“Ne biçim başlık bu? Gazetecilikten başka bir şey düşünen gazeteci de var mı?” diyenleriniz olacak. Biliyorum.
Ancak bu ülkede gazeteciler var, bir de gazetecilik mesleğini kendine paravan yapmış ihale komisyoncularından bilmem hangi örgütün veya siyasal düşüncenin tetikçilerine kadar bir sürü “gazeteci” var.
Hele son beş on yıldır bir de trol gazetecilik türü çıktı ki evlerden ırak olsun.
Zira onlar yazının da kalemin de gazeteciliğin de haysiyetine ve namusuna halel getirmekten başka bir şey yapmıyorlar.
Ama Ruşen Çakır, ismini duyduğum 1985 yılından bu yana haber peşinde koşan, istikametini bozmadan, hiç kimseye yaranmadan sadece gazetecilik yapan bir gazetecidir.
Türünün son örneklerindendir.
Aslında koruma altına alınması gereken biridir.
Çünkü bu tür insanlar ülkemizde gittikçe azalmaktadır.
Özellikle havuz medyasının oluştuğu ve hayli revaç gören yandaş veya candaş medyadan farklı olarak, kimseye dayanmadan, herhangi bir sermaye ya da siyasal partiye, örgüte, kuruluşa yaranmadan bir şeyler yapmaya çalışan Ruşen Çakır, aynı zamanda mesleğin namusunu da kurtarmaya çalışan bir mahalle delikanlısıdır benim gözümde.
İsterseniz, önce onu biraz tanıyalım.
Ruşen Çakır, 25 Ocak 1962 yılında Artvin'in Hopa ilçesinde dünyaya gelmiş.
Daha 4 yaşındayken ailesinin İstanbul'a taşınması üzerine çocukluğu İstanbul'da geçmiş diyebiliriz.
Lakin o daha dört yaşındayken Karadeniz'den ayrıldığı halde Karadenizlilik ruhunun bütün özelliklerini üzerinde hala taşıyor.
Aceleci, sinirli, hızlı konuşan, ekranın önünde olabildiğince sakin görünmesine rağmen ruhundaki feveran ve sanki her an bir yere yetişecekmiş gibi yola revan bir Laz hali...
Anladığım kadarıyla Laz olmak, Kürt olmak gibi doğal bir hal.
İnsan ne yaparsa yapsın bu halinden kurtulamıyor.
İnsanın Laz olduğunu, Kürt olduğunu ya da Arap olduğunu söylemesine, bu özelliklerini vurgulamasına gerek olmadan da böyle görünebilir.
Türkçülük gibi değil yani. Türkçülük bir ideoloji, bir felsefe gibi duruyor insanda.
Sürekli vurgulanması gereken bir hal:
Türkiye'de diğer bütün etnisitelere egemen olduğu, onların hepsini asimile etmeye çalıştığı ve kısmen de başardığı halde kendinden emin değil.
Oysa Lazlığın ya da Kürtlüğün böyle bir iddiası yok.
Kendinden emin bir halde fırsat bulduğu her yerden çıkıyor ve neşvünema ediyor.
Neyse biz konumuza dönelim.
İlkokula hangi okulda başladığını bilmiyorum. Bu yazının sürprizi bozulmasın diye de soramıyorum.
Ancak lise eğitimini Galatasaray Lisesi'nde alan Ruşen Çakır, Galatasaray fanatikliğini de eğitimi sırasında edinmiş olmalı.
Yoksa bunca işi olan insanın futbol maçlarını bu kadar büyük bir hırsla takip etmesi, zaferiyle sevinmesi, yenilgisiyle üzülmesi başka neyle izah edilebilir ki. Demek ki genlerine işliyorlar.
Ta 1481 yılında 2. Beyazıt tarafından, devlete memur yetiştirmek üzere kurulan Galata Sarayı Mektebi, 1868 yılında Sultan Abdülaziz döneminde Mektebi Sultaniye'ye dönüşen ve zamanın modern eğitim normlarına göre bir eğitim düzeni oluşturulan, askeriyede ve bürokrasi de çalışacak insanların eğitildiği bu medrese veya mektep nihayet 1924 yılında bugünkü hüviyetine Galatasaray Lisesi olarak kavuştu.
Elbette ki böyle köklü bir okulun kendine göre tarihi gelenekleri, örf ve adetleri olacaktı. Çünkü orada okumak, okuyabilmek bir ayrıcalıktır.
Ki biz Kürtler, Türkiye'deki üniversiteye giriş sınavının ne kadar adaletsiz olduğuna örnek verirken şöyle sorarız;
Şemdinli Lisesi'nden mezun olan bir öğrenci ile Galatasaray Lisesi'nden mezun olan bir öğrencinin aynı sınavda yarışması adilane midir?
İşte Ruşen Çakır 1980'li yıllarının başlangıcında cebinde İngilizce ve Fransızcayı da bilen bir insan olarak bu okuldan mezun oldu.
Üniversite eğitimi için kaydolduğu Boğaziçi Üniversitesi'nin Ekonomi Bölümünde 1990 yıllarına kadar kayıtlı kaldıysa da sanırım o okulu bitiremedi ve üniversite diploması olmadan birçok üniversitede dersler bile verdi.
Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi Bölümü'nde "Çağdaş İslami Siyasi Düşünce ve Türkiye", Buffalo New York Üniversitesi'nde "İslam, Demokrasi ve Sivil Toplum" dersleri verdiğini biliyorum da başka nerelerde verdiğini bilmiyorum.
Ama yurtiçinde ve yurtdışında onlarca konferans ve seminer de verdiğini biliyorum.
Ben 1989 yılında, İstanbul'da Birleşik Dağıtım'a gelip giderken tanıdım onu.
Orada saatlerce Ali Bulaç ağabeyle konuşurdu. Sürekli not alırdı.
O zamanlar, daha sonra Türkiye'deki İslamcılık ve genel anlamda İslami cemaatlerin anatomisi olacak kitabı "Ayet ve Slogan" üzerine çalışıyordu. Ali ağabeyle konuşmaları da hep bu konuda idi.
İslam, İslamcılık ve İslami cemaatlerle ilgili o kadar fazla bilgisi vardı ki, ben onun da İslamcı olduğunu sanırdım. Bir gün İslamcı olmadığını, solcu olduğunu söyledi bana.
Bu kadar İslami kültürü olan bir solcunun olması beni çok şaşırttı. Ama onu da bana sevdirdi.
Zaman zaman bana da sorular sorardı. Ancak hiçbirisine tatminkar cevaplar veremezdim. Daha çok o, sorduklarına cevap verirdi.
Benim kafamda solculuk ile militanlık aynı şeydi. Ancak ondaki solculuk söylem düzeyindeydi ve neredeyse bizim İslamcılığımız gibiydi. Eyleme dönüşmeyen bir devrimcilik hali.
Esasen Türkiye'de solculuk da İslamcılık da birbirine çok benzer; ikisi de devrimcidir. Ama söylem bazında.
Ruşen Çakır'ın daha lise yıllarında edindiği bu solcu fikirler, onu 12 Eylül darbesinden 5 ay sonra hapishaneye kadar taşımıştı. Yaklaşık olarak 18 ay hapishanede kalmıştı.
Onun hapishane süreci, ondan sonraki kişisel gelişimi için son derece yararlı olmuştur diye düşünüyorum.
Şahsen ben hapishanelerin, insanın hem kendisi ile hem de başkalarıyla yeniden tanıştığı yerler olduğuna inanıyorum.
Türkiye'deki örgütçülüğün ve devrimciliğin ne kadar gereksiz ve temelsiz olduğunu insan cezaevlerinde görebiliyor.
Ruşen Çakır'ın Türkiye'deki solculuğun Kemalizm ile olan eğreti bağını hapishanede fark ettiğini ve örgütçülükten uzak bir şekilde özgürlükçü bir idealizm edindiğini düşünüyorum.
Ülkedeki diğer cemaatlerin, grupların, etnisitelerin farkına varmış, onları tanımanın gerekliliğini ve gazetecilik kariyerini de bunun üzerine bina etti.
Nokta dergisinde, Tempo'da ve çalıştığı diğer gazete ve dergilerde hep sesi duyulmayan, bilinmeyen, tanınmayan insanların sorunlarına eğildi ve insan haklarına, özgürlük ve demokrasiye vurgu yaptı.
Gerek yalnız başına yazdığı, gerekse başka arkadaşları ile beraber yazdığı 15'e yakın kitabında hep dezavantajlı insanların ve grupların sorunlarını dile getirdi.
Birçok şeyi, herkesten önce fark etti ve yazdı.
Erbakan Hoca'nın iktidara adım adım ilerlediğini de, Tayyip Erdoğan'ın dönüşüm sürecini de ilk o fark etti ve yazdı.
Türkiye'nin temel sorunun Kürt sorunu olduğunu, bu sorun çözülmeden diğer sorunların çözülemeyeceğini yıllar yılıdır söylüyor, yazıyor ve hatta bu konuda bir de kitap yazdı.
İmam-Hatip liselerinin efsanelerini de gerçeklerini de yazdı.
Türkiye'de Cumhuriyet, laiklik, demokrasi vb. kavramların ne kadar eğreti durduğunu, bu kelime ve kavramlara yüklenen mana ile kelimelerin asıl manalarının uyuşmadığını yıllar yılıdır hep yazıyor.
Yaklaşık 15 yıldan fazladır hepimizin diline pelesenk olmuş, Prof. Dr. Şerif Mardin'in “Mahalle Baskısı” kavramını da ilk defa onun yaptığı röportajdan duyduk.
Muhatabına istediğini, onun isteği imiş gibi söyletmesini bilen bir usta röportajcıdır da aynı zamanda.
Kişisel olarak benim hayatıma da çok önemli katkıları olmuştur.
Bir kere bugün bu satırları yazabilen bir “yazar” olmuşsam bu onun sayesindedir, diyebilirim.
Nasıl mı?
Sanırım 1990 yılıydı. Birleşik'e her gelişinde konuşur, tartışırdık.
Biliyorsunuz biz Kürtler mübalağadan hoşlanırız.
Doğru düzgün beş cümle yazamayacağımız Kürtçemizi dünyanın en önemli dili; kültürümüzün ne kadar zengin olduğuna dair Türkçe olarak yarım saat nutuk çekebiliriz.
Yine böyle övüngenliğimin tuttuğu bir zamanda neredeyse yakama yapışıp şöyle dedi;
Yahu kardeşim ne kültürü mültüründen bahsediyorsun.
Bir 'Mem û Zin' kitabınız var bir de Şivan Perwer'in 5-6 tane şarkısı.
Başka neyiniz var, söyle bakayım?
Ben itiraz edecek oldum, Melayê Cizîrî'den Feqiyê Teyran'a doğru bir sayım yapacaktım ki “Bırak bu palavraları Halit” dedi ve devam etti:
Nerede bu söylediklerin? Çıkar ortaya görelim.
Yok ki... Ondan sonra kültürümüz şöyle, dilimiz böyle diye övünürsünüz.
Doğru diyordu. Gerçekten de o yıllarda piyasada Kürt dili, tarihi, kültürü ve edebiyatıyla ilgili neredeyse hiç kitap yoktu. Biz kitap piyasasının göbeğindeydik, ama elimizde hiç bir şey yoktu.
İşte o gün benim için, bugünlerde birkaç arkadaşla beraber ağzımıza doladığımız “Xala werçerxê” dediğimiz dönüm noktası oldu.
O gün, artık Kürt kültürünü, dilini ve edebiyatını ortaya çıkarmam ve Ruşen Çakır'a ispat etmem gerektiğine inandım.
Aradan 30 yıl geçti hala devam ediyorum.
İkinci bir konuda da benim için çok önemli bir referans oldu.
Şahsen ben daha gençliğimden beri Fetullah Gülen'den çok hoşlanmam. Bunun sebebi, şimdilerde “FETÖ” olmasıyla ilgili değil.
Ben övülmekten hoşlanan insanlardan hoşlanmam. Bu ister bir parti lideri olsun, ister örgüt lideri veya şeyh ya da cemaat lideri olsun...
İnsan yüzüne karşı övüldüğünde bundan hoşlanıyor ve bu övgülerin yapılmasını teşvik edecek şekilde tebessüm ediyorsa, bu benim ondan nefret etmem için yeter sebeptir.
Gülen'de de bunu görmüştüm ve hoşlanmıyordum.
2007 veya 2008 olabilir. Ruşen'le sohbet ettiğimiz bir gün ona “Yahu sanki biz Fethullah Gülen'e haksızlık yapıyoruz. Sanki o kadar da kötü bir adam değil” dedim.
Ruşen yine tüm o Karadenizlilik siniriyle şöyle dedi;
Aha siz dinciler böylesiniz. Adam 3-5 din-iman lafı etti diye inanıyorsunuz.
O adam başka bir şey, başka. Din-iman meselesinden başka şeyler çeviriyor.
Her sohbetinde güvenlik, istihbarat, gizlenme vb. gibi onlarca laf geçiyor.
Bir cemaatin bu kavramlarla ne alakası olabilir.
Elbette o bunları söylediğinde Fethullah Gülen özellikle AKP çevrelerinde neredeyse kutsal bir insan muamelesi görüyordu. Ama Ruşen'in bu sözleri de benim kulağıma küpe oldu.
Ruşen Çakır, şimdilerde özgürlüğün, demokrasinin, insan hak ve hukukunun, fikir özgürlüğü ve bağımsız medyanın sözcüsü gibi olmuş.
Yalnız başına bütün otoritelere muhalefet ediyor.
Muhalefet eden insanların sesini duyurabilmesine vesile oluyor.
Doğrusu o kimseye muhaliflik olsun diye yapmıyor bunları. O, doğru bildiğini savunuyor.
Dün de aynı şeyleri savunuyordu, bugün de.
Dün, şimdiki cumhurbaşkanı İstanbul'a belediye başkanı olduğunda ona söylenenlere, ona yapılan haksızlıklara karşı çıkıyordu.
Şimdi onun adamlarının veya kendisinin yeni belediye başkanına yaptığı haksızlıklara karşı çıkıyor.
Onun mihenk taşı hak ve hukuktur.
Haklıya veya haksıza bakmaksızın o hakkı savunuyor.
Çoğulculuğu, demokrasiyi, özgürlüğü, fikir ve fikri ifade özgürlüğünü savunuyor.
Yaklaşık 30 yıldır takip edebildiğim kadarıyla Ruşen Çakır, istikametini değiştirmeden, doğru olana inandığını söylemekten çekinmeyen, -ister TV'de çalıştığı dönemlerde olsun veya şimdi Türkiye'deki onlarca TV'den daha etkili ve değerli olan Medyascope'unda olsun- hep yapıcı ve yol gösterici bir eleştiri yapmıştır.
Onun kimseyi eleştiriden muaf tuttuğunu görmedim.
Dün kazanmasını istediği Ekrem İmamoğlu'nu da başkalarını da eleştirmekten imtina etmiyor.
Ben bu tavır ve duruşun önemli ve değerli olduğuna inanıyorum.
Ona eşi ve oğluyla birlikte mutlu ve huzurlu, uzun ömürlü ve bereketli bir yaşam diliyorum...
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish