AKP mülteci politikasının Kayseri ve Suriye’deki saldırılara yansımaları

Faik Bulut Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Sosyal medya

30 Haziran 2024 tarihinde aniden Türkiye’nin gündemini değiştiren bir olay meydana geldi. Kayseri’nin Danişmentgazi Mahallesi’nde, Suriyeli bir çocuğun Suriyeli bir erkek tarafından taciz edildiği iddiasının ardından kendiliğinden başlamış görünen ve kışkırtıcı olduğu kadar önceden tertiplenmiş izlenimi de veren galeyan sırasında Suriyelilere ait çok sayıda işyeri ve araç tahrip edildi.

“Ülkemde mülteci istemiyorum!” sloganlarıyla protesto yürüyüşü yapan bir yüzlerce insan, biber gazı ve plastik mermiyle kendilerine engel olmaya çalışan kolluk kuvvetlerine rağmen durdurulamadı.

Türk bayrakları eşliğinde tekbir getiren Antepli bazı gruplar ise Suriyelilerin araçlarına zarar verdiler. Bu arada Suriyeli bir genç bıçaklandı. Olası bir kitlesel arbede ve çatışma, şehirdeki örgütlü demokrat işçi ve emekçiler tarafından önlendi.

Benzer mülteci karşıtı protestolar Bursa Çarşamba, Hatay Reyhanlı, Urfa Akçakale ve İstanbul’da Sultanbeyli gibi mahallelerde de yaşandı.
 


Suriyeli İnsan Hakları Aktivisti Taha Elgazi, Kayseri’deki saldırıların ardından kentte yaşayan Suriyelilerle görüştü. Ferhat Yaşar’a Gazete Duvar için konuşan Taha Elgazi’nin tespitleri şöyle özetlenebilir:

“Ben Türkiye’ye ilk geldiğimde İstanbul İkitelli’de kalıyordum. 2019’da benzer bir iddia ile İkitelli olayları patlak verdi. Suriyelilerin işyerlerini yıktılar.

İkitelli olaylarında devlet, saldırılarda malları zarar görenlere tazminat vereceğini ve saldırganları cezalandıracaklarını açıklamıştı. Üzerinden 5 yıl geçti ne tazminat verdiler ne de saldırganlar cezalandırıldı.

Kayseri’deki ailelerle görüşürken şunu gördüm: Konu sadece işyerlerinin yakılması, yıkılması, araçların ezilmesi değil. Suriyeli sığınmacıların evlerine taş atmak, camları kırmak... Gençler, mahalleden geçerken, ‘Burası Suriyelilerin evi’ diyerek taş atıyorlar, camlarını kırıyorlar. Bunlar korkunç!

Ben orada kendimi Urfalı olarak tanıttım. Ancak bu şekilde gezebildim. Bu Kayseri olayları İkitelli, İzmir Torbalı, Urfa Bozova olaylarına benziyor. Bu olayların da ortak noktası yine aynı iddialardı. Sonra ortaya bir şey de çıkmadı.

Geçtiğimiz hafta İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya Antep’e gitti. Oradaki STK’lerle görüştü ve göç konusunu dile getirdi. İçişleri Bakanlığı ile Göç Başkanlığı ‘düzensiz göçle mücadele’ adı altında aslında düzenli göçmenleri de düzensiz göçmen noktasına getiriyorlar.

Mültecilerin durumu geçici koruma statüsünde olsa bile, medyada olumsuz bir noktaya getirildi. Hal böyle olunca, insanlar göçmenlere terörist ve sorunlu olarak bakıyor. Bunun sorumlusu Göç Başkanlığıdır.

Siz düzensiz göçmenlerle mücadele ederken, düzenli olan, oturum izni alanların hakkını kim savunacak? İçişleri Bakanlığı ile Göç Başkanlığı’nın görevi göçmenleri sınır dışı etmek mi yoksa kayıtlı olanların haklarını savunmak mı?

Kepçe düşünün... Yollarda park halinde olan Suriyelilere ait araçları eze eze gidiyordu. Kepçeye binip sokakta polisin önünde bunları yapmak nasıl bir cesarettir? Hükümet sanki bir alan açıyor, ‘Gidin ne yaparsanız yapın, tepkinizi gösterin, sonra biz müdahale ederiz’ mesajı veriyor. Dükkânları yakanlarla, yıkanlarla polis yan yana yürüyordu. 474 kişi gözaltına alındı. Peki, bu 474 kişi kimdir?

Bizim tespit ettiğimiz son dört yılda 16 kişi ırkçı saldırılarda öldürüldü. Bunun müsebbibi iktidardır. Pandemi zamanında, dar günde Erdoğan çıktı, ‘Biz Suriyelilere 40 milyar dolar harcadık’ dedi. Zaten bu açıklama ortalığı karıştırdı.

Cumhurbaşkanlığı seçiminin ardından yaptığı balkon konuşmasında Erdoğan, ‘Bir milyon Suriyeli ülkelerine dönecek’ ifadelerini kullandı. Bu da toplum içerisinde Suriyelilere yönelik gelişen tepkileri tetikledi.

Bizden nefret etmeyi geçtiler, artık bizi kabul etmiyorlar. Buraya geldi durum. Bu insanları nereye göndereceksiniz? Halkını varil bombalarıyla vuran bir diktatör var. Göç Başkanlığı, ‘Esad’ın bölgesine gitmeyin, Suriye’nin kuzeyine gidin’ diyor. Ama Savunma Bakanı Yaşar Güler, ‘Türk ordusunun Suriye’de kalması sürecek çünkü bizim hâlâ terörle mücadelemiz devam ediyor’ diyor.

Cumhurbaşkanı ve Savunma Bakanı Suriye’nin kuzeyini bir askeri operasyon bölgesi olarak görüyor ve bu devam ediyorsa, Göç Başkanlığı o bölgeyi nasıl güvenli görüyor? Burada çelişkili bir durum var.” (1)

Yukarıdaki gözlem ve tespitler bir yerde doğrudur. Ancak buradaki sorun sadece Türkiye’deki Suriye kökenlilerin durumlarıyla sınırlandırılmış görünüyor. Bölge ve dünyadaki gelişmelerden kopuk ele alınıyor. Aynı zamanda bu belirlemeler, Türkiye’de yaşayan kayıtlı- kayıtsız tüm sığınmacıların gelişmeleri yakından ve ayrıntılarıyla izlediklerini gösteriyor.

Bazı noktalara vurgu yaparak biz söylenenin ötesine geçmeye çalışacağız.

Her şeyden önce Türk-İslam Sentezi çerçevesinde düşünenlerin tipik bir özelliği var: Yalan yanlış söylentilerle kışkırtılıp yığınsal biçimde sokaklara dökülerek yağma, talan, adam öldürme, ev ve dükkânları tahrip etme gibi olayların vahşi failleri haline gelebiliyorlar.

Birkaç örnek verelim:

* 6-7 Eylül 1955’te, “Atatürk’ün Selanik’teki evi bombalandı” yalanı sonucu İstanbul’da bayrak ve tekbirlerle sokaklara taşan Türk-Müslüman güruh, başta Rumlar olmak üzere Ermeniler ve diğer gayrimüslimlerin mallarıyla mülklerini tahrip edip yağmaladı. Olaylar sonucu yaklaşık 15 kişi öldürüldü, 300 kişi yaralandı.

* 14 Şubat 1969’da Cuma namazından sonra Komünizmle Mücadele Derneği ile sağ kesimin denetiminde olan Milli Türk Talebe Birliği’nin öncülüğünde “Bayrağa saygı” mitingi düzenlendi.

Bu mitingde komünistlere karşı savaş açıldığı ilan edilerek halka iki gün sonra düzenlenecek olan 6. Filo’yu Protesto Yürüyüşünde komünistlere gereken dersi vermek üzere toplanma çağrısı yapıldı.

16 Şubat 1969’da İstanbul Taksim Meydanı’nda ABD’nin 6. Filo’sunu protesto etmek için 76 gençlik örgütünün toplandığı sırada olaylar çıktı. 2 öğrencinin öldürüldüğü, yüzlercesinin de yaralandığı olaylar daha sonra “Kanlı Pazar” olarak anıldı.

İzmir ve Trabzon’da da 6. Filo’yu protesto gösterilerinde sağcı grupların saldırısı sonucu 14’ü ağır, 130 kişi yaralandı.

Hint kökenli Amerikalı akademisyen Feroz Ahmed, bu olayı “organize bir faşist şiddet örneği” diye nitelemişti.

* 8 Temmuz 1969 tarihinde, Kayseri Alemdar Sineması’nda Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) üyeleri ve davetlilerden oluşan 800 aydın, açık tertip ve kışkırtmalarla o zamanın şeriatçıları ve devletin gizli güçlerinin elbirliğiyle yakılmak istendi. Cemselerle il sınırları dışına çıkarılan öğretmenler toplu kıyımdan kıl payı kurtuldu.

* Maraş’ta “Camii bombalandı” söylentisi ile kışkırtılıp seferber edilen kitleler (19 Aralık ile 26 Aralık 1978 tarihli) Maraş katliamı diye bilinen kırıma yol açtı. Alevilere, Kürtlere ve solculara yönelik toplu kıyım, yedi gün boyunca sürdü. İddianameye göre 111 kişi öldürüldü. Alevilere ait 559 ev yakıldı, 290’a yakın işyeri tahrip edildi.

* 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas’ta düzenlenen Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında Madımak Oteli’nin radikal İslamcı bir grup tarafından yakılması ve çoğu Alevi 33 yazar, ozan, düşünür ile 2 otel çalışanının yanarak ya da dumandan boğularak hayatlarını kaybetmeleriyle sonuçlanan Sivas Katliamı yakın tarihimizin kara lekelerinden biridir.

Sivas kıyımı sırasında emniyet görevlisi olan bir memur,  CHP’den bir milletvekiline şunu söyler: “Olaydan haberdardık. Ancak bu işin nereye kadar gidebileceğini görmek için müdahale edilmedi.”

Yukarıdaki örneklerden de anlaşılabileceği üzere çıkan-çıkarılan olaylar başından beri derin güçlerin tertibi sonucu veya kendiliğinden başlamış olsa da belli ki birtakım odaklarca yönlendirilmiştir.

Kayseri’deki mesele de çocuğa tecavüz gibi neredeyse alışılmış adli vakalardan biri değildir. Soru şudur: Yıllardan beri dini ağırlıklı kuruluş ve kurumlarda yaşanagelen onlarca çocuk istismarına ses çıkarmayan kişiler, nasıl olmuş da “mahallenin namusunu kurtarmak” için harekete geçmişlerdir?

Ülkü Ocakları Genel Başkanı Sinan Ateş cinayeti davasının görüldüğü günde Kayseri, Urfa, Antep, Bursa gibi milliyetçi-muhafazakâr tabanın bayrak ve tekbir getirerek göçmenlere saldırması bizce de manidardır.

Davanın yeterince gündeme gelmemesi için dikkatler başka yöne mi çekilmek istenmiştir? Yanı sıra göçmen ve mülteci sorununun müsebbipleri kendi sorumluluklarını mı gizlemek istemektedirler?

Kamuoyunca biliniyor ki: Yurt içi ve dışındaki olayları denetiminde bulunduran siyasi-ideolojik ekip, Suriye’deki savaşı bizzat körükleyip, sığınmacı akınından azami derecede siyasi çıkar sağlamaya kalkmıştır. Dolayısıyla Türkiye’ye iki türlü akın başlamıştır.

Savaş mağduru konumuna uymayan ipten kazıktan kurtulmuş türlü çeşitli çete, cihatçı, silahlı ve silahsız militanların kimlik göstermeden sınırı geçmesine göz yumulmuştur. Bu yüzden de at izi, it izine karışmış; kimi karanlık eller ve odaklar bu kesimden insanları tetikçi, kiralık katil, insan tüccarı veya savaş vurguncusu olarak kullanabilmiştir.

Ters yönden ülkeye akın eden dünyanın dört bir yanındaki cihatçı ve paralı askerler sınır boylarındaki serbest veya özerk bölgelerde başlarına buyruk serhat beyleri, akıncılar olarak hareket edebilmiştir.

On yıllardan beri derin odaklarla bağlantılı milliyetçi-mukaddesatçı kesimin “alamet-i farikası” haline gelen ve geleneksel olarak AKP-MHP çizgisine yakın duran yakıp yıkma heveslilerinin Kayseri, Sivas, Maraş, Antep, Urfa’da ortaya çıkmaları da rastlantı değildir. 

Şimdilik durulmuş görülse de Türkiye’deki potansiyel çatışma konularından biridir mülteci-yerli ihtilafı. Bu çatışmanın iktidarın çeşitli kademelerini etkilemesi de muhtemeldir.

Milliyetçi-muhafazakâr bu güruhun yabancılara, bilhassa Suriyeli sığınmacılara yönelik nefret söylemiyle saldırısına karşı çıkanlar ise genelde insan hakları temelinde faaliyet gösteren demokrat, ilerici ve sol çevrelerdir.

Sosyal demokrat sayılmasa da öyle isimlendirilen CHP ve Kemalist çevreler, bu konuda akıl tutulmasına yakalanmış ve ucuz popülizm gereği yabancıları yurtdışı etme konusunda kimi zaman cevval kimi zaman da ikircikli bir tutum takınmaktalar.

Şimdi de Suriye cephesine bakalım: Kayseri ve benzeri yerlerdeki hadiselerle eşzamanlı olarak Türk ordusunun denetimindeki bölgelerde protesto ve silahlı çatışmalar yaşanmaktadır.

2 Temmuz 2024 tarihli Şark’ul Avsat gazetesinden aktarıyoruz:

“Gerilim dün Suriye’nin kuzeybatısında yer alan ve Türkiye tarafından yönetilen Halep’in kuzey kırsalına taşındı. Türkiye’den Halep’e giriş yapan kamyonlar yakıldı ve bayraklar indirildi. Göstericiler Halep’in batı kırsalındaki Atarib bölgesinde bulunan Türkiye’ye ait karakolun önünde Türk güçleriyle çatışmaya girdi, bu haber yayına hazırlanırken bir yaralı olduğu bilgisi geldi.

Suriye İnsan Hakları Gözlemevi (SOHR), Afrin kentindeki Türk karargâhına saldıran protestocular ile askerler arasında silahlı çatışma çıktığını ve yaralanmalar olduğunu bildirdi.”

 Silahlı çatışmalar neticesinde 14 kadar Suriyeli muhalifin öldürüldüğü sanılıyor.

İlk bakışta Kayseri, Antep, Urfa, Hatay gibi yerlerde Suriyeli sığınmacılara yönelik saldırılara tepki olarak sokağa dökülen Türkiye destekli Milli Suriye Ordusu (MSO) kontrolündeki insanların bu kalkışması, gerçekte Türkiye-Suriye yakınlaşmasına yöneliktir.

Nitekim Suriye İslami Meclisi (Suriye’de Diyanet kurumuna alternatif olarak 2014 yılında İstanbul’da kuruldu) isimli muhalif kuruluş, Erdoğan-Esat yakınlaşmasına karşı çıkarak “Suriye Rejimine karşı başlatılan devrimin sebep ve gerekçeleri henüz ortadan kalkmamıştır. Biz devletlerin çıkarlarını meşrulaştıramayız” şeklinde bir açıklama yaptı. (2)

Bu bildiri, aynı zamanda Suriye destekli Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu (SMDK) ile Milli Suriye Ordusu (MSO) bünyesinde istihdam edilen yaklaşık 100 bin milisin kaygılarını dile getirmektedir.

Erdoğan tarafından “Kuvayı Milliye” diye tanımlanan bu milislere göre: ‘Herhangi bir Suriye-Türkiye uzlaşmasından sonra AKP iktidarı kendilerini terk edecektir.” Aynı milisler, Türkiye’nin bu tür cihatçı militanları “Libya, Kafkasya ve hatta Irak Kürdistan bölgesindeki Kilit-Pençe gibi operasyon bölgelerinde paralı asker olarak kullandığını, neticede yüzüstü bırakılmayı asla kabul etmeyeceklerini” dile getiriyorlar.
Bu endişe ve kuşkular, 4 Temmuz 2024 tarihli Rusya basını (Nezavisimaya Gazeta) ve Suriye medyasında (El Vatan, El Nabd gibi) dile getirildi. (3)

Türk askeri ve sivil istihbarat yetkililerinden bazıları, olayların başlamasıyla birlikte milis komutanlarıyla görüşüp “bu tür hadiselere son verilmesi, aksi takdirde gerekenin yapılacağı yolunda” ciddi gözdağı verdiler. Bu arada olay çıkaranların tespit edilip tutuklanmaları süreci de başladı. Kanımca asıl tepkiler bahsedilen noktalarda yoğunlaşıyor.

Değinmekte fayda var: Rojava’daki Suriye Demokratik Meclisi, sınır bölgelerinde Türkiye karşıtı gösterileri intifada/yani kalkışma olarak niteleyip siyaseten destekledi ve gelecekte mutabakata varılması halinde güç birliği yapma çağrısında bulundu.

Kanımca doğruluğu tartışmalı bir tutumdur bu.

Beşar Esat yönetimine yakın duran siyaset uzmanı yazar Dr. Hiyyam El Zoobi, Şam ile Ankara arasındaki normalleşmeyi sevinçle karşılıyor. İkili mutabakat çerçevesinde ele alınacak esas konunun Heyet-u Tehrir’il Şam (eski El Kaide çizgisindeki El Nusra Cephesi) isimli cihatçı örgüt ile onun komutanı Ebu Muhammed El Cevlani dosyası olacağını yazıyor.

El Zoobi’ye bakılırsa Türkiye, El Cevlani’den vazgeçmesi karşılığında Suriye’den birtakım ekonomik (Suriye’nin yeniden inşası gibi) kazanımlar elde etmek istiyor.”

El Zoobi’nin analizini okumaya devam ediyoruz:

“Muhalif  SMO çatısı altındaki silahlı milisler de son olaylardaki karşıt tutumlarından belli olduğu üzere eskisi gibi Türk desteğinden yararlanamıyorlar. Ayrıca Türkiye, Antep-Halep otobanını yeniden faaliyete geçirdi. Ek olarak Halep ve kırsal alanında birbiriyle ihtilaflı milis oluşumları arasında koordinasyonu sağlayan üst düzey istihbarat yetkililerini geri çekti.

Türkiye ile ABD arasındaki sıcak olmayan ilişkiler de Batının muhaliflere desteğinde gerilemeye yol açtı. Bütün bunlar, Türk yönetiminin Suriyeli muhaliflerle arasına kara kedi girdiğinin işaretleridir.
O halde Erdoğan ile Esat’ın yakınlaşmasının zemini vardır.

Bu durumda:

1-HTŞ lideri El Cevlani, kendi emrindeki cihatçılarla ve SMO milisleriyle birlikte hareket ederek Suriye ordusuyla amansız çatışmaya girmek suretiyle İdlib’i viraneye çevirdikten sonra bölgeyi terk edebilir.

2-Kürt hareketi SDG kuvvetleriyle çatışmaya girmek suretiyle var olma mücadelesi vererek gücünü ispat eder.

3-Derken adım adım SDG’ye yardım eden ABD saflarına geçer. Nitekim iki IŞİD komutanının katledilmesi onun bölgesinde gerçekleşmişti.

4-Askeri ve siyasi bakımdan gözden kaybolup beklemeye girer ki, bu arada İdlib halkı El Cevlani’nin devrilmesi talebiyle sokaklarda gösteri yapmıştı.

Ezcümle; Türkiye-Suriye mutabakatından sonra İdlib’deki yerli ve yabancı cihatçılar ile Türkiye himayesindeki milislerin kaderi Suriye ordusu ve müttefiklerinin eliyle belirlenecektir.” (4)

Rusya Devlet Başkanı ile görüşen Cumhurbaşkanı Erdoğan, şu açıklamayı yaptı: “Türkiye, çözüm için işbirliğine hazırdır. Türkiye, sınırlarının hemen ötesinde bir ‘teröristan’ kurdurmamakta kararlıdır!”

Suriye Başkanı Esat, 3 Temmuz Çarşamba günkü açıklamasında  eskisi kadar köşeli ve katı bir tutum takınmak yerine daha yumuşak diplomatik bir üslup kullandı: “Türkiye, Suriye devletinin kendi toprakları üzerindeki egemenliğini tanıdığı sürece Türkiye-Suriye görüşmelerine açığız.” 

Rejime yakın El Vatan gazetesindeki şartlar daha açıktı: “Türkiye, İdlib ve sınır bölgelerinde himaye ettiği silahlı muhaliflere destekten vazgeçmeli; varılan mutabakat çerçevesinde askerlerini işgal ettiği bölgelerden çekmelidir.”

Öte yandan İran’ın da destek verdiği Irak hükümetinin Türkiye ve Suriye’nin Bağdat’ta buluşması girişimi, farklı yönde ilerliyor izlenimi bırakıyor.

Mesela 3 Temmuz tarihli El Vatan gazetesine diyor ki: “Suriye tarafı, Türkiye’den açık açık şimdiye kadar denetiminde bulundurduğu topraklardan askerlerini çekmeyi taahhüt etmesini ve himayesindeki milislerden desteğini çekmesini bekliyor. Bunlar ön şart değil; herhangi bir görüşmenin temel kuralıdır:”

Sürpriz bir gelişmeye daha bakalım: Irak İçişleri Bakanlığı Sözcüsü Mikdad Miri El Musevi; Duhok, Erbil ve Kerkük’te işyerlerinin yakılmasına ilişkin düzenlenen ortak basın toplantısında konuştu: “Yakalanan şahıslar, ifadelerinde başka bölgelerde de yangın çıkarmayı planladıklarını itiraf ettiler. Bu eylemlerin ardından Irak topraklarındaki Kerkük-Ceyhan petrol boru hattına da sabotaj yapmayı planlıyorlardı. Bağdat’ın ticaret merkezlerinden Şorca ve Sadr bölgelerinde de yangın çıkaracaklardı.”

Anadolu Ajansı’na bakılırsa yakalanan failler terör örgütü PKK mensuplarıdır.

Aynı basın açıklamasında konuşan IKBY ((Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi) İçişleri Bakanlığı Divanı Genel Müdürü Hemin Mirani ise, “Yangınların failleri, Kürdistan Yurtsever Birliği’ne (KYB) bağlı Anti Terör Servisi ile Peşmerge askeri birliğinde görevli kişilerdir ” dedi.  (5)

Basın açıklamasında çelişkiyi,  müphem ve kuşkulu bir durum var. Umarım oyun içinde oyun misali bir tertip değildir.

Bağdat’taki Türkiye-Suriye buluşması için, El Vatan gazetesi “şartlar henüz olgunlaşmamıştır” ifadesini kullanırken toplantının tarihi de kesinleşmedi.

Demek ki yol dolambaçlı ve uzun, süreç ise jeopolitik gelişmelerdeki değişkenlere bağlıdır.

Cumhurbaşkanı Erdoğan 2 Temmuz’daki yurt içinde sığınmacılara ile Suriye topraklarında Türk hedeflerine yönelik milis-çete saldırılarına ilişkin açıklamasında hem dış mihrak tespiti yaptı hem de uyarıda bulundu:

“Kayseri’de iğrenç ve rezil bir taciz vakası üzerinden aynı kaos planı tezgahlandı. İkinci perde ise Suriye’nin kuzeyinde sergilendi. Bunları kimin yazdığını çok çok iyi biliyoruz. Ne biz ne Suriyeli kardeşlerimiz bu sinsi tuzağa düşmeyeceğiz. Irkçı vandallığa ve provokasyonlara boyun eğmediğimizi altını çizerek söylemek istiyorum. Kimse kendini polisin, hâkimin, devletin yerine koyamaz…”

Bu arada Milli Savunma Bakanlığı “Suriye’deki kargaşanın kontrol altına alındığını” duyurdu. Buna rağmen içten içe kanayan ve kaynayan bir durum var. Neden?

Gazeteci Ümit Kıvanç’tan bir tespitle bu soruyu yanıtlayalım:

“Memleketimizi yönetenler, savaşların dışında mışında kalmamış, tâ içine dalmıştır. Hâlihazırda başka ülke topraklarındaki yerleşim birimlerini buradan gönderilen subaylar, idareciler yönetmektedir.

Türkiye toplumunun huzur ve güvenliği ‘perçinlenmiş’ falan değildir.

Hele büyük bölümü memleketimiz sınırları içinde yaşayan Kürtlerin TC sınırları dışındaki akrabalarını Türkiye’nin ezelî ebedî düşmanı görerek izlenen agresif politikaların barışla, istikrarla, refahla uzaktan yakından alâkası yoktur.

Suriye topraklarına yönelik, halen uygulanmakta olan askerî-siyasî planlar, hem barıştan hem de ‘bağlar’dan ne anladığınızı gayet güzel ortaya koymaktadır…” (6)

Sosyal medyada dolaşan kara mizah misali bir soruyu okudum: “Suriyelilerin Türkiye’de ne işi var?” Yanıtı da soruyla verilmiş: “Türkiye’nin Suriye’de ne işi var?”

Bize göre çözümün düğüm noktası tam da burada yatıyor.

Not: AKP iktidarının Suriye ve sığınmacılara ilişkin yanlış politikaları konusunda CHP’nin 10 maddelik bildirisi (https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/chpden-iktidara-10-maddelik-suriye-cagrisi-2222840) ile Gazeteci-yazar Mehmet Ali Güller’in makalesinin ayrıntıları (https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/mehmet-ali-guller/suriyesizler-2223597) meselenin özünü kavramanıza yardımcı olabilir.

Kaynakça:

1-) https://www.gazeteduvar.com.tr/taha-elgazi-anlatti-kayseride-neler-oluyor-haber-1702876, 2 Temmuz 2024.

2-) https://npasyria.com/188674/, 1 Temmuz 2024.

3-) نيزافيسيمايا غازيتا: المحميات السورية تهتز تحت قدمي أردوغان. https://nabd.com/s/139526778-5ba378/, 4 Temmuz 2024.

4-) الجولاني… على طاولة القرار التركي Temmuz 2024, Ray El Yom.

5-) https://www.aa.com.tr/tr/dunya/kerkuk-erbil-ve-duhokta-meydana-gelen-yanginlarin-faillerinin-teror-orgutu-pkk-mensuplari-oldugu-aciklandi/3262721, 1 Temmuz 2024.

6-) https://www.gazeteduvar.com.tr/ortaya-atilan-iddialar-hk-makale-1703244, 4 Temmuz 2024.

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

 

 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU