Bir yere ait olma hissi ve ihtiyacı, kalabalığın mırıltısı ve sıcaklığı, yalnız kalmanın/bırakılmanın ürküsü ve ıssızlığı; işte o tipik mağara özlemi veya karasallık, kimi zaman meşum bir duygu olarak çöker üstümüze.
İnsanlığımıza dair bir aidiyet arzusu, olanca cesaretimizi tırpanlayarak bizi de oralı kılar.
O büyük cemaate ait olmanın hissi ve sıcaklığı kaplar yüreğimizdeki buzulları ve bizi de buyur eder "yurt"a ait olmanın konforuna.
Oradayızdır ve biliriz ki bizimkilerle kuşatılmışızdır. Tıpkı bir arı kovanının uğultusu gibi, ayırdına varamadığımız mırıltılarla esrikleşmeye teşnedir yüreğimiz.
Ama aklımız farkına varır hemen çarpıklıkların, aksamaların ve yalanların; buz keser yüreğimiz ve yalnızlığa çağırır bizi.
Yola ve yolculuğa; denizlere ve o uzak ufka.
Anımsarız o boğuntuyu, kalabalığın vahşetini, üstü örtülen cinayetleri ve konuşulamayan nakısaları.
Duyduğumuz artık pek de bir sevinç, yurdunda olmanın sevinci değildir.
Hesap sormak ve bu karanlık dünyayı aydınlatmak isteriz.
Ya da bırakırız kendimizi hayalini kurduğumuz o ılık dalgalara; kutup rüzgârlarına bırakıldığımız zamanları unuturcasına boyun eğeriz bu düşsel imgeye.
Adalet ve hakkaniyet yerine bizimkilerin o büyük uğultusuna ve toprağın düşsel bereketine tav olarak.
Tarihsicilik elan üzerinde yürünülen yolun en doğru, kaçınılmaz ve hatta kadersi bir yol olduğuna dair test edilmemiş bir inanç beslemektir.
Test edilmemiştir çünkü olası tüm farklı güzergâhlar ya da sapakların akıbeti belli değildir.
Mademki olmuştur, olgudur, izlenmelidir çaresizce ya da boyun eğilmelidir bu tanrısal akışa.
Ama akıl karşı kor yine: Neden tanrısal olsun ki, neden kendi çaresizliğimizi tanrısallık söylemiyle aklatalım ki?
Buna hakkımız olmadığı gibi, hak olan isyandır zulme ve bize dayatılan her türden haksızlıklara.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Oysa kimi yanal veya asli tutumlar, dip akıntılar, tarihin ve toplumun görünmeyen, göze çarpmayan ar(k)a sokaklarında, kendi mütevazı güzergâhlarında sessizce akmakta, yaşa(n)maktadır belki.
Ve belki günün birinde, fırsat bul(un)duğunda yeniden gün yüzüne çıkacak, keşfedilecek ve hatta belki de baskın bir eğilim haline de gelebilecektir.
Tarihsici de o zaman düne kadar lanetlediği bu akımı baş tacı ederek usulca ardına takılacaktır.
Nitekim bizzat Türkiye, yani elan içerisinde bulunduğumuz durum, son birkaç yüzyıllık tarihimizin ihtimallerinden birisidir.
Tıpkı AK Parti iktidarının da nasılsa kuvveden fiile çıkmış bir ihtimal olması gibi.
Öyle ki 1960 sonrasında Milli Görüş hareketiyle başlayan süreçte birkaç kez ray değiştirilmiş ve hatta gölgede bırakılan ama bir biçimde süregiden birçok akıntı bastırılarak gözden çıkarılmış veya tu kaka ilan edilmiştir.
En nihayetinde gelinen AK Parti süreci içerisinde bile birkaç kez makas değiştirilmiş ve güzergâh neredeyse tam aksi istikamete döndüğü halde tarihin hep aynı minvalde süregittiği yanılsamasına boyun eğilmiştir.
2010 sonrasındaki Gezi direnişi, Suriye sorunu, Barış Süreci ve 15 Temmuz Darbesi süreçlerinde bile farklı ihtimallerin denenmesi kadar gerçekleşmesi de mümkündü.
Sözgelimi Gezi sürecinde dillendirilen çevreci ihtimal dikkate alınarak yüz yıldır sürmekte olan İstanbul'un tarihsel dokusunun yıkımına ve nereye varılacağına dair hiçbir kestirimde bulunmadan sürdürülen bu aşırı büyümeye karşı bir tutum almak mümkün değil miydi?
Ki bu ihtimali vakti zamanında, 1999 depremi akabinde, rahmetli bilge mimar Turgut Cansever de teklif etmiş ama reddedilmişti.
Ona karşı tutulan yol ise müteahhitlerin izleğindeki bir tutumun, en olmayacak yerlere gökdelenlerin dikilmesine dayanan bir rantçılığın devamından başka bir şey olmamıştı.
O günden bu yana geldiğimiz hâl ise ortada.
Gezi'deki toplumsal itirazı bir de bu bakış altında okumak ve bastırılmış bu ihtimali diri tutmak mümkünken, bu toplumsal itiraz terörist bir kalkışım olarak mahkûm edilerek, üretilen hainlik yargısı, iktidarın ömrünü uzatmaya araçsallaştıran bir söyleme dönüştürüldü.
Oysaki bu itirazı yüz yıl öncesine kadar götürebilseydik, birçok Avrupa şehrinin yaptığı gibi kadim tarihsel dokuya el sürülmediği bir şehirleşme ihtimali de pekâlâ mümkün olabilirdi.
Öyle ki birçok Avrupa ülkesi, şehirlerine, özellikle de tarihsel dokuya çivi bile çaktırmamaktadır.
Hatta 100 yıl kadar önce İstanbul'un imarı için Türkiye'ye davet edilen ünlü mimar Le Corbusier de tam da bunu tavsiye ettiği için köktenci modernistlerimiz tarafından reddedilerek yerine İstanbul'u bu hale getiren birileri davet edilmiştir.
Onların getirdiği şehrin hali ise ortada. Oysa bu değer bilmezlik Avrupa'nın hiçbir şehrine reva görülmemiştir.
Geldiğimiz nokta ise İstanbul'un, müteahhitlerin insafına terk edilmiş bu dünyanın en eski ve en görkemli şehrinin, beton sevdalılarının elinde çirkefleştirilmesidir.
Üstelik bu korkunç ihanet yetmezmiş gibi, bu kadim şehir, şimdilerde Kanal İstanbul gibi akıldışı ve vahşi bir tehdit ile de karşı karşıya.
Suriye meselesinde de ortaya çıkan sorun barışçı bir biçimde çözülebileceği ve defalarca buna dair teklifler de gündeme geldiği halde, bunu teklif edenler lanetlenerek savaşın adım adım büyütülmesiyle, ucu Gazze'nin yıkımına dek varan küresel bir soruna yol açıldı.
Oysa bu sorunun hemen öncesinde bölgede, Suriye dahil, tüm Ortadoğu ülkeleriyle sınırların açıldığı Avrupa Birliği gibi bir model tartışılmakta ve buna dönük planlar yapılmaktaydı.
Ama şimdi tüm bunlar unutulup gitti ve artık tarihi geriye almanın imkânsızlaştığı bir biçimde saha tüm küresel güçlerin birbiriyle çatıştığı bir arenaya dönüştü.
Gazze'nin şimdiki haline vahlananlar, bu gelişmedeki paylarını unutmamalı ve hiç değilse bundan gerekli dersleri çıkarabilmeliler ama nerede?
Ya da barış sürecinde, tüm aksi etkenlere rağmen süreci diri tutmak, savaşı değil de barışı tercih etmek, dahası bu barışı sınırlarımızın da dışına, Suriye'ye, Irak'a, Lübnan'a ve Filistin'e kadar yaymak da mümkün değil miydi?
Şimdi ise çatışmacı siyasetlerin kırılganlaştırdığı bölge ülkelerini bu istikrarsızlık yazgısından çıkar(a)mamanın sorumsuzluğu kadar maliyetini de yaşamakta değil miyiz?
Ülkemizin ağır ağır sürüklendiği borçlanma batağının, önlenemeyen enflasyonun ve hayat pahalılığının temel sebebi bu savaşçı, dostluğa ve işbirliğine değil de çatışmaya ve düşmanlığa dayanan politikalar değil mi?
(S)İHA veya atom bombası hevesleri yerine bilgisayar yapmak, gıda krizine çareler bulmak, silah sanayisi yerine ulaşımı ve enerji ihtiyacını petrole bağımlılıktan kurtaracak kaynaklar üretmek mümkün değil mi?
Bölgeyi ve hatta dünyayı sarsan mültecilik sorununun ortaya çıkmasına sebep olan da, bu insanları yerinden yurdundan eden bu gibi akılsızca girişimler değil mi?
Bir başka mesele ise askeri vesayetin önüne geçebilmek ve siyaseti bu baskıdan kurtarabilmek için, olağan demokratik usullerin yeğlenmesi yerine, Fetullahçı cemaatle işbirliğine gidilerek ve devasa bir biçimde örgütlenmesine göz yumularak, yeni bir vesayet biçimine yol açılması değil mi?
Öyle ki, karşısında çaresizleşilen bu sorunun çözümü de ancak yeni bir darbe üzerinden, yani yüz yıllık demokratik tecrübemizin hiçbir işe yaramadığı bir askeri kalkışım üzerinden sağlanabilmiştir.
Bu ise Türkiye siyasetinin beceriksizliğinin ötesinde, kelimenin tam anlamıyla kör bir siyasal ihtirasa da işaret etmekte değil mi?
Öyle ki Genç Osman'ın yaşadığı o hazin sondan bu yana, siyasal alandaki yegâne sorun çözme biçimimiz doğrudan siyasal yolla sağlanamadığından hep askeri tedbirlere havale edilmektedir.
Aslına bakılırsa bu, askerlerin değil, siyaseti demokratikleştiremeyen ve kendine özgü yollarla sürdüremeyen siyasilerin yarattığı bir sorundur.
O siyasiler ki yüz yıldır bir anayasa bile yapamayıp, bunu bile hep askerlere havale etmediler mi?
Tarihte her zaman farklı yollar ve farklı bakışlar mümkündür.
Ve aslında bu bastırılmış, göz ardı edilmiş, üstü örtülmüş yollar, toplumsal bilinçaltında bir ihtimal olarak yaşayıp durmaktadır.
Tıpkı bir türlü olağanlaşamayan cumhuriyetin hep göz ardı ettiği demokrasi ihtimali gibi. Ve hatta neden farklı bir siyasal ihtimal olmasın?
Cumhuriyet ve demokrasi ihtimallerini de göz önünde tutan ama bu coğrafyanın kadim siyasal bilgeliğiyle yeniden buluşmayı umut eden bir güzergâh!
Kimileri için bu bir sapak ya da görkemli caddelere karşı bir patika olabilir.
Ama sorun belki de patikaların, küçümsenen o tali yolların ısrarla caddeleştirilmesi gibi büyüklük komplekslerinde ve ezberlerdedir; yoksa patikaların, farklı bakışlar ve ayrıksı yolların dikkate alınmasında değil.
Çünkü bu yollar tarihin tüketildiği o geniş caddelerin şaşaasına karşı özgürleşmenin aykırı izlekleri olarak sahici bir çıkışın da imkânlarıdır. Fütursuzdur ve belki gösterişsizdir.
Ama başlangıçta kim İbrahim'i, Yusuf'u, Musa'yı, İsa'yı ya da Muhammed'i dikkate almıştı ki? Küçümsenen her eleştiri, her farklı bakış, her itiraz, her aykırı sesleniş, işte bu izleklerdeki bir sadâyı yankılar.
Ve dikkate alınmayan her sadâ, bir kurtuluş ve özgürleşme ihtimalinin de hoyratça bastırılması ve harcanmasıdır.
Şayet Milli Görüş hareketi de ısrarlı ve hoyrat bir biçimde bastırılmaya çalışılmasaydı veya sosyalist hareketler terörize edilerek yok edilmeseydi, günümüz siyaseti daha özgün ve daha sahici olabilir; hepsi birbirinin kopyası olan çakma siyasetlerin çöplüğü haline de gelmezdi.
Mevzuya cari siyaset açısından bakan birileri ise meseleyi şöyle görebilir:
Ne olacak yani, güçlenmenin, kazanmanın bu tip yol kazaları olamaz mı?
Oysa mesele bu tip kazalarda değil, bu kazalardan ders çıkaramayan bir anlayışın ardında yatan zihniyettedir.
Mahmut'tan, Abdülhamit'ten, Mustafa Kemal'den beri süregelen ve siyaseti topluma yaymak istemeyen, seçkin ve otokrat bir zümrenin elinde tutmak isteyen bir zihniyetin darlığındadır.
Bu zihniyet ise bir kangren gibi topluma (aileye, mektebe, şirkete, devlete…) yayılarak her farklı bakışı ve aykırı görüşü, "ya, bir bakalım, belki içinde bir hakikat kırıntısı vardır" demektense lanetleyerek yok etmeye çalışan bir otokrasinin kuraklığına yol açmaktadır. Ve, kuraklık yayılıyor!
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish