağımsız olarak kutuplar üstü bir söylem biçimi olduğunu düşünüyorum.

Bütün bu örneklerden, başta demokrasi söylemi ile ön plana çıkan muhalefet partilerinin gücü ellerine aldıklarında değişebileceğini görüyorum.

“İktidarın doğası” olarak tanımlayabileceğimiz bu ilişkiler tekrar tekrar üretiliyor ve biz de bu hikayeyi yeniden yaşıyoruz.  

Bir muhalefet söylemi olarak demokrasinin ve merkeziyetçi devlet tutumunun bu dönem var olduğunu söyleyebiliriz.

Demokrasi söylemi, âdem-i merkeziyetçilik ve Batı ile ilişkiler ülkemizde iktidarda olmak ile muhalefet olmakla yakından ilişkilidir.

Hülasa, AK Parti 2007’de devlet içinde iktidarını korumak isteyen gruplarla çatışıp muktedir olmaya çalışırken, bugün de var olan muktedir pozisyonunu korumak için farklı kesimlerle mücadelesini verdiğini görüyoruz.

Sadece yönteminin ve gücünü kullanma şeklinin farklılaştığını söyleyebiliriz.

AK Parti’nin hikayesi, bir durum karşısında görece toplum merkezli düşünen ona göre refleks veren bir parti ve tabandan, görece daha devlet merkezli düşünen ve ona göre refleks veren bir parti ve tabana dönüşümün hikayesidir. 

 

 

1. https://www.sabah.com.tr/yazarlar/hanioglu/2017/04/30/bir-muhalefet-soylemi-olarak-demokrasi

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU