2012 Temmuz ayında Özgür Suriye Ordusu (SMO) tarafından zaafa uğratılan Esad güçleri, Afrin, Cizre, Haseke, Kamışlı ve Kobani'den çekilirken buraları, eniştesi Suriye Ulusal Güvenlik danışmanı ve Esad'dan önce tekneyle kaçan Ali Memlük üzerinden hâkim olduğu PYD-YPG'ye teslim etmişti.
Esasen bu plan, 2011 yılı Ağustos ayında; PYD kurucusu ve Esad'ın okul arkadaşı Fehman Hüseyin yani Bahoz Erdal, Murat Karayılan, Kasım Süleymani, ABD Musul 37. Birliği Komutanı ve Ali Memlük tarafından 1 yıl önce Irak Süleymaniye'de Celal Talabani'nin evinde kurgulanmıştı.
2014 yılı Eylül ayında, Suruç'ta içilen çayın piştiği Ayn-el Arap yani Kobani'de DAİŞ terör örgütü, İstanbul-Bağdat demiryolunu yapan, Alman Company/Kompani yani şantiye yeri, halk arasında Kobani olarak telaffuz edilmiş ve zamanla 50 bin kişilik merkeze dönüşecekti, Kürt bir komutanının emriyle ilçenin en yüksek yeri olan Müştenur tepesine tüm gücüyle saldırmaktaydı.
Burada, DAİŞ'e havadan hem bomba hem de yiyecek atan ABD-İngiliz uçaklarını bizzat yerinde gördüm ki; zamanla Peşmergeler de Türkiye üzerinden DAİŞ'e karşı savaşacaktı.
5 Ekim itibarıyla Kobani kırsalındaki 300 köyün tamamını ele geçiren DAİŞ, kentin dış mahallelerine ulaşmış ve sokaklarda kanlı çatışmalar yaşanıyordu.
Burası PYD tarafından Kürd Stalingrad'ı olarak tanımlanıyordu. Bu sürede uluslararası koalisyon güçleri bölgedeki hava saldırılarını arttırsalar da DAİŞ'in kentin önemli bir kısmını ele geçirmelerinin önüne geçilemedi.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 7 Ekim'de Gaziantep'te yaptığı konuşmasında şu ifadeleri kullandı.
Yerde, kara harekâtı ifa edenlerle işbirliği kurulmadıkça hava harekâtıyla bu iş bitmez. İşte aylar geçti, herhangi bir netice yok. Şu anda Ayn-el Arab da, diğer adıyla Kobani de, buyrun, düştü düşüyor.
DEM/HDP tarafından, o zamanlar bu ifade, tıpkı gezi parkı ağaçları gibi çatışma sebebi olarak kullanıldı.
Tüm olayların en ilginç tarafı ise ABD Savunma Bakanlığı Sözcüsü John Kirby de, "Kobani'de durum hala belirsiz ve değişken. Kentin hala düşebileceğine inanıyoruz" demesine rağmen, buna tepki vermeyen HDP; Erdoğan'ın İslâhiye Çadırkent'te halka hitaben, üzüntülü bir şekilde durumun kritikliğini ve batının ikiyüzlü tavrını eleştirdiği, "...Şu anda Ayn-el Arab (Kobani) düştü, düşüyor…" şeklindeki konuşmasına sert tepki gösterdi ve Merkez Yürütme Kurulu yazılı sosyal medya hesabında açıklaması ile (6 Ekim) halkı sokağa çağırdı:
Kobani'de yaşanan katliam girişimine karşı 7'den 70'e bütün halklarımızı sokağa, alan tutmaya ve harekete geçmeye çağırıyoruz. Bütün uluslararası kurumlar, demokratik kitle örgütleri, emek ve meslek örgütleri, kadın ve gençlik örgütleri, demokratik güçler Kobani'de yaşanan vahşete karşı harekete geçmelidir. Bundan böyle her yer Kobani'dir. Kobani'deki kuşatma ve vahşi saldırganlık son bulana kadar süresiz direnişe çağırıyoruz.
DAİŞ'in saldırılarını artırmasından sonra, Türkiye sınırında Kobani'yle dayanışma için düzenlenen eylemler polis, asker ve jandarmanın gaz ve tazyikli sulu müdahalelerine maruz kaldı.
KCK ve HDP'nin "süresiz eylem çağrısı" ile daha önce balkonlarda tencere tava çalan insanlar bir anda sokaklara döküldü.
50'yi aşkın vatandaşın ölümü ile sonuçlanan olaylar neticesinde birçok ilde sokağa çıkma yasağı ilan edilirken, KCK ve HDP'nin "süresiz eylem çağrısı" ile birlikte olaylar kontrolden çıktı.
Kısa zamanda eylemlerin mahiyeti farklı boyutlara ulaştı ve birçok grup (doğuda HDP-HÜDA-PAR tabanı, batıda ise HDP - MHP gibi milliyetçi gruplar) karşı karşıya geldi.
Kurban bayramına denk gelen sürede, bölgede kurban eti dağıtan Yasin Börü ve arkadaşları da vahşice yakılarak öldürüldü.
6 Ekim'de başlayan olaylar, 7 ve 8 Ekim'de en üst noktaya ulaştı.
Şiddetin azalmasına rağmen, aslında 9, 10 hatta 12 Ekim'de de yaşamını yitirenler oldu.
İnsan Hakları Derneği'nin (İHD) Kobani Eylemleri Raporu'na göre olaylarda 46 kişi öldü, 682 kişi yaralandı, 323 kişi tutuklandı.
Yüzlerce insanın da yaralandığı çatışmalarda şehir merkezlerinde bulunan birçok iş yeri, kamu binası, parti merkezleri ve belediye binaları ateşe verildi.
Eylemlerin ulaştığı boyut Kobani'yi unutturdu ve özellikle Bingöl Emniyet Müdürlüğü'ne yönelik saldırıda iki polisin şehit olması ve Tunceli'de bir karakola saldırı düzenlenmesi olayların sebep ve sonucunu sorgulamamıza yol açtı.
5 Temmuz 2015'te, KCK Eş Başkanı Bese Hozat'ın Özgür Gündem gazetesindeki yazısıyla resmen biterken bu kez de başta Diyarbakır olmak 35 il, 96 ilçe ve 131 yerleşim yerinde çukur savaşları yaşandı.
Bu olaylardan 1 yıl sonra da 15 Temmuz darbe girişimi gerçekleşti.
Kasım 2013'te Diyarbakır'da başlayan Şıvan Perver ve İbrahim Tatlıses'in müzikli düetiyle başlayan kardeşlik sürecin 2 yılı toplandığında görülüyor ki; "çözüm süreci"nde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki Türkiye, ne zaman ki yaralarını milli iradeyle sarmaya çalışmışsa birileri o eli de kırmaya çalıştı.
Bugün de aynı tehlike, TUSAŞ saldırısı ve Tülay Hatimoğulları'nın konuşmasıyla görülüyor.
Sayın Devlet Bahçeli'nin TBMM'de herkesi şaşırtan konuşmasıyla başlayan yeni sürecin ikinci gününde, TUSAŞ'a 2 PKK'lı tarafından saldırı yapıldı.
Aynı dönemde Pentagon ve İsrail ikilisi Mazlum Abdi'ye sahip çıktı, onu Trump'ın başkanlık kutlamasına davet etti.
Yeni süreci baltalamak için de DEM Eş Başkanı, Baas'ın 3 kurucu düşünüründen biri olan Zeki Arsuzi'nin hemşerisi ve ruh ikizi olarak görülen Tülay Hatimoğulları, "İmralı'nın kapıları şimdilik açılmıştır. Tarihsel bir kırılma anından geçmekteyiz. Bu tarihsel kırılma anında, ya pozitif yönde bir kırılma gerçekleşecek, barışı inşa edeceğiz ya da negatif yönde kırılmalar gerçekleşecek, her yer Gazze olacak. O nedenle devletin aklına biz buradan seslenmek istiyoruz bir kez daha. İmralı'da gerçekleşen bu görüşme yetmez. İmralı'nın kapıları açılmalıdır. Sayın Öcalan'ın barış için, Ortadoğu'nun barışı için de, sadece Türkiye için değil, bütün Ortadoğu'nun barışı için çalışabileceği fiziki koşulların sağlanması gerektiğinin altını buradan bir kez daha çiziyoruz" diyerek yeni kaynayan kazana adeta zehir döktü.
Buna "çözüm süreci" dönemi başbakanı olan ve şu anda Gelecek Partisi lideri Ahmet Davutoğlu'nun uygun bir cevap verdiği görülüyor:
"Her yer Gazze" olur diyen DEM Parti'nin liderlerinden Tülay Hatimoğulları'na, Dabutoğlu şu yanıtı verdi:
Tülay Hanım'ın, bir eş başkan olarak gerekli açıklamayı yapması ve Gazzelilerden özür dilemesi lazım. Bu son derece talihsiz bir açıklamadır. Açık söylüyorum, bu açıklamayı net bir şekilde kınıyorum. Daha önce de Filistin'le Türkiye'deki, iç meselelerle ilgili yapılan kıyaslamalarda hep şunu söyledim:
Kim Gazze meselesini Türkiye'deki Kürt sorunuyla karşılaştırıyorsa tarih bilmiyordur, jeopolitik bilmiyordur, uluslararası hukuk bilmiyordur. Çünkü Türkiye bir işgal devleti değildir. Kürtler de Gazzeliler gibi işgal altında olan bir toplum değil. Gazze'de bir soykırım yürüyor ve bu soykırım karşısında eminim en fazla bu soykırımdan rahatsız olan, tedirgin olan da Ortadoğu'daki Kürt halkıdır. Selahaddin Eyyubi'nin torunları, Gazze konusunda en hassas kesimlerdir. Uluslararası hukuka da, tarih bilincine de, siyasi gerçekliğe de aykırı olan bu açıklamayı asla, kabullenmiyoruz, kınıyorum.
Herkesin bu süreçte çok dikkatli konuşması lazım. Eğer süreç işleyecekse bu süreci işletenlerin kim olursa olsun Türkiye'deki genel psikolojiye, kamuoyunun psikolojisine saygı göstermesi, Türkiye'de hassas kesimlerin, şehit yakınlarının, gazilerin, Ortadoğu'daki, Gazze halkına sempati duyan 85 milyon Türk, Türkiyelinin hissiyatına saygı göstermesi lazım.
Türkiye asla tarihin hiçbir döneminde soykırımcı bir ülkeyle karşılaştırılmamıştır, karşılaştırılamaz ve asla Türkiye'de böyle bir kırılma yaşanmaz. Biz sonuna kadar Gazze'deki kardeşlerimizin yanındayız. Eğer bağlamından koparılmışsa, zikredildiği gibi, bu konuda Tülay Hanım'ın, bir eş başkan olarak gerekli açıklamayı yapması ve Gazzelilerden özür dilemesi lazım.
DEM içindeki Türk solunun mizahı ve vicdanı ağır basan Sırrı Süreyya Önder, olayı geçiştirmeye çalıştıysa da esasen DEM'in ağzındaki bakla görülüyor ve aşağıdaki sorular herkesin aklına geliyor:
Süreç, 2014 gibi olabilir mi?
Suriye'de ABD destekli PYD silahlarını Suriye ordusuna teslim eder mi?
PYD-İsrail'in David koridoru olabilir mi?
Yeni sürecin zeminin TBMM olması ve yeni Anayasa'da kimlik, dil ve yerel yönetimler konusunda uzlaşma olmazsa ne olur?
Ya Apo, umut hakkıyla 2025 aile yılına uygun olarak dışarı çıkarılırsa ve PKK'ya silah bırak dese ve PKK/PYD de silah bırakmasa, ne olur?
Türkiye, çözüm sürecinde muhatap olarak DEM ve PKK'yı görmekle ikinci kez hata yaparsa, ne yaparız?
Sürecin adını İstanbul/Ankara koyup yolumuza devam edebilir miyiz?
Bu soruların çözümü esasen çok basit.
Çünkü bugün Türkiye, Irak ve Suriye'nin yakınlaşmasıyla kurulacak bir çekirdek İslam dünyası ittifakıyla bazı sorunlar çözülebilir.
Demokrat İsrail (?) soykırım yaparken ancak Suriye'nin her yerinde, Mardin'de ya da Irak Şengal'de herkes iç içe yaşayabiliyor.
DEM ve Batı(l) zihniyeti (Baas veya kantoncu, çukur, tünel ve lağımcı Apozim) yerine başta Selahaddin-i Eyyubi, Molla Gürani, İdrisi Bidlisi, Ahmede Xane, Şehrizor'lu (Şüleymaniye ve çevresi) Anadolu, Kafkasya, Irak ve Suriye'deki Nakşibendiliğin öncüsü ve 18'inci asrın müceddidi olarak kabul edilen Mevlana Halid-i Bağdadi (Bu konuda ayrıntılı bilgi için bu yazıya bakınız), Saidi Nursi ve Millet Kütüphanesi'nin kurucusu Ali Emiri Efendi (1857-1924) ile Kürtler, İslam Birliği'ne en az 4 yerde hayati derecede rol oynadılar.
Anadolu'nun Bizans'tan alındığı Malazgirt Savaşı (1071), Anadolu'nun, Harezmşahlara karşı Selçuklu Devleti'ne tapulandığı Yassıçemen Savaşı (1230), Anadolu'nun İran'a karşı Osmanlı hâkimiyetine girdiği Çaldıran Savaşı (1514), Kurtuluş Savaşı'nda, Rusya, İngiltere ve Fransa'ya karşı gösterdiği destansı direniş (1918-30).
Konuyu Prof. Dr. Mustafa Müslim'in sözleriyle tamamlasak şimdilik yeterli gibi:
Tarih bugün yine tekerrür ediyor. Rusya ve ABD Kürtleri destekliyor, özellikle de Suriye'dekileri. Çünkü belli niyetleri ve belli çıkarları var. Bu bölgede yalnızca Türkiye bunlara karşı çıkıyor. 'Arapların ve Kürtlerin sayesinde onların belini bükebiliriz. Suriyeli Kürtlerin eliyle Türkiye'ye vuralım' diyorlar. Amaçlarına eriştiklerinde Kürtleri tekrar yüzüstü bırakacaklar. Kürtlerin kendi tarihlerinden ders çıkarmaları ve büyük devletlere güvenmemeleri gerekir. Burada ben şunu diyorum: Kürtler bulundukları ülkede Müslümanlarla el ele vermeleri gerekir. Kürtler, Türkiye, Suriye, İran ve Irak'ta, Kürtlerin hakkını tanıyan ve kabul eden Müslümanlarla hareket etmeliler. Kürtlerin siyasi ve kültürel haklarının olduğunu kabul eden Müslümanlarla olmalılar. Çünkü böyle Müslümanlar ancak Allah'tan korkarlar.
Yabancı ülkelerin Kürtleri bilerek böldüğünü kaydeden Müslim, "100 yıldır, Birinci Dünya Savaşı ve Sykes-Picot Antlaşması'ndan sonra Osmanlı Devleti dağılma dönemine girdiği zaman, Almanya, Fransa ve Britanya, Osmanlı Devleti'ne bağlı milletlerin kalkışmaya girişmelerini arzuladılar. 1900'den önce Osmanlı'ya 'hasta adam' derlerdi, yani ölüm döşeğindeki kişi. Bu yüzden Osmanlı toprağı ve mirasını paylaşmayı planladılar. Böylelikle bütün unsurları bu plan doğrultusunda böldüler. Kürtler için de 'Dilleri, gelenekleri ve toprağı olan bir millet var. Din ve inançlarında samimidirler, ahlaken yozlaşmış değiller ve inançları ile başları diktir. Eğer böyle devam ederse içlerinden tekrar, Avrupa için tehlikeli olacak bir Selahaddin'in çıkması hiç de uzak değildir' dediler. Bu yüzden Kürtler devlet olmasın diye, Kürtleri beş parçaya ayırdılar ve Avrupa Selahaddin'in intikamını Kürtlerden alıyor" şeklinde konuştu.
Şu anda da Kürtlerin, Evangelist ve Siyonist Batı karakolu İsrail'e karşı beşinci zaferi hediye edeceklerini düşünüyorum.
İsrail'in mankurdu olan düşüncelerden de bir hayır gelmeyeceğini düşünüyorum. Bunun en somut örneği de Prof. Dr. Mustafa Müslim ve PYD eski başkanı Salih Müslim'dir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish