Mustafa Kemal gözlerini açtığında Doktor Abreveya ve Prof. Ömer Reşet İrdelep telaşlı bir şekilde ilaçları hazır etmeye çalışıyordu. Paşa dilinden zar zor dökülen sözlerle saatin kaç olduğunu sordu.
Saat 7 Efendim.
Etrafında olup bitenleri çok zor anlayan Paşa, bir kez daha saatin kaç olduğunu sordu. Bilinci iyice kapanmış ve etrafında olup bitenleri idrak etmekde güçlük çeken Mustafa Kemal’i son kez muayene eden İrdelep odadan çıkmak için hazırlandı.
Yarı baygın bir biçimde odayı süzen Paşa’nın dilinden güç bir biçimde dökülen iki kelime oldu;
Aleyküm Selam
Ne İrdelep ne de diğer doktorlar Paşa’nın selamı kime verdiğini anlamasa da bunlar genç Cumhuriyet’in en kudretli adamının dilinden dökülen son sözlerdi. Ardından ağır bir komaya girdi. İki gün sonra da hayatını kaybetti.
Hastalık, ihmaller ve yalnızlık
Mustafa Kemal’in hastalık süreci ilk kez 15 Kasım 1923 yılında Çankaya’da eşi Latife Hanım ile yemek yediği bir sırada ortaya çıktı. Paşa’yı biranda yakalayan sancı krizi yaklaşık 20 dakika sürmüş Doktor Refik Saydam’ın zamanında müdahalesi ile kontrol altına alınmıştı.
Aynı gün ağrının tekrar nüksetmesi üzerine Latife Hanım’ın zorlamasıyla Mustafa Kemal İzmir’e giderek yaklaşık iki ay burada dinlendi. Alkol ve kahveden uzak tutuldu, bu da Paşa’nın kısa sürede kendisini toplamasını sağladı.
Mustafa Kemal’e doktorlarının tavsiyesi şu yöndeydi; alkolden uzak dur, istirahat et, kahve içme ve sigarayı günde en fazla 10 ile sınırlı tut.
Mustafa Kemal bunların hiçbirine uymayacaktı. Hatta sigara konusunda çalışma ofisinde gizli paketler istifleyerek başta eşi Latife Hanım olmak üzere doktorları ile sık sık karşı karşıya gelecekti.
1927 yılına kadar irili ufaklı rahatsızlıklar dışında Paşa büyük oranda iyiydi. Alkol ve sigaradan ise hiç vazgeçmemişti; 22 Mayıs 1927 yılında şiddetli bir kriz Paşa’yı yatağında yakaladı.
Doktor Ömer Neşet Bey’in müdahaleleri ile Paşa o geceyi atlatabilmişti; ama bu kez kriz Paşa dahil herkesi başta da Sağlık Bakanı Refik Saydam’ı bir hayli korkutmuştu. Bu sebeple yurt dışından doktorlar getirtilerek Mustafa Kemal’e muayene yapıldı.
Doktorlar yeni bir şey söylemedi; istirahat et, sigara ve içkiden uzak dur.
Mustafa Kemal İstanbul’a geldikten sonra Ankara siyasetinden bir hayli uzak kalmıştı. Hayatı sıkıcı bir rutin almıştı. Bu durum Paşa’yı geriyor ve hastalığına rağmen içkiye olan meylini artırıyordu.
Bu durumu Hasan Rıza Soyak’a şöyle anlatacaktı;
Bunalıyorum çocuk, bunalıyorum. ... Ben burada bir nevi mahpus hayatı yaşıyorum. Çünkü gündüzleri ekseriyet yalnızım.
Herkes işinde gücünde ... Benim ise çoğu günler, bütün günümü değil, bir saatimi dahi dolduracak işim yok. Şu hâlde ya uyuyabilirsem uyuyacağım yahut bir şeyler yazacağım.
Arada biraz dinlenmek ve hava almak ihtiyacını duyarsam şehir içinde ve dışında ancak otomobiller ile gezintiler yapacağım. Ya sonra?
Sonra gene bu hapishaneye döneceğim. Ve kendi kendime bilardo oynayıp, sofra zamanını bekleyeceğim.
Bari sofrada bir değişiklik olsa ... Ne gezer... Bu sofra nerede kurulursa kurulsun karşımda aşağı yukarı hep aynı insanlar. Aynı yüzler... Hasılı bıktım, usandım çocuk ...
Mustafa Kemal Paşa günden güne eriyordu. Etrafındakiler Paşa’nın yüzündeki tebessümü çoktan unutmuştu. Hastalık öyle bir noktaya gelmişti ki güleç ve naif Mustafa Kemal Paşa gitmiş, onun yerine sürekli sinir buhranları içinde etrafındakilere öfkelenen bir Mustafa Kemal gelmişti.
Yakın arkadaşı Falih Rıfkı Atay durumu şöyle anlatıyor;
Bilhassa 1937'den sonra sinir dengesinin gitgide bozulduğunu görüyorduk. Pek alıngan olmuştu. Devamlı bir boşanma ihtiyacı içinde olan sinirlerini güç tuttuğunu hissederdik.
1937 sonbaharında uzun bir Almanya seyahatinden dönmüştüm. Florya'da beni kabul etti. Hâl hatır sordu. Bir müddet sonra da misafirler geldi, sofraya geçtik.
İçki aleminde sabahlara kadar kalsa hafızasının bulandığına pek az pek rastladığımız Atatürk, henüz ilk kadehi tamamladıktan biraz sonra, iki gece önce sofrada geçen bir vakayı ele alarak bana döndü.
'O akşam sen de buradaydın. Haklı mıyım, değil miyim' diye sordu.
İçim ıstıraptan burkuldu. Yarım saat öncesi bile hafızasından silinip gitmişti... Ve nihayet 56 yaşında idi.
Yakın koruması Kılıç Ali ise Paşa’daki değişimi şöyle naklediyor;
Sportmen denilecek kadar zinde, kabına sığmayacak kadar cevval olan Atatürk'te son 2 sene içinde, o zamana kadar hiç görülmemiş olan kırıklıklar, baş ağrıları birtakım halsizlikler ve yavaş ya yavaş da düşkünlükler arız olmaya başlamıştı.
O heykel gibi duran heykel gibi kükreyen güzel adamın mavi gözleri solmaya başlamış altın saçlarına kır düşmüştü. Günden güne halsizlikler daha da ziyadeleşiyordu.
Mustafa Kemal’in rahatsızlığı günden güne artıyor ve tam teşhis bir türlü konulamıyordu. Hatta rahatsızlığı karınca ısırmasından kaynaklı olduğu söylenmiş ve yaşadığı yer baştan aşağıya ilaçlanmıştı; ama gerçek teşhis Doktor Nihat Reşat Belgeler tarafından konuldu: Hastalık Paşa’nın ciğerlerindeydi.
Mustafa Kemal son günlerini İstanbul’da geçirdi. Halk, Mustafa Kemal’in hastalığının her evresini radyodan canlı olarak dinliyordu. Memleketteki en önemli mesele Paşa’nın rahatsızlığı olmuştu.
Ölümünden yaklaşık iki hafta kadar önce Paşa ağır bir komaya girdi. Doktorlar büyük bir çaresizlik içinde Paşa’yı hayatta tutmak için birçok yeni tedaviyi devreye soktu. Paşa 21 Ekim günü gözlerini açmayı başardı.
Uyandığında kız kardeşi Makbule Hanım vardı. Kız kardeşi mütemadiyen Kur'an-ı Kerim okuyor ağabeyinin iyileşmesi için çaresizce dua ediyordu; fakat olmadı Paşa 10 Kasım 1938 yılında saat 9 sularında hayata veda etti.
Makbule’nin çaresiz feryatları olmasaydı Paşa’nın cenaze namazı kılınmayacaktı
Öğleye doğru radyodan ölüm haberi tüm yurda duyuruldu. Ülke büyük bir mateme sürüklendi. O gün belediyeler ve devlet daireleri paydos etmişti, hatta küçük esnaf bile kepenk indirmişti. Olay derin bir üzüntüye sebep olmuştu.
Mustafa Kemal Paşa’nın na'şının 19 Kasım günü Dolmabahçe’den Ankara’ya götürülmesine karar verildi. Tam bu sırada bir tartışma başladı; Paşa’nın cenaze namazı kılınacak mıydı ve kılınacaksa nerede kılınacaktı.
Fahrettin Altay Paşa o gün oradaydı ve tartışmayı şöyle anlatıyor;
Programa göre cenaze İstanbul’dan alınacak, Ankara’ya gönderilecekti. Ankara’ya sordum: Cenaze namazı İstanbul’da mı yoksa Ankara’da mı kılınacak?
Akşama kadar bir cevap alamadığım için akşam tekrar sordurdum. ‘Yarın sabah Başbakan Celal Bey, oraya gelecek. Görüşürsünüz’ cevabını aldığım vakit hayret ettim.
Acaba bunda görüşecek ne vardı? Ertesi sabah Bayar, geldi. Dolmabahçe Sarayında görüştük. Cenaze namazı konusunda düşünceleri, İstanbul’da veya Ankara’da cenaze namazı esnasında bazı dini olaylar meydana gelmesinden laik hükümet çekiniyordu.
Kendilerine ben, 'Bir şey olacağını sanmam. Bu gelenek olmuş bir dini vecibedir, namaz kılınmazsa bu millet elli sene sonra, yüz sene sonra mezardan çıkarır, namazını kılar. Onun için namaz kılınmayacaksa, beni vazifemden affetmenizi rica ederim' dedim.
Üstelik Mustafa Kemal Paşa’nın kız kardeşi Makbule Hanım cenaze namazının kılınması konusunda hükümetin tavrını öğrenmiş ve Dolmabahçe Sarayı’nı ayağa kaldırmıştı. Ağabeyinin cenaze namazı kılınmadan Dolmabahçe Sarayı’ndan çıkarılmasına izin vermeyeceğini söylüyor ve tavrını açık bir şekilde ortaya koyuyordu.
Atay, Bayar’ın Dolmabahçe Sarayı’na gelişi ve sonrasında yaşananlar üzerine şöyle dediğini aktarıyor;
Benim babadan kalma hocalığım da var ya… Cenaze namazının camide kılınmaması halinde istifa edeceğini söyleyen Altay’a, bunun farz değil farz-ı kifaye olduğunu anlattım.
Cenaze kaldırılmadan önce namazın kılınmasının şeriata aykırı olmadığını, yani dini hükümlere aykırılık bulunmadığını izah ettim.
Böylece Dolmabahçe Sarayında Vakıflar Müdürü tarafından Atatürk’ün cenaze namazı kıldırıldı.
Namazdan önce Makbule Hanım hole çıkarak Başbakan Celal Bayar’ın kardeşinin cenaze namazının kılınmasını istemiş ve aksinin ağabeyine büyük bir kötülük olacağını söylemişti.
Bayar da Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi’ye ulaşarak namazın Dolmabahçe’de kılınıp kılınamayacağını sordu.
Börekçi şöyle cevap verdi;
O'nun cenaze namazı, tertemiz hale getirdiği bütün vatanda, bu farizanın yerine getirilebileceği her yerde kılınabilir.
Makbule Hanım ve Fahrettin Altay Paşa’nın muhalefetine daha fazla direnmeyen Başbakan Celal Bayar, Mustafa Kemal’in cenazesinin kılınmasına müsaade etti; ama tekbirler Türkçe getirildi.
Mustafa Kemal Paşa’nın cenaze töreninde yaşanan büyük facia: 11 ölü 40 yaralı
Alman arkeolog Dörner o gün Dolmabahçe Sarayı civarındaki kalabalığı şu şekilde anlatıyor;
Yüksek demir kapılar ardına kadar açılmış, güller solmuş, fıskiyeler susmuştu; sadece sarayın merdivenlerinden çıkan yüz binlerce insanın ayak sesi duyuluyordu. Haberi duyan yola koyulmuştu.
Düzgün kıyafetleri içinde memurlar, balıkçılar, hamallar, tüccarlar ve işçiler, yaşlı solgun yüzlü siyah çarşaflı kadınlar arasında kürklü mantolu hanımlar, herkes yas tutuyordu.
Tek bir kişi bile sarayın halılarına, resimlere, kristal avizelerine bakmıyordu, tüm bakışlar sadece yüksekte duran, yanında genç subayların bronzdan heykellermiş gibi dimdik nöbet tuttukları tabuta dikilmişti.
Sabahın erken saatlerinde İstanbul kalabalığı Dolmabahçe Sarayı civarında toplanmaya başladı. Öğlene doğru toplananların sayısı 50 bin kişiyi geçmişti. Böyle bir kalabalığın toplanacağı tahmin edilmediği için kalabalık içinde izdiham olayları yaşandı.
Yaşanan izdihamda içlerinde çoğu kadın ve bir de 15 yaşında bir çocuğun bulunduğu tam 11 kişi hayatını kaybederken 40 kişi de yaralandı.
Tunç Boran, Atatürk’ün cenaze törenini anlattığı makalesinde ölenlerin kimliğini şöyle açıklamakta;
1) Deniz Yolları İşletmesi Müdürü Raufi Manyas'ın kızı Bilun (16 yaşında)
2) İstiklal Caddesi 236 numarada oturan Anna (58 yaşında)
3) İstiklal Caddesi'nde Yıldırım Apartmanında oturan Bayan Roya
Koşnir,
4) Roya Koşnir'in kızı Bela Koşnir,
5) Bakırköy’den Aşçı Hatice (55 yaşında)
6) Kurtuluş’tan Sütçü Diyamendi (40 yaşında),
7) Topkapı Arpaemini Yokuşu Sokağında oturan Abdülhamit (50 yaşında)
8) Aksaray'da Laleli Caddesinde oturan Bayan Kevser Mehmet (35 yaşında)
9) Tarlabaşı 19 Numara'da oturan Satenik Ohannes (35 yaşında)
10) Saint Benoit Lisesi Öğrencisi Paul Kuto (15 yaşında)
11) Beyoğlu Lüksemburg Otelinde kalan Belçikalı Leon
Bu olay medyada çok büyük yankı bulmasa da İsmet İnönü Cumhurbaşkanı seçilir seçilmez İstanbul valisi ve emniyet müdürünü görevden aldı. Sonrasında geniş kapsamlı bir idari soruşturma başlatıldı.
Soruşturmanın sonunda kimse suçlu bulunmadı ve Dolmabahçe’de görevli polisler herhangi bir ceza almadığı gibi o günkü görevlerinden dolayı birçok polis terfi ve madalya mükafatı aldı.
* Daha kapsamlı bir okuma için Tunç Boran’ın “Atatürk’ün Cenaze Töreni: Yas ve Metanet” makalesi ve Fahrettin Altay’ın “On Yıl Savaş ve Sonrası” anıları okunabilir.
** Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish