İsrail'in Lübnan'a yönelik mevcut işgali ile 2006 yılında Hizbullah'a karşı yürüttüğü savaş arasında birçok benzerlik olsa da son savaş, özellikle Lübnan'daki kayıplar açısından 18 yıl önceki savaşı çoktan geride bıraktı.
Lübnan Sağlık Bakanlığı tarafından 4 Ekim'de yapılan açıklamaya göre İsrail tarafından düzenlenen saldırılarda 2 binden fazla kişi öldü, 2006 yılında öldürülen sivil sayısı bin 191 olarak açıklanmıştı.
Mevcut savaşta ölen sayısı artacak gibi görünüyor.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Ancak Lübnan'da ölenlerin sayısındaki artış, mevcut savaş ile 2006 arasındaki tek önemli fark değil.
İsrail tarafındaki kayıplar nispeten daha düşük.
İsrail saldırısının doğası ve Hizbullah'ın gücünü budama stratejisi şimdiye kadar kayıp sayısının nispeten düşük olmasına katkıda bulundu.
İsrail'in kuzeyinde 7 Ekim 2023 tarihinden bu yana 33 İsrailli öldürülürken bu sayı 2006 yılında bir aydan biraz fazla bir sürede 165 olarak kayıtlara geçmişti.
2006 yılında yaşananlarla en büyük tezat hiç tartışmasız savaş alanından uzakta, uluslararası toplumda gerçekleşti.
2006 yılının temmuz ve ağustos aylarında uluslararası diplomatlar arasında yoğun bir faaliyet yaşandı.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde (BMGK) ve başka uluslararası mecralarda sık sık yapılan toplantılarda önde gelen küresel aktörler, savaşı sona erdirecek bir ateşkese nasıl ulaşılabileceğini tartıştılar.
Buna karşın 2024 yılında uluslararası toplum sessiz kaldı ve sessiz kalmaya devam ediyor. Ortadoğu ülkelerinin liderleri İsrail saldırılarını kınamakla yetinirken Batılı ülkeler, özellikle İsrail'in Lübnan'daki Birleşmiş Milletler Barış Gücü (UNIFIL) mevzilerini hedef almasının ardından itidal çağrısında bulundu.
ABD'nin en belirgin tutumu ise sağır edici sessizliği oldu.
ABD'nin neredeyse 70 yıldır Lübnan'daki en etkili dış aktör olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
ABD, Lübnan'daki Batı yanlısı hükümetin çöküşünü önlemek için 1958 yılında asker gönderdi.
Dönemin ABD Başkanı Ronald Reagan'ın Özel Temsilcisi Philip Charles Habib, 1982 yılında İsrail'in Lübnan'ı işgalinin ardından baş müzakereci olarak görev yaptı.
Bunun sonucunda Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) geri çekildi ve ABD'nin öncü rol oynadığı çok uluslu bir güç ülkeye konuşlandırıldı.
ABD, 2006 yılında İsrail'in Hizbullah'a saldırma hakkını desteklediyse de uluslararası toplumun çatışmayı sona erdirme çabalarına öncülük etti.
Ardından Başkan George W. Bush yönetimi başlangıçta BMGK'nın çatışmaların derhal durdurulmasına yönelik çabalarını engellemiş olsa da savaştan iki hafta sonra ateşkes için baskı yapmaya başladı.
Bu çabalar önceleri Avrupalı ve Arap diplomatların gözünde İsrail lehine olacak şekilde kayırıcı olarak seyretti ama sonunda Washington, BM'nin 1701 sayılı kararı almasıyla sonuçlanan daha dengeli bir çözümü benimsemeye ikna edildi.
ABD her ne kadar İsrail'e yakınlığını gizlemese de kendisini hala uluslararası toplumun lideri ve çatışmanın çözümünden sorumlu aktör olarak görüyordu.
Bugün ise Başkan Joe Biden yönetimini bu tür hesaplar yönlendiriyor gibi görünmüyor.
1 yıldır Gazze'de ateşkes anlaşması için müzakereleri başlatmakta başarısız olan Başkan Biden'ın ekibi, Lübnan'da başka bir girişimde bulunma konusunda hevesli olması mantıklı görünmüyor.
ABD'nin iç meseleleri de bu yönde bir rol oynuyor. Cumhuriyetçi Parti'nin başkan adayı Donald Trump'ın Demokrat Partili rakibi Kamala Harris'e kıyasla daha İsrail yanlısı olduğu düşünüldüğünde, Biden, İsrail yanlısı Demokrat oyların bir kısmını Cumhuriyetçilere kaptırma korkusuyla Binyamin Netanyahu'ya baskı yapmakta isteksiz davranabilir.
Her ne kadar ABD'li herhangi bir yetkilinin bunu açıkça itiraf ettiğini görmesek de ABD'nin jeopolitik öncelikleri, Başkan Biden'ı kısıtlayan iç faktörlerle birlikte 1982 ya da 2006 yıllarından bu yana dramatik bir şekilde değişti.
Beyaz Saray'ın sivillerin öldürülmesini kınadığına şüphe yok. Fakat gerçek şu ki, Lübnan artık Washington için eskisi kadar stratejik öneme sahip değil.
2006 yılı eski Başkan Bush yönetiminin Ortadoğu ülkelerini Batı yanlısı demokrasilere dönüştürmeyi amaçlayan "teröre karşı savaşı" zirvesindeydi.
ABD, bir önceki yıl, yani 2005 yılında Fransa ile birlikte, Başbakan Refik Hariri'nin öldürülmesinin ardından Suriye'yi Lübnan'dan çıkmaya zorlayarak daha Batı yanlısı bir hükümetin kurulmasını sağlayacağını umduğu seçimlerin önünü açtı.
Dönemin Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, 2006 yılındaki şiddet olaylarını "yeni bir Ortadoğu'nun doğum sancıları" olarak tanımlarken, Lübnan'ın ABD'nin bölgeye yönelik planları açısından ne kadar önemli olduğunun sinyallerini vermişti.
Ancak Hizbullah'ın ayakta kalması, Bush'un gündemini rayından çıkaran bir rol oynadı.
Benzer şekilde Washington, 1982 yılında FKÖ'nün Lübnan'dan çıkarılmasından memnun olsa da Soğuk Savaş dinamikleri ABD'yi bu çıkışın şeklini dikkatli bir şekilde yönetmeye sevk etti.
Lübnan'ın Sovyetler Birliği kampına geçmesi Washington'ın en son isteyeceği şeydi.
Benzer kaygılar 1958 yılında dönemin ABD Başkanı Dwight D. Eisenhower'ın müdahale etmesinde de rol oynamıştı.
Buna karşın Lübnan bugün böyle bir jeopolitik öneme sahip değil.
Hizbullah'a para ve silah akıtmaya devam eden İran dışında Lübnan, önceleri üzerinde nüfuz sahibi olmak için yarışan birçok dış aktör için değerini yitirmiş durumda.
Suriye, iç savaşın patlak vermesinden bu yana nüfuzunu yeniden kazanamayacak kadar zayıf. Hiçbir yeni güç, Lübnan'da nüfuzunu arttırmaya çalışmadı.
Türkiye uzun zamandır Lübnan'ın içinde bulunduğu kötü durumdan bahsetmekle birlikte ciddi bir nüfuz oluşturmuş değil. Benzer şekilde Rusya ve Çin de buraya çok az yatırım yaptı.
Dönemin Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, 2006 yılındaki şiddet olaylarını 'yeni bir Ortadoğu'nun doğum sancıları' olarak tanımlarken, Lübnan'ın ABD'nin bölgeye yönelik planları açısından ne kadar önemli olduğunun sinyallerini vermişti.
Lübnan'ı yıllardır etkisi altına alan mali kriz, bölgesel bankacılık merkezi olma özelliğini zayıflattığından yabancılar için cazibesini yitirdi.
Lübnan, bölgenin bankacılık merkezi olduğu yıllarda, Suriye'deki iç savaş yüzünden yaz aylarında kara yoluyla Körfez ülkelerinden Beyrut'a akın eden turistlerin önünü kapattı.
Tüm bu faktörleri bir arada değerlendirdiğimizde, Lübnan'ın artık Soğuk Savaş ve Terörle Savaş dönemlerindeki gibi büyük bir ödül olmadığını, ABD'nin bugün savaşı durdurmaya yönelik ilgisizliğinin de bunu kanıtladığını görüyoruz.
Elbette bu durum değişebilir. Yeni faktörler Biden'ı ya da halefini savaşı durdurma konusunda yeniden harekete geçirebilir.
Gazze'de olduğu gibi, artan can kayıpları yeni diplomatik girişimleri tetikleyebilir. ABD'de özellikle başkanlık seçimlerinden sonra değişen iç durum, Biden'ı görevdeki son aylarında hem Lübnan hem de Gazze Şeridi'ndeki savaşla daha fazla ilgilenmeye itebilir.
Ancak jeopolitik hesapların değişmesi pek olası görünmüyor. ABD'nin genel olarak çatışmaları azaltma ve Ortadoğu'yu istikrara kavuşturma arzusunun ötesinde, Lübnan bir zamanlar sahip olduğu önemi kaybetti.
Dolayısıyla Washington'ın Lübnanlıları krizle kendi başlarına mücadele etmelerini istemesi kimse için sürpriz olmasa gerek.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Bu makale Independent Türkçe Londra merkezli Al Majalla dergisinden çevrilmiştir.