Bize anlama yeteneğini kazandıran yazar; Ali Bulaç

M. Xalid Sadînî Independent Türkçe için yazdı

Ali Bulaç / Fotoğraf: Twitter

80'li yılların Hakkari'si. Küçücük bir şehir. Küçük diyorum ama, bana göre büyük bir şehir. İçinde şekerleme, bisküvi, lokum, top, ayakkabı ve elbise satılan dükkanların olduğu, lokanta denilen yerlerin bulunduğu başka bir yer görmemişim ki. Belki bir kez, daha çok küçükken, babamla beraber, bizim "Kon/Kone" dediğimiz kıl çadırını almaya gittiğimiz Yüksekova'yı da sayabiliriz.

Köydeyiz ama köyümüz şehre yakın. Gelip gidiyoruz. İlkokulu köyde bitirmişim ve artık şehirde İmam Hatip orta okuluna gidiyorum. Darbe, ihtilal, yönetime el koyma, sıkıyönetim, konsey, Kenan Evren gibi bir sürü kelimeler duyuyorum, ama gerçekten tam olarak ne anlama geldiklerini bilmiyorum. 

Kenan Evren'in insan ismi olduğu kesin. Ama babam dahil herkes onun isminden korkuyor. Etrafta öyle korkunç işkence hikayeleri anlatılıyor ki, insan kulaklarına inanamıyor.

12 Eylül 1980 darbesi olduğunda ben henüz 13 yaşında bir çocuktum.  

Gerçi, şimdi 13 yaşındaki çocuklar, artık çocuk değil, genç sayılıyorlar. Bugün 13 yaşındaki bir genç ise, eğer cep telefonu da var ise ve sosyal medyaya girebiliyorsa kendisini babasının yaşında hissediyordur. 

Lakin ben gerçekten çocuktum.

O yılların Hakkari'sinde bize rehberlik edecek, önayak olacak kimse yoktu. 

12 Eylül darbesi bir boldozer gibi gelmiş her tarafı dümdüz etmişti. 

Ondan önce DDKD, Rızgari, KAWA gibi bazı laflar, o tür örgütlerden olan bazı gençler olduğunu duymuştum. 

Şimdi o gençlerin tamamının tutuklandığını, önce Vakıflar yurdunda, sonra Diyarbakır'da sürekli işkence gördüklerine dair bir fısıltı vardı. Her şey fısıltı ile konuşuluyordu. 

Devlet ile ilgili her kelimede önce etrafa bakılır, sonra karşısındakinin bile zor duyabileceği bir fısıltı ile konuşulurdu.

Çok şeyi bilmiyorduk, ama bildiğimiz en önemli şeyler; 

Çarşıda, sokakta Kürtçe konuşmayacaksın,

Anarşist (o da neydi, nasıl bir şeydi, yeniliyor muydu, içiliyor muydu bilmiyorduk ama) olmayacaksın. 

Askere, Kenan Evren'e kötü laf etmeyeceksin.

O yıl kitap falan da görmedik sanırım. 

Sonraki yıl, il kütüphanesini keşfettik, ara sıra bazı kitapları ödünç alıp eve de götürebiliyordum. Okulumuzda kütüphane var mıydı, emin değilim. 

Hayır, hayır yoktu. Bağımsız bir kütüphane bölümü yoktu. 

Zaten okulumuzda iki sınıf vardı: Orta bir ve orta iki. Kitap da yoktu.

Evde "Delta" marka bir radyomuz vardı. Mümkün olan her gün yarım saat Kürtçe şarkı söyleyen Erivan radyosunu, ardından benzer bir yayın yapan Bağdat radyosunu dinliyordum. Daha teyp ve kasetle tanışmamıştık.

Düğünlerde, bazen de evlerde Kürtçe şarkı ve bizimkilerin "miqam" dedikleri uzun, hikaye gibi şarkı söyleyenler oluyordu. O kadar.

Tam o zamanlarda -1983 yılı olabilir- İran İslam Cumhuriyeti'nin Türkiye'ye yönelik radyosunu da keşfettim. Besmele ile başlıyor, sonra güzel bir Türkçe ile vaaz gibi sohbetler yapıyordu. 

Sohbetin içinde müstekbir, mustazaf, zalim, mazlum, mağdur, firavun, bel'am, emperyalizm, uluhiyyet vb. bazı kelimeler de duyardım. Bunların ne anlama geldiğini bilmezdim. Sanırım daha "sözlük" denilen şeyi de keşfetmemiştim.

Yine o yıllarda elime bir kitap geçti. Nereden, nasıl, kim verdi veya ben nereden aldım bilmiyorum. 

Ama "Gönül Doktoru" adındaki o kitap, yaralı gönlüme bir derman oldu diyebilirim. 

Hele Hollanda'dan gelmiş o Allah'ı inkar eden meymenetsize karşı Selim Hoca'nın şu sözleri; 

Başını kaldır da kardeşim, gökyüzüne şöyle bir bak! 

Direksiz duran bu muazzam tavan, büyük bir mimarın eseri olduğunu haykırmıyor mu?

Gökyüzünde asılmış bir pencere gibi, ışıklarını dünyamıza gönderen şu güneşe bak! 

Masmavi gökle, pırıl pırıl yanan şu altın sarısı güneşin meydana getirdiği manzaraya bak!..

Bırakalım uzaklara gitmeyi, kendi vücuduna bir bak!.. 

Elinin, ayağının, gözünün, kulağının nasıl çalıştığını düşün!..

Bütün bu harikulade eserlerin bir yapıcısı, bir ustası olması gerekmez mi? 

Sen nasıl ki, gözünle görüp elinle tutmadan, eserlerine bakarak elektriğin varlığına inanıyorsan, biz de gözümüzle görüp elimizle tutmadığımız halde, eserlerine bakarak Allah'ın varlığına inanıyoruz.


Bu sözler... ah bu sözler, dilimden ziyade beynime ve zihnime adeta pelesenk oldu. Tekrar tekrar zihnimden geçiriyordum. 

Yazın, merada yaylada bulabildiğim her çimende sırt üstü uzanıyor, gökyüzünü seyrediyordum. 

Direksiz duran bu muazzam çadırın sahibini inkar etmek mümkün müydü?

Okula devam ediyordum, kütüphaneye gidiyordum. Roman, hikaye vb. kitaplar da okuyordum. Ama Gönül Doktoru gibi tartışan ve bir şeyler ispatlayan kitaplar daha çok hoşuma gidiyordu.

Bu onulmaz arayış içinde neredeyse liseyi bitirecektik ki, okulumuza Hamit Gökgöz adında bir öğretmen gelmişti; diğer öğretmenlerden farklı, İstanbul'da yaşamış ve kitap yayınlayanlarla ilişkisi olan, ders dışında da bizimle konuşan, tartışan bir hocamız olduğuna sevinmiştik. 

Onun vasıtasıyla bazı yeni kitap ve dergiler, özellikle Girişim Dergisi'ni de gördük. 

Bu arada Zaman gazetesini de okumaya başladık.

Önce Girişim Dergisi sonra da Zaman gazetesindeki yazılarından tanıdım Ali ağabeyi (Abi diyorum, çünkü tanımadan önce de, tanıdıktan sonra da hep bir ağabey oldu benim için). 

O zamanlar yazar ve şairlerin üstün insanlar olduğuna inanırdım. 

Ali ağabeyin yazıları, biraz gençliğimin, belki biraz da cehaletimin verdiği müşevveş zihnime çok iyi geliyordu. 

Çünkü İslam'ı ve İslam'ın toplumsal hayat içindeki yerini, siyasette Müslümanların nasıl davranması gerektiği üzerine olan bu yazıları ufkumu açıyordu.

Her insanın hayatını etkileyen, - hani Orhan Pamuk'un Yeni Hayat kitabındaki ilk cümle "Bir kitap okudum, hayatım değişti" gibi -böyle bir kitabı, bir filmi vardır. 

Benim için de "Çağdaş Kavramlar ve Düzenler" adlı kitap, hayatımı etkileyen bir kitap oldu.

Çünkü o güne kadar, İslam'ı çağdaş düzenlere karşı tam olarak konumlandıramıyordum... Ama Ali ağabeyin şu cümleleri derdime merhem olmuştu; 

İslam, tarihsel boyutlarda her dönemde ve her ortamda var olan evrensel ve çağlarüstü bir mesajdır. 

Bu mesaj Allah tarafından gelmekte ve doğrudan insanı muhatap kılmaktadır. 

Belirli tarihsel devrelerin ürünü olmadığından belirli toplumlar da onu zorunlu olarak kendi sosyo-ekonomik şartlarından doğurmuş değildirler. 

Oysa kapitalizm, faşizm ve komünizm belirli bir medeniyetin, belirli bir toplumun ve belirli bir tarihin ürünüdürler.

(Çağdaş Kavramlar ve Düzenler, Çıra yayınları, 2016 İstanbul)


Ali ağabeyin bu cümleleri ve bu kitapta tartıştığı Çağdaş Düzenler; Marksizm, Kapitalizm ve Faşizm ile; muhafazakarlık, sağcılık, laiklik, sekülerizm, sınıf, burjuvazi, sosyalizm vb. gibi açıkladığı Çağdaş Kavramlar, beynimin kıvrımları arasında adeta akıyorlardı. 

O güne kadar çokça duyduğum, ama tam olarak tarif edemediğim ve bilincimde asılı tenekeler gibi duran bu kelime ve kavramlar yerli yerine oturuyor ve beni konuştuğum diğer insanlara karşı güçlü kılıyordu.

Zaman çok hızlı akıyordu. 

Hz. Peygamberin "Eşşebabu kısmun minec-cunûn" hadisine uygun; benim de deliliğim artıyordu. 

Bu arada Mevdudî'nin Kur'an'a Göre Dört Terim, Gelin Bu Dünyayı Değiştirelim; Seyyid Kutub'un Yoldaki İşaretler, İslam ve Kapitalizm Çatışması adlı kitaplarını tekrar tekrar okuyor, karşıma çıkan herkesi etiketleyecek kadar bilgi sahibi olmuştum. 

Ama bu bilginin amel ile hiçbir bağlantısı yoktu; kuru, lafazan ve amelsiz bir bilgi.

Bunalımlı süreç beni İstanbul'a Ali ağabeyin yanına, çalıştığı Kitap Dergisi ve Birleşik Dağıtım'a götürdü. 

İslamcı dediğimiz insanların okuduğu kitapların merkezine. 

Yüzlerce, binlerce kitapla karşılaştım orada.

Ali ağabeyi ilk defa orada kanlı ve canlı bir şekilde görünce, onun da bizim gibi bir insan olduğunu, yemek yediğini, üstüne üstlük sigara da içtiğini gördüm. 

Gıyabında sevdiğimden daha çok sevdim.

Sürekli okuyordu. Odasına çekilip orada okuyor ve yazıyordu.

Ben bu kadar okumasına şaşıyordum. Zaten yazar, daha niye okuyor ki, diyordum kendi kendime. 

Çok mütevazi bir insandı. Nazik ve çok da merhametliydi. 

Hep "aziz kardeşim" diye hitap ederdi bana ve orada çalışan herkese. 

Bana sürekli olarak okumayı ve asla namazı terk etmemeyi tavsiye ederdi.

Onun gölgesinde bulunduğum iki yılda durulup süzülmem gerekirken ben daha beter oldum.

Çünkü doktorum benim İslamcı yanımı tatmin ediyordu. 

Evet, ama bu kez Kürtlüğüm başıma bela oluyordu. 

Kendisi bir gün beni Murat Belge ile tanıştırırken, "Bu Xalit, önce Kürt sonra Müslüman" dedi. 

Murat bey ona "Peki, sen" diye sorunca "Ben önce Müslümanım sonra Kürt" dedi.

Bunca yıl içerisinde gerek Ali ağabey ve gerekse diğer İslamcı Kürt aydınlarında gördüğüm ve kendisine de söylediğim en önemli eksiklik -ki hiçbir insan kusursuz olamaz- bir aydın ve entellektüel olarak Kürt Sorunu ile ilgilenmiş, "Kürtlere Ağıt"lar yazmış, yıllar içerisinde bir çok toplantı, platform ve soruşturmalarda Kürt Meselesinde, Kürtlerin lehine dair yüzlerce şey söylemiş, Kürtler Nereye adında bir de kitap yazmış olmasına rağmen, insan olarak kendisini bu meseleden vareste kılmasıdır. 

Yani bir Kürt olmasına rağmen, kendi doğal Kürtlüğünü görmezlikten gelmiş. 

Gerçi hem çocukluğunun Mardin şehir merkezinde geçmesi ve orada Kürtlüğün daha az görünür olması, hem de Kürt medreselerinden eğitim almamış olması onun doğal Kürt kimliğini azaltmış. 

Ayrıca başka sebepleri de var:

Birincisi ve en önemlisi 1960’lardan itibaren Kürt meselesinin sadece solcular tarafından dillendirilmesi ve bu meseleye dair kanaatlerini dile getiren insanların sağ-muhafazakar habitattan dışlanmasıdır. 

Ali ağabey de, zaten daha evrensel ve daha büyük olduğunu sandığı, tıpkı Bediuzzaman Said-i Kurdi ve diğer ulema gibi, Müslümanların genel sorunları üzerine yazmanın ve konuşmanın, bu meseleyi de kendiliğinden çözümleyeceğine olan inancı olabilir.

Dedim ya Kürtlüğüm başıma bela oldu. 

Evet, Hakkari'de iken çok tabii olan Kürtlüğüm İstanbul'da siyasileşti. 

Bu sefer 80 öncesinde yazılmış Kürtlerle ilgili kitapları edindim ve nasıl ki İslamcılaşırken belli bir süreçten geçmişsem, bu kez daha kısa bir yoldan Kürtlük bilinci edindim. 

Özellikle İsmail Beşikçi hocamın kitapları ruhumu kavrıyordu. Bunu, hocamla ilgili yazacağım yazıya bırakıyorum.

Evet, Müslüman'dım, ama dinime karışan yoktu.  Kendimi Müslüman olarak ifade edebiliyordum.

Ama Kürt olarak hayır. İfade edemiyordum. 

Dilim yasaktı, kültürüm yağmalanmıştı. 

O yıllarda sayısı fazla olan Kürtçe ezgilere Türkçe sözlü şarkılar ve türkülerden tutun, Kürt ve Kürdistan ismini görmezden gelen her şey yüreğime bir hançer gibi saplanıyordu.

Tam o sıralar da Güney'de Saddam Hüseyin Kürdistan'a büyük bir saldırı düzenledi ve milyonlarca insan sınırlara dayandı. 

İçlerinde teyzem ve onun çocukları gibi yakın akrabalarım da vardı. 

Durum yürek paralayıcıydı. 
Ali ağabey, "Kürtlere Ağıt" diye bir yazı yazdı ve ben o yazıyı iki sokak üstümüzde olan haftalık Yeni Ülke gazetesine götürdüm. 

Diyarbakır Belediye Başkanı iken tutuklanan ve şimdi hapishanede olan Gültan Kışanak (o gazetenin editörüydü) hanıma verdim. İki gün sonra yayınlandı.

Yine o zaman Ali ağabeyin yardımıyla elbise, battaniye vb. gibi ev eşyalarını toplamaya başladık. Gelen giden herkese de söyledik. Kısa bir zamanda bir kamyonu dolduracak kadar eşya toplandı. 

Onları, daha sonra Mazlum-Der olarak örgütlenecek arkadaşlara verdik. Yanılmıyorsam, onların da ilk faaliyetleri bu yardımdı.

Ali ağabey, yeni kitaplar yayınlamaya ve bana öğretmeye devam ediyordu. 

Bir Aydın Sapması çıkmıştı veya ben o günlerde okudum. 

Bu kitabından öğrendim ki, aslında solcular sağcı, sağcılar faşist, SHP ve CHP gibiler nasyonal faşist, laikler Kemalist, milliyetçiler ırkçı ve daha bir sürü şey söylüyordu.  Ama ben rahat değildim. 

Tekrar Hakkari'ye döndüm. Hakkari'de tamı tamına bir yıl kalabildim, kitapçılık ve gazetecilik yaptım. 

Belki başka vesilelerle bu süreçleri de yazarım. Ama Ali ağabeyle hikayemize devam edeyim.

1992'nin Ağustos ayında hapishaneye düştüm. 11 ay sonra tahliye oldum, ondan dört ay sonra da tekrar tutuklandım. 

Artık 8-9 yıllık bir hapishane sürecim olacaktı ve ben bütün zamanımı Ali ağabeyin bana öğrettiği gibi okumaya verdim. Önüme çıkan her şeyi okuyordum. 

1994'ün ortalarında Politzer'in Felsefenin Temel İlkeleri'ni de bu sırada okudum. 

Okumaz olaydım. Bütün Müslümanlığım, bütün İslamcılığım yerle yeksan oldu. Büyük bir bunalımdayım. 

Gönül Doktoru'nun Selim Hoca'sı artık derdime çare olmuyordu. 

Tanrı inancımı, ahiret inancımı kaybediyordum.

Şu "büyük çadırın ustası" kaybolmak üzereydi ki, Allah razı olsun Ali Kemal Temizer ağabeyin Beyan Yayınları'ndan bana, Ali ağabeyin İslam Düşüncesinde Din-Felsefe/Akıl-Vahiy İlişkisi isimli kitabı geldi.

İşte o kitabı okudum, tekrar okudum. Sonra bir daha okudum. 

İbni Tufeyl'in İşrak Felsefesini, Gazali'yi, İbni Sina'yı, Hayy b. Yakzan'ın arayışını, Farabi'nin, İbni Rüşd'ün derdini öğrendikçe Çadır'ın sahipsiz olmadığına olan kanaatim arttı.

Şükürler olsun ki, Ali ağabey imanımı kurtarmıştı.

Yazım uzadı, ama son yıllarda Ali ağabeyimizin başına gelen felaket beni ve sanırım benim neslimden olan bütün eski İslamcıları son derece rencide etti ve üzdü. 

Nasıl ki, Rus edebiyatı Gogol'ün Palto'sundan çıkmışsa bizler de Ali ağabeyin Çağdaş Kavramlar ve Düzenler'inden çıktık. 

Her ne öğrenmişsek ve her ne biliyorsak, o temelin en önemli köşe taşı Ali ağabey ve kitaplarıdır.

Onu bu gün Fethullahçı olamakla suçluyanlar, bimezler mi ki "Ey Ağlayan ve Ağlatan Hoca" makalesinden daha ciddi bir eleştiri olmamıştır Fethullah Gülen'e. 

Evet şimdi ona ve mensuplarına FETÖ demek çok kolay, ama onun kutsal sayıldığı yıllarda ve onu ve fikirlerini eleştirmek her babayiğidin kârı değildi.

Ali ağabeyin engin hoşgörüsüne sığınarak, bir hikaye ile sonlandırmak istiyorum.

Derler ki, bir adamın bir kaç kurban kestirmesi gerekmiş. 

Adam bıçakla caminin kapısına gelmiş ve "Aranızda Müslüman var mı?" demiş. 

Herkes korkuyla adama bakarken, gün geçirmiş ihtiyar bir adam; "Ben Müslüman'ım buyurun gidelim" demiş.

Gelmişler koyunların arasına, başlamışlar kesmeye. 

Bir iki üç derken ihtiyar yorulmuş. 

Adama “Camiye git bir başka Müslüman çağır,  gelsin bana yardım etsin" demiş. 

Adam bu kez kanlı bıçakla caminin kapısına dayanmış ve "Yok mu başka Müslüman?" diye sormuş. 

Herkes birbirine bakmış, sonra da hepsi birden imamın yüzüne bakmışlar. 

İmam bir taraftan eli bıçaklı adama, bir taraftan da cemaate bakmış ve öfkeyle demiş ki; 

Yahu iki tane namaz kıldık diye Müslüman mı olduk şimdi?.


Dolayısıyla Ali ağabeyin, bir çok kitabı aslında Fethullahçılık fikrine karşı birer reddiye iken, Zaman gazetesinde yazdı diye Fethullahçı mı oldu şimdi?

Netice-i kelam herkesin Müslüman olmaktan korktuğu bir dönemde, "Ben Müslümanım ve İslamcıyım" diyebilen adamdır Ali Bulaç.

 

 

* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU