Bir daha yaşanmaması için… Hatırlayalım, yüzleşelim (2)

Celalettin Can Independent Türkçe için yazdı

İllüsrasyon: Adam Maida/The Atlantic

İlk faşist saldırılar, ilk kavgalar, ilk çatışmalar başladı.

Çok geçmedi İlk düşmeler de!  

Araya kan girmişti.

Düşen devrimcilerin kanı ruhlarında fırtınalar yaratıyordu.

Her gün beraber oldukları, okula ve derneğe beraber gidip geldikleri, birkaç tabak yemeği büyük bir keyifle 8-10 arkadaşın paylaştığı, sofradan yarı aç yarı tok ama mutlu kalktıkları, yapmacıksız, içten, en doğal ilişkiler içinde oldukları arkadaşları bir bir öldürülüyordu.

Her ölümde bir tarafları toprağa gömülüyor, her ölümde kendilerini yeniden yaratıyorlardı.

Artık geri dönülmez bir yoldalardı sanki…

Mümkünü yok dönemezlerdi artık!

Düzen tüm yolları tıkamış, direnmekten başka bir yol bırakmamıştı onlara…
 


Yıllar sonrasını hesaplayan planlı programlı bir bakış açısına mı sahiplerdi?

Hiç değil!

Gelişme daha çok kendiliğindendi ve toplumsal sürecin doğal mecrasında akıyordu.

Okudukları okullardan, oturdukları semtlere, çalıştıkları iş yerlerine kadar saldırılarla karşılaştıkça, kendilerini savunmaya, hayatta kalmak için faşizme karşı direnmeye, direnişin en amatör-ilkel biçimlerini örgütlemeye çalışıyorlardı.

Bir insanın ya da topluluğun hayatta kalma çabasından daha doğal, daha doğru ve meşru ne olabilirdi ki?

İşte onu yapıyorlardı…

 
Koalisyonlar dönemi

12 Mart askeri darbe döneminden nispi demokratik ortama geçiş sürecinde, gençlik "aşağıda" "ölüm-kalım" kavgasına sürüklenirken, egemen sınıfların "yukarıdaki" kaşarlanmış unsurları kendi aralarında bir "post" kavgasına hazırlanıyordu.

12 Mart faşizminin sola karşı yürüttüğü baskı ve tasfiye politikası sonuç vermemişti.

İstedikleri sonucu alamamış, operasyonları "yarım" kalmıştı.

71 devrimci direnişinin potansiyeli halkın ve gençliğin gelecek umuduyla birleşince, dünya ölçeğindeki olumlu gelişmelerden de güç alan sol, yükselişe geçti.

12 Mart dönemi boyunca bir biçimde askeri rejimle uzlaşmayan, idamlara karşı çıkan, halktan yana bir söylemle ekonomik eşitsizliklerin ve sömürünün altını çizen Bülent Ecevit, toplum nezdinde prestij kazanmıştı.

CHP bunun semeresini, 73 genel seçimlerinden -yüzde 33,3 oy oranıyla en güçlü parti olarak çıktığında alacaktı.

Başta, Adalet Partisi (AP) olmak üzere, Demokratik Parti (DP), Cumhuriyetçi Güven Partisi (CGP), demokratik Parti (DP)Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) umdukları oyu alamamışlar, düşüşe geçmişlerdi.

Sadece Milli Selamet Partisi (MSP) kısmi gelişme sağlamıştı.

ABD'nin ve egemen oligarşik azınlığın tercihi, gerici-sağ partilerin koalisyonu idi.

CHP iktidardan uzak tutulmalıydı.

Ne var ki söz konusu partiler arasındaki kimi sorunların çözülememesi nedeniyle gerici-sağ partilerin koalisyonu hemen olanaklı değildi.

DP ve MSP'nin ikna edilmesi için zamana ihtiyaç vardı.

İktidar tutkunu Demirel'in "millet, bize muhalefet görevi vermiştir" açıklaması bu çerçevede manidardı.

 
CHP-MSP Koalisyonu

Bu siyasi boşlukta 25 Ocak 1974 tarihinde CHP-MSP koalisyon hükümeti kuruldu.

Egemen sınıflar bu koalisyona karşıydı.

Fakat sert bir tepki ortaya gösterilmedi.

Suskunluk havası da manidardı

CHP ağırlıklı hükümet ilk elde Ecevit'in ifadesiyle "12 Mart'ın açtığı yaraları sarmak ve iç barışı kalıcı kılmak" için 12 Mart işkencecilerinin üzerine gitmedi.

"Geçmişe sünger çekme" politikası güttü.

Ecevit hep böyle devam edecekti.

Hatırlanacağı üzere yakın geçmişte de yolsuzluk dosyalarının üzerine gitmemiş, sünger çekme politikasıyla "ünlü" ''tutarlılığını'' sürdürmüştü.

Dönemin en önemli olayları, MSP'nin güdük bıraktığı Genel Af ve Kıbrıs'a müdahaleydi.

Kıbrıs harekâtının sağladığı prestiji oya tahvil edip tek başına iktidar olma hayalleri kuran Ecevit, el altından anlaştığı DP "seçim hükümeti" sözünde durmayınca, koalisyonu bozması ve hükümetten düşmesiyle kaldı.

DP'nin çevirdiği dolabın tam bir "Hileyi Şeriye" olduğu ileride daha iyi anlaşılacaktı.
 

1. MC Koalisyonu

Doğan hükümet boşluğunu 17 Kasım 1975 tarihinde kurulan Sadi Irmak hükümeti Milliyetçi Cephe hükümet modellerine geçiş çerçevesinde doldurdu.

Egemen sınıfların, 73 genel seçimleri sonrasından itibaren gündemine aldığı Milliyetçi Cephe hükümet modellerinin mimarı Demirel'di. AP lideri öncelikle DP milletvekillerini ikna edip bir kısmının yuvaya dönmesini sağladı.

MSP'de hükümet olanaklarından yararlanma, yükselen solun ezilip yerine kendisinin geçmesi hesaplarıyla MC'deki yerini aldı.

Böylelikle uzunca bir süre kapanma tehlikesi de yaşamayacaktı. MHP ise sola karşı şiddeti, düzen adına yasadışı yöntemlerle uygulayacaktı.

Sonuç olarak bir araya geliş nedenlerini açık açık "komünizmle mücadele" olduğunu ifade eden AP, MSP, DP, CGP ve MHP 31 Mart 1975 tarihinde Meclis'ten güvenoyu alarak Komünizme Karşı "Milliyetçi Cephe" hükümetini kuracaklardı.

Bu modele göre, Demirel Meclis'i kontrol edecek, sokak faşistlere, ülkücü milliyetçilere, MİT ise Başbuğları ve Başbakan yardımcısı Alpaslan Türkeş’e bırakılacaktı.   

Artık ülkede, yükselen Gençlik Hareketliliğini tasfiye etme, halka boyun eğdirme amaçlı bir savaş hükümeti kurulmuştu.

Bugün "anarşi ve terör" olarak sunulan Türkiye'nin hala hesabını vermediği 5 bin gencin katledildiği kanlı tarihin asıl başlangıcı Demirel- Erbakan-Bozbey’li-Türkeş-Feyzioğlu koalisyonunun kurulması idi.


Can güvenliği öğrenim özgürlüğü 

Hükümete ortak olan faşist hareketlilik, ilk elde İstanbul, Ankara, İzmir, Adana Gaziantep gibi büyük şehirlerin yanı sıra Anadolu kent merkezlerindeki liseleri, üniversite ve yüksek okulları işgal ettiler.

Devrimci, demokrat, yurtsever öğrenciler okullara alınmadı.

"Tarafsız" öğrenciler zorla propagandaya tabi tutuldular. Ülkü Ocakları gibi MHP'nin yan organı kuruluşlara devam etmeye, aidat ödemeye zorlandılar.

Direnenler dövüldü, okullara alınmadı.

Direnişin kırılamadığı durumlarda ise devreye polis girdi.

Böylece gençliğin "öğrenim özgürlüğü ve can güvenliği" sorunu ortaya çıktı, yakıcı bir hal aldı ve nihayet ana sorun haline geldi.

 
Mezhep ayrılıklarının kışkırtılması

Gelişmenin başka yönleri de vardı.

İç Karadeniz, İç ve Doğu Anadolu bölgelerinde, Çorum, Amasya, Tokat, Sivas, Erzincan, Malatya, Elazığ, Bingöl, Maraş, Gaziantep gibi kent merkezlerinde tarihsel-etnik farklılıklardan kaynaklanan çatışma potansiyeli zaten vardı.

Faşistler, ırkçı yaklaşımların eşliğinde -kimi zaman olaya Türk-Kürt ayrımını da katarak- bu bölgelerde mezhep çelişkilerini kışkırttı.

Aleviler düşman ilan edildi.

Onlara tek kurtuluş yolu olarak teslim olma ve Sünnileşme dayatıldı.

Alevi-Sünni çelişkisi kaşındı ve Sünni halkın en gerici, en yobaz kesimleri Alevi halka saldırtıldı.

Pratikte bu saldırıların öncülüğünü bizzat faşistler üstlendi.

Böylece öğrenci gençliğin can güvenliği sorununa, Alevi halkın can güvenliği sorunu da eklenmiş oldu.

Böylece, bir avuç para babasıyla halk arasındaki sınıfsal çelişki, hem "anti-komünizm" koşullanmasıyla küllenmiş, hem de zengin-fakir arasında geçmesi gereken mücadele yerini yapay bir Alevi-Sünni çatışmasına bırakmış oldu.

Alevilere yönelik provokasyon, geçmişte Avrupa'da Nazilerin, günümüzde ise ise emperyalist metropollerde neo-faşist hareketlerin yöntemlerine pek benzemektedir.

Aradaki fark, Türkiye'deki İslami-ümmet geleneğiyle Osmanlı İmparatorluğu'nun ırk olgusunu dışlayan feodal mirasının, ulusal-etnik kışkırtmalardan ziyade mezhep çelişkilerini sömürmeye uygun sosyo-kültürel bir temel yaratmış olmasıydı.

 

(Devam edecek…)

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU