Bundan tam 18 yıl önce, Lübnan'da İsrail ve Hizbullah arasındaki savaş devam ederken, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, ateşkes çağrılarını reddetmiş ve savaşı "yeni Ortadoğu'nun doğum sancılarının" bir parçası olarak nitelendirmişti.
Bugün ABD bir kez daha kendisini İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun Ortadoğu'yu yeniden şekillendirmeyi amaçladığı yayılmacı politikanın içinde buldu.
Dış güçlerin Ortadoğu'yu yeniden şekillendirmeye yönelik devam eden girişimleri, temel bir gerçeklik olarak bölgenin (Arap ülkeleri, Türkiye, İsrail ve İran gibi) büyük güçlerini birleştiren kapsamlı bir siyasi ya da güvenlik çerçevesi geliştirilemediğini ortaya koyuyor.
İstikrarlı bir bölgesel yapı olmadan, siyasi sistemler birbirinden farklı kalmaya ve devletler arası çoklu çatışmalara girmeye devam ederse, Ortadoğu dış müdahalelere ve hırslı planlara karşı savunmasız kalmaya devam edecek.
Bir önceki dönüşüm dalgası radikal İslamcıların 11 Eylül 2001 saldırısı ile başladı.
Dönemin ABD Başkanı George W. Bush yönetimini bölgede geniş çaplı bir askeri operasyon başlatmaya itti.
Amaç sadece Taliban ve Saddam Hüseyin rejimlerini devirmek değil, aynı zamanda İran ve Suriye'yi de dramatik bir şekilde dönüştürmek ve böylece ABD ile müttefik olan ve muhtemelen demokratikleşen bir Ortadoğu yaratmaktı.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Şu an süregelen çatışma, bu kez Hamas Hareketi tarafından İsrail'e yapılan radikal İslamcı bir saldırı sonucunda patlak verdi.
Bunun üzerine İsrail hükümeti, sadece Hamas'ı yenilgiye uğratmak ve Gazze Şeridi üzerindeki kontrolü yeniden sağlamak için değil, aynı zamanda önce İran'ın bölgedeki vekilleriyle sonra da İran'ın kendisiyle yüzleşerek Ortadoğu'yu yeniden şekillendirmek için askeri güç kullanmaya yönelik geniş ve agresif bir strateji geliştirdi.
ABD yönetimi, bu kez çatışmayı kontrol altına almaya ve ateşkes anlaşması için girişimlerde bulunmaya çalışarak işe başladı. Ancak bu girişimlerin hepsinin başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından ABD kendisini, İsrail'in daha iddialı ve tehlikeli dönüştürücü stratejisinin yanında buldu.
ABD, Ortadoğu'yu etkilemeye ve yeniden şekillendirmeye çalıştığı uzun bir geçmişe sahip.
Bu girişimler kimi zaman olumlu kimi zaman olumsuz, kimi zaman başarılı kimi zaman da başarısız sonuçlar verdi.
ABD, bir asrı aşkın bir süre önce Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılmasından sonra Arap topraklarını kontrol etmeye çalışan Avrupa'nın sömürgeci hırslarının aksine, halkların kendi kaderini tayin etme hakkını savunan dönemin ABD Başkanı Woodrow Wilson tarafından ortaya koyulan ve "Wilson İlkeleri" diye adlandırılan 14 madde çerçevesinde kendisini Avrupalı güçlerden ayırdı.
ABD, II. Dünya Savaşı'nın ardından bölgedeki İngiliz ve Fransız sömürge yönetiminin sona erdirilmesinde de kilit bir rol oynadı.
Bu rol, dönemin ABD Başkanı Dwight D. Eisenhower'ın 1956 yılında İngiltere, Fransa ve İsrail'in Süveyş Kanalı ve Sina Yarımadası'ndan çekilmesi konusundaki ısrarıyla doruğa ulaştı.
Bush yönetiminin Ortadoğu'yu yeniden şekillendirmeye çalışırken Afganistan, Irak, Suriye ve İran'da uğradığı korkunç başarısızlık, Eski ABD Başkanı Barack Obama'dan yine eski ABD Başkanı Donald Trump ve mevcut Başkan Joe Biden'a kadar peş peşe Beyaz Saray'a gelen tüm yönetimlerin bölgeyle ilgili büyük hedeflerden vazgeçmesine neden oldu.
Ancak ABD ve Sovyetler Birliği'nin Ortadoğu'yu rakip kamplar temelinde yeniden şekillendirdiği Soğuk Savaş dinamikleri bu sömürgecilik karşıtı ve bağımsızlık yanlısı duruşu baltaladı.
ABD, düşman olarak gördüğü hükümetleri peş peşe devirdi ve yerlerine kendisine sadık yöneticiler getirdi. Bunun en önemli örneklerinden biri 1953 yılında İran'da Başbakan Muhammed Musaddık'ın devrilmesine verdiği destektir. Bu olayın yankıları, ABD-İran ilişkilerinde halen etkili olmaya devam ediyor.
ABD aynı zamanda Suriye ve diğer Arap ülkelerindeki darbeleri de destekledi.
Sovyetler Birliği de müttefiki olan ülkelerde benzer bir yaklaşım benimsedi.
Bu, her iki durumda da otoriter rejimleri, polis teşkilatlarını ve istihbaratın Ortadoğu'daki rolünü güçlendiren bir dış müdahale modeli yarattı.
ABD, 1970'li yılların sonlarında Sovyetler Birliği'nin nüfuzuna karşı stratejisini değiştirerek 1979 yılında Sovyetler Birliği'nin işgaline karşı Afganistan'daki radikal İslamcı grupları destekledi.
Geçmişten beri ABD ile müttefik olan İran Şahı'nın 1979 yılında devrilmesinin ardından, Şah sonrası İran'ın Moskova ile yakın müttefik olacağından endişe eden ABD, İran'daki solcu ve komünist devrimci partiler yerine, Ayetullah Humeyni tarafından temsil edilen İslamcı alternatifi tercih etti.
Sovyetler Birliği'nin 1990'lı yılların başlarında çöküşü ABD'ye Ortadoğu'nun geleceğine yön vermesi için eşsiz bir fırsat sundu.
ABD, Irak'ın Kuveyt'i işgalinden sonra Körfez'de istikrarı sağlamak için uluslararası bir koalisyona öncülük etti.
Dönemin ABD Başkanı George H.W. Bush yönetimi bu başarıyı İsrail-Filistin ve daha geniş anlamda İsrail-Arap çatışmalarında bir atılım sağlamak amacıyla Madrid Barış Konferansı ile taçlandırmaya çalıştı.
Ancak Dışişleri Bakanı James Baker'ın çabalarına rağmen bu girişim arzu edilen barışı sağlamada başarılı olamadı.
ABD'nin geçmişten beri İsrail'e verdiği destek, Arap ülkelerindeki nüfuzunu sürdürme çabalarıyla çatıştı.
Washington, 1967 Arap-İsrail Savaşı'ndan sonra "barış sürecini" başlatarak bu çabaları diri tutmaya çalıştı.
Ancak aradan neredeyse 60 yıl geçmesine rağmen çözüm hala çok uzakta.
ABD'nin Ortadoğu'yu yeniden şekillendirmeye yönelik son girişimi, bu makalenin başında da belirttiğimiz üzere George W. Bush yönetiminin 11 Eylül saldırılarına karşılık vermesi ve bunu Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra ABD'nin Ortadoğu'daki sözde ezici askeri üstünlüğünü bölgeyi kendi lehine yeniden düzenlemek için bir fırsat olarak kullanmasıydı.
Washington, ABD öncülüğünde Nazi Almanyası ve İmparatorluk Japonya'sına karşı kazanılan askeri zaferlerin Batı yanlısı, kapitalist ve demokratik iki savaş sonrası devlet olan Batı Almanya ve Japonya'nın kurulmasına yol açtığı İkinci Dünya Savaşı senaryosunun tekrarlanmasını umuyordu.
Bush yönetiminin Ortadoğu'yu yeniden şekillendirmeye çalışırken Afganistan, Irak, Suriye ve İran'da uğradığı korkunç başarısızlık, Eski ABD Başkanı Barack Obama'dan yine eski ABD Başkanı Donald Trump ve mevcut Başkan Joe Biden'a kadar peş peşe Beyaz Saray'a gelen tüm yönetimlerin bölgeyle ilgili büyük hedeflerden vazgeçmesine ve bunun yerine diplomatik, ekonomik ve askeri varlığını sürdürürken, uzun süreli çatışmaları sona erdirmeye odaklanmasına neden oldu.
İsrail'in herhangi bir büyük eylem için ABD'nin askeri desteğine ihtiyaç duyduğu göz önüne alındığında, ABD'nin, İsrail'in İran konusundaki kararını etkileyen bir rol üstlendiği aşikâr.
Bugün ABD'de başkanlık için yarışan adaylar Donald Trump ve Kamala Harris de bu eğilimi yansıtıyor.
Trump, eğer başkan olarak kalsaydı, Hamas'ın İsrail'e yönelik saldırısının gerçekleşmeyeceğini savunurken Harris, mevcut çatışmaların sona erdirilmesi için ateşkes çabalarına odaklanıyor.
Öte yandan her ikisi de İsrail'e yönelik güçlü desteklerini açıklamaya devam ediyorlar.
Bu da İsrail'in geçtiğimiz yıl ve önümüzdeki aylarda ABD'nin Ortadoğu politikasına etkin bir şekilde hâkim olmasını sağladı.
İsrail Başbakanı Netanyahu hükümeti, son ABD yönetimlerinin uyguladığı stratejinin aksine, aktif olarak dönüştürücü bir bölgesel strateji izliyor.
Yeni Ortadoğu'yu radikal bir şekilde şekillendirmek amacıyla İran ve vekilleriyle yüzleşmeye, onları yenmeye ve Filistin toprakları üzerindeki Filistin egemenliği umutlarını tamamen sona erdirmeye odaklanıyor.
Netanyahu hükümeti, 7 Ekim'den önce hem Hamas hem de Hizbullah ile sürdürülebilir anlaşmalara sahip olduğuna ve bu güçlerin İsrail'e düşmanca davranmaya devam edeceğine, ancak büyük bir tehdit oluşturmayacağına inanıyordu.
Hem İsrail sağı hem de İslamcı hareketler iki devletli çözüme karşıydılar ve kendi çıkarları doğrultusunda hareket ediyorlardı.
İsrail'in İran'ın nükleer silah elde etmeye doğru ilerlemesinden derin endişe duyduğu doğru olsa da bunun sınırlarında acil bir kriz yaratacağını asla hayal etmemişti ve şu anda sahip olduğu aciliyet duygusuna da sahip değildi.
O tarihten sonra İsrail'in stratejisi kökten değişti. Hamas'a ve Hizbullah'a karşı düzenlediği yıkıcı operasyonların ardından İsrail, İran-Irak Savaşı'ndan bu yana ilk kez İran içinde kayda değer bir hava saldırısı gerçekleştirdi.
Bu tırmanışın boyutu belirsizliğini koruyor ama İsrail'in herhangi bir büyük eylem için ABD'nin askeri desteğine ihtiyaç duyduğu göz önüne alındığında, ABD'nin, İsrail'in İran konusundaki kararını etkileyen bir rol üstlendiği de aşikâr.
ABD'de 5 Kasım'da yapılacak başkanlık seçimlerini kim kazanırsa kazansın, yeni başkan önümüzdeki yılın ocak ayında göreve başlayacak ve daha çok İsrail Başbakanı Netanyahu ile İran'ın Dini Lider Ali Hamaney tarafından yeniden şekillendirilen bir Ortadoğu ile karşı karşıya kalacak.
İsrail ve İran'ın topyekûn bir çatışmaya girmeden karşılıklı saldırılarda bulunmaları ve böylece aralarında bir tür karşılıklı caydırıcılık tesis etmeleri, söz konusu senaryolar arasında en olası olanı.
Bu durumda ABD'nin yeni yönetimi Gazze Şeridi'ndeki ve Lübnan'daki çatışma sonrası müzakerelere ve İran'ı müzakere masasına geri döndürmek için yaptırımlar ile diplomasi arasında bir denge kurmaya çalışacaktır.
İkinci bir senaryo ise İsrail'in, İran'a karşı birçok saldırı düzenleyerek İran'ı, Netanyahu'nun saldırılarını frenlemesi için derhal diplomasiye başvurmaya, nükleer programı ve diğer konularda ABD'ye tavizler vermeye itmesi.
Böyle bir durumda yeni seçilecek ABD başkanı, İran'ın nükleer programına ilişkin planlarını ele almak ve onu bölgedeki vekillerini silahlandırdığı ileri savunma stratejisinden vazgeçirmek için bu diplomatik açılımlardan faydalanabilir.
Üçüncü senaryoya göre İran, İsrail'in saldırılarına sadece İsrail'e misilleme yaparak değil, aynı zamanda Körfez bölgesi ve Hürmüz Boğazı'ndaki enerji nakil yollarını kesintiye uğratarak da misillemede bulunabilir.
Bu, İran'ın küresel bir enerji krizinin fitilini ateşlemek için yapacağı hesaplı bir hamle olacağından herhangi bir ABD başkanını derhal duruma odaklanmaya ve gerilimi düşürmek için İsrail üzerinde ciddi bir baskı kurmaya zorlayacaktır.
Başkanlık seçimlerini hangi aday kazanırsa kazansın ABD, Suudi Arabistan ve İsrail ile üçlü bir anlaşma arayışına girecektir. Ancak bunun için İsrail'de iki devletli bir çözümü tartışmayı kabul edebilecek bir hükümetin olması gerekiyor.
Eğer başkanlık seçimlerini Trump kazanırsa, Netanyahu'nun aşırı sağcı hükümetine ve daha güçlü bir ABD-İsrail ilişkisine karşı olumlu bir tutumla göreve başlayabilir ve geleneksel ABD politikalarından ayrılma ve kendi deyimiyle "dönüştürücü anlaşmalar" yapma becerisinden duyduğu gurura güvenebilir.
Trump ve ekibi, yukarıdaki bu üç senaryodan herhangi biri karşısında Netanyahu ya da sonraki bir İsrail yönetimiyle daha yakın ilişki arayışına girebilir.
Ancak Trump'ın ABD'nin çatışmalara uzun süreli müdahil olmasına karşı çıkmasıyla tanındığı da unutulmamalı.
Dolayısıyla Netanyahu önümüzdeki haftalarda hangi savaşa hazırlanırsa hazırlansın, Trump muhtemelen Beyaz Saray'a girer girmez "anlaşma yapma" aşamasına geçmek isteyecek.
Kendisini baskın bir karakter olarak gören Trump, Netanyahu'nun tıpkı Biden ve Harris'e yaptığı gibi kendisine de baskı altına alma ya da zayıflatma girişimlerini muhtemelen reddedecektir.
Netanyahu'nun Trump'ın yeni yönetimiyle ilişkilerde bu durumu göz önünde bulundurması gerekecek.
Öte yandan kazanması halinde Harris'in yönetimi, geçen yıl boyunca büyük ölçüde Netanyahu'nun etkisi altında kalan Biden yönetimi tarafından benimsenen ABD yaklaşımını sürdürebilir.
Bu yaklaşım, İsrail'in bazı eylemlerine karşı olduğunu ifade etmek ve gerçek bir stratejik etki yaratmadan, bunların sonuçlarını kontrol altına almaya çalışmaktan ibaretti.
Harris, muhtemelen yukarıdaki ilk iki senaryodan rahatsız olmayacak.
Ancak, çatışmanın Körfez'in enerji akışına yayılmasıyla bölgesel ve küresel bir krize neden olacak üçüncü senaryoyla başa çıkmakta büyük zorluk yaşayacağı kesin.
Başkanlık seçimlerini hangi aday kazanırsa kazansın ABD, Suudi Arabistan ve İsrail ile üçlü bir anlaşma arayışına girecektir.
Ancak bunun için İsrail'de iki devletli çözümü tartışmayı kabul edebilecek bir hükümetin olması gerekiyor.
Fakat her halükârda bir sonraki ABD başkanının önümüzdeki yıl ocak ayında yönetimini devralacağı ABD'nin Ortadoğu politikası, Washington'da alınan kararlardan çok İsrail ve İran'da alınan kararlar tarafından belirlenecek.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Bu makale Independent Türkçe için Londra merkezli Al Majalla dergisinden çevrilmiştir.