Sanırım üç ya da dördüncü sınıftaydım. Öğretmenimiz sınıfa bir harita getirdiğinde bütün sınıf, pür dikkat haritaya bakmıştık.
O güne kadar ben ve çoğu arkadaşım ilk defa bir haritayı, dokunabilecek kadar yakın görüyorduk.
Öğretmenimiz haritanın ne işe yardığını anlatınca, çoğumuzun kafası almasa da, haritayı görmek zihnimizde bir yer açmıştı.
Kentlerin, hatta ülkelerin harita üzerinde ki yerlerinin küçültüldüğünü, koca dünyanın bir metre karelik kağıda sığdığını öğrendik.
Dünyanın evren de bir nokta kadar yer tuttuğunu da.
Teneffüste bir oyuna dönüşmüştü kendiliğinden.
Herkes bir kent bulmalıydı çarçabuk.
Benim de gözüme ilk ilişen Van Gölü olmuştu.
Hem göl alanının mavi oluşu, hem de maviliğin çevresinin kahverengi olması, kafamda bir tezatlık yaratmış, Van Gölü'ne odaklanmıştım.
Ben haritada Van Gölü'nün yerini ezberlerken, tam da o yıllarda yani 1976 tarihinde, Van Muradiye’de şiddetli bir deprem olmuş, Van çarşı pazarda sık sık duyduğumuz bir kent haline gelmişti.
O yıllarda evlerimizde ne elektrik, ne de televizyon vardı. Olup bitenleri büyüklerimizden öğreniyor, zaman zaman çarşı pazarda ağıt yakan dengbejlerden, ozan ve şairlerden duyuyor, bazen olayın hemen ertesinde, bazen olayın çok sonrasında gezici şairlerin ağzından öğreniyorduk.
Harita üzerinde oynadığımız oyun ve dengbejlerin sesi önce kulaklarımda, sonra zihnimde bir ayraç açmış, Van diye bir yer olduğunu belletmişti.
Van Muradiye depremini anlatan, gezici ozanın yüzü beli belirsiz hala zihnimde duruyor.
Kısa boylu, biraz tıknaz ve iri kafalı bir erkekti. Kürtçe söylediklerini lehçe farkından dolayı çoğunu anlamasam bile acıdan, ölümden bahsettiğini hissediyordum.
Van artık zihnimde şekillenen bir kent olmuştu. Masmavi gölüne tezat depremlerle hatırlar olmuştum.
O yıllarda denizi bilmiyordum. Denizle, göl arasında çok fark yoktu zihnimde. Gözün alabildiği kadar suyun bulunduğu her yer, deniz ya da göldü benim için.
Zaten Vanlılar da aynen benim gibi düşünerek, Van Gölüne, Behra Vanê diyarlardı. Yani Van Denizi.
Komik değildi deniz yakıştırması. Göl alanı oldukça geniş ve göz alabildiğince yayılmış bir su kütlesiydi. Deniz gibiydi yani.
Sonra uzun bir sessizlik, uykuya yatar gibi bir dönem.
Van’ın hem yeşil, hem sulak, hem de deniz mavisi gibi bir yer olduğunu anlatımlardan, kartpostal ve kitaplardan öğrendim.
Öylece sürüp gitti. Ben sıcak, düşük rakımlı bir kentin** sakini, Van ise yüksek rakımlı dağların yurdu.
Hem uzak, hem de kar boran.
Yıllar böyle sürüp geçti. Çocukluk dönemini geride bırakıp, gençlik yıllarıma adım atınca, çevremde olan herkes gibi ben de İstanbul’u düşleyen birisi oldum.
Van zihnimin arka planına itildi. Artık haritada ilk bakışta İstanbul’u görüyor, İstanbul’u düşlüyordum.
Zamanla şunu anlıyordum:
İnsan için bazı kentler sadece harita üzerinde kalmıyor.
İnsan onlarla büyüyor, onlardan etkileniyor ve onlara benziyor.
Ben de öyle oldum. Düşlerimde ki kentlere benzedim.
Çocukluk, gençlik yıllarımın kenti Diyarbakır’dı.
Diyarbakır benim için çok yakın, sıklıkla gidip geldiğim bir yerdi. Akrabalarımız vardı Diyarbakır’da. Sonra arkadaşlarım…
Axla başlayan, axla biten şiirlerim...
Bu nedenle doğduğum kent Siverek neyse, Diyarbakır benim için oydu.
Ruhumun bir parçası, zihnimde çakan kıvılcımdı.
Haritada ki yerinden öte, bir sığınacak evdi benim için.
Ve İstanbul…
Uzak ama bir o kadar yakın olan İstanbul. Kocaman bir kent.
Öylesine karmaşık, öylesine görkemli ve öylesine kalabalık ki.
Başım dönmüştü ilk gördüğümde. Beton binalar, sürekli hareket halindeki araçlar; insanlar, durmadan koşturan insanlar, beni ilk anda şok etmişti.
Bütün şairleri kendine çeken deniz; kokuyordu, küf kokar gibi.
Kaybolmuştum, herkes gibi, milyonların birbiri içinde kaybolduğu gibi.
Kimsenin, kimseden haberi olmadığı kocaman bir dünyaydı İstanbul.
Sonra bütün bunlar çocukluk, ergen ve gençlik yıllarımın kenar süsleri olarak zihnimde kaldı.
Bambaşka hikayeler, bilgiler, tarihin dehlizlerinde saklı gerçekler, bazı kentlerin haritadaki yerlerinden daha önemli olduğunu öğrendim.
Ne İstanbul bildiğim İstanbul, ne de Diyarbakır bildiğim Diyarbakır’dı.
Uzakta, doğuda olan Van ise bambaşka bir kentti.
Ne İstanbul’a benziyordu, ne Diyarbakır’a.
Kendine has, kendi olan.
Bir sınır kentiydi. Sınırda yaşayan, uçurumlarda düşleyen ve yeşillikler içinde bir kentti.
35 yaşına kadar gidemediğim ama her seferinde zihnimde canlandırdığım bu şehir, Asya’ya açılan kocaman bir kapıydı. En doğunun bütün trenlerinin son durağıydı Van.
Okul sıralarında öğrendiklerimin dışında, şairlerin ve demgbejlerin seslerinde saklı ağıtların izinde şekillenen kentlerin, bambaşka gerçeklikler taşıdığını öğreniyordum.
İşte o gün, bugün bazı kentlerin isimlerini duyunca zihnimde bazı kıvılcımlar çakar…
Diyarbakır, üniversiteyi bitirdiğim yoksul ama bir o kadar da devlemend* bir kent.
Yaşamla ölümün iç içe geçtiği, birbirinin kucağında büyüdüğü kadim bir şehir.
Van, hayatımın ilk kıvılcımı, haritada öğrendiğim ilk yer ama ancak 35 yaşında gidebildiğim, çocuk gülüşlerinde maviliği aradığım ve her zaman özlediğim bir kent.
Ve İstanbul.
Her şeyin bol olduğu, ama aynı zamanda yoksun ve yoksulluğun korkunç hissedildiği kaotik bir kent.
Yedi düvelden insanın harmanlandığı; dillerin lal, renklerin mat olduğu yetmiş yedi tepeli bir kent.
Deniz kokan, balık ve metal kokan, çağlar sarmalı bir kent: İstanbul
Düşlerim kentten kente değişse de, güneşi erken doğan kentlere vuruldum.
Bütün düşlerim bu kentlerde saklı kaldı.
© The Independentturkish