Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi referandumunda yürütülen kampanya esnasında AK Parti kurmayları Türkiye’nin bundan böyle koalisyonlara mahkûm edilmeyeceğini, yönetimde istikrar için sistem değişikliğinin şart olduğunu ileri sürüyorlardı.
Oysa gelinen aşamada Türkiye ittifaklara yani bir nevî adı konmamış koalisyonlara endekslenmiş duruma geldi. Yeni sistemin dayattığı “yüzde 50 + 1” şartı siyaseti tepeden tırnağa yeniden dizayn etti ve etmeye devam ediyor.
Hâlihazırda önümüzde ete kemiğe bürünmüş iki ayrı ittifak var. Cumhur İttifakı bünyesinde AK Parti ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) yer alırken, Millet İttifakı şemsiyesi altında ise Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve İYİ Parti (İP) buluşuyor.
Mevcut tablo en azından kağıt üzerinde böyle şekillenmiş olsa da, fiiliyatta vaziyet sanıldığından çok daha karmaşık zira her iki ittifaka da dışarıdan verilen destekler söz konusu.
Cumhur İttifakı’na gayrı-resmî planda Vatan Partisi (VP), Hüda Par ve belli bir ölçüde Demokratik Sol Parti (DSP) omuz veriyor.
Millet İttifakı ise Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) yanı sıra Saadet Partisi (SP) ve Demokrat Parti (DP) tarafından genel seyir içinde “dışarıdan” destekleniyor.
Türkiye siyasetinin neredeyse son iki yıldır karşı karşıya olduğu bu iki-kutuplu manzaranın, Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu’nun yeni parti arayışlarının ışığında büyük değişimlere gebe olduğu anlaşılıyor. Başka bir deyişle, Babacan ve Davutoğlu’nun inisiyatifleri siyasî denklemde kartların çok yakın bir zamanda yeniden dağıtılabileceğine işaret ediyor.
Bir “Merkez İttifak” mı kurulacak?
Cumhur İttifakı bileşenlerinden AK Parti’nin geçtiğimiz 31 Mart ve 23 Haziran tarihlerinde üst üste aldığı seçim yenilgileri fevkalade belirgin bir kan kaybını ortaya koyarken, MHP’nin kısmî yükselişi ise ittifakın beklentilerini karşılamaya şimdilik yetmiyor gibi görünüyor.
Öte yandan Millet İttifakı çerçevesinde her ne kadar açık bir CHP-HDP kaynaşmasından bahsetmek mümkün ise de, İP ve SP’nin gitgide sola çeken bir ittifakta mevzilenmeyi doğru bulmadığı – dahası mevzubahis ittifak dâhilinde baskın hâle gelen sol jargonun bu iki partinin tabanlarında rahatsızlık yarattığı kulislerde konuşuluyor.
Şimdilik ittifakın ruhuyla çelişecek herhangi bir eylem içerisinde bulunmasalar da, İP ve SP önde gelenlerinin farklı alternatifler ve yeni formüller üzerine tartışma yürüttüklerini de böylelikle ilave etmiş olayım.
Babacan ve Davutoğlu’nun sahneye çıkmak için gün saymaları İP ile SP’nin içinde bulunduğu mevcut çıkmaza bir çözüm sunabileceği dillendiriliyor. Gerçekten de liberal-muhafazakâr çizgide pozisyon alması beklenen Babacan ile Anadolu merkezli muhafazakâr-milliyetçi tabana hitap etmesi öngörülen Davutoğlu’nun hareketlerinin partileşmesiyle birlikte İP ve SP de derin bir nefes almış olacak.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun son Diyarbakır ziyareti ve CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu’nun -ki kendisi CHP-HDP sinerjisinin en belirleyici mimarıdır- mahkeme süreciyle iyiden iyiye parlatılmasıyla etkisizleştirilen İP-SP ikilisi, Babacan-Davutoğlu etkisiyle kurulması muhtemel olan yeni bir “Merkez İttifak” kapsamında şüphesiz ki tabanlarını daha hoşnut edecek bir çizgiye kavuşabilecektir.
Şayet böylesi bir “düzenleme” vuku bulursa, Türkiye’de Cumhur İttifakı’nın yanı sıra bir Sol İttifak (CHP + HDP) ve bir de Merkez İttifak (Babacan + Davutoğlu + SP + İP ve belki de + DP) vücuda gelebilir.
Cumhur İttifakı niçin milliyetçi oylara yöneliyor?
İktidar kanadı bu tip bir parçalanmanın kaçınılmaz olarak “son” anlamına geleceğinin çok farkında. Bu anlamda Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’yi evinde ziyaret etmesini müteakip Bahçeli’nin İP mensuplarına yönelik yaptığı “MHP’nin kapıları eski arkadaşlarımıza açıktır” çağrısı bir tesadüf değildir.
Yukarıda tasvir etmeye çalıştığım olası yeni senaryoda güç dengelerinin basit bir matematik hesapla yaklaşık yüzde 55- yüzde 45 oranında muhalefet lehine değişeceği aşikârdır.
Dolayısıyla AK Parti Babacan-Davutoğlu ikilisinin partiden kopacak oyu gerçekçi bir yaklaşımla milliyetçi oylarla telafi etmek isteyecektir ki, hâlihazırda bu çabalarının tezahürlerini pek çok alanda müşahede ediyoruz.
HDP’nin bundan sonra AK Parti’yle hiçbir şekilde ortaklaşmayacağı, Babacan-Davutoğlu-SP-DP dörtlüsünün ise kendi ideolojik parametreleri ve tavan-taban uyumu gereğince merkezde buluşacağı göz önüne alındığında, önümüzdeki dönemde milliyetçi cenahın büyük ölçüde bir “kingmaker” (kral yapıcı, taç giydiren) mertebesine erişeceği ve dahi bu işlevi göreceği fevkalade berrak bir biçimde ortadadır.
İP değil “milliyetçi cenah” diyorum, zira bana kalırsa İP tabanı hâlâ tam olarak konsolide olmuş, pekişmiş değildir. Hâkim konjonktürde kendine bir ses arayan, bu sesi de dönemsel karakteri haiz olan İP’te nispeten bulan ve hakkını “bir süreliğine” İP’e devreden bir kentli milliyetçi kitle var.
Söz konusu kentli milliyetçi kitlenin gücünü 23 Haziran’da İstanbul seçimlerinin tekrarında gördük ve yaşadık. Terörist başı Öcalan’ın mektubunun yayınlanmasının ardından söz konusu kitle - bir paradoksa düşmek uğruna - HDP’nin de desteklediği İmamoğlu’na tepki oylarıyla yöneldi. İmamoğlu HDP’den gelen oylarla seçimi zaten kazanacaktı belki, doğrudur. Ne var ki İmamoğlu’nun açtığı farkın esas karar vericisi kentli milliyetçiler olmuştur.
AK Parti, MHP’yle birlikte Türkiye’nin üç aşağı beş yukarı bütün bölgelerinde (belki Güneydoğu müstesna) varlık belirten mevzubahis kentli milliyetçi kitleyi kendi saflarına çekmek, kazanmak ve ikna etmek istiyor.
Bahçeli’nin “İP çağrısı”, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son resepsiyonda Meral Akşener’le verdiği dostane fotoğraflar ve dahi Numan Kurtulmuş’un geçtiğimiz günlerde yaptığı “Şehirli milliyetçilerden oy kaybettik” açıklaması işte bu minvalde değerlendirilmelidir.
Gerçekten de “hamle” sırası şimdi AK Parti’dedir. Bakalım Cumhurbaşkanı Erdoğan liderliğinde AK Parti yönetimi bu yeni “tanzim” çalışmalarına karşı nasıl bir adım atacak?
Esas sorulması gereken sorular ise milliyetçilere dair olanlardır. Türkiye’de (bence) partilerden çoğunlukla bağımsız bir şekilde yeniden yükselişe geçen milliyetçilik önümüzdeki dönemde kime taç giydirecek?
Suriye’nin kuzeyindeki belirsizlik, PKK terörünün sürmesi ve şiddetlenmesi, göçmen-sığınmacı sorunsalının somut toplumsal yansımalarının her geçen gün daha yakıcı hâle gelmesi ve ekonomideki darboğaz milliyetçi seçeneği nasıl etkileyecek?
Dahası milliyetçiler (özellikle de kentli milliyetçiler) oylarını şu veya bu partiye “kiralamak” yerine sürdürülebilir ve uzun vadeli bir çareyi inşa edebilecekler mi? Edeceklerse bu nasıl olacak?
“Yeni nesil” siyasetçiler sahne alıyor
Herkesin bildiği ve benim de üzerinde pek çok çalışmalar verip ifade ettiğim gibi, Avrupa’da milliyetçi dürtüler küllerinden yeniden doğmaya başladı.
Her ne kadar adına tam olarak “milliyetçi” diyemesem de, genelde Batı ama özellikle de Avrupa bugünlerde milliyetçilikten “beslenmeye gayret eden” bir sağ popülist olguya muhatap oluyor. Yeni bir siyasetçi nesli beliriyor.
Bu anlamda Avrupa’da hem “düzen-statüko” cephesinde, hem de “popülist” cephede farklı bir jenerasyonun siyaset dizginlerini kademeli olarak eline aldığı bir çağa tanıklık ediyoruz.
Düzen cephesi Emmanuel Macron’lar, Annegret Kramp-Karrenbauer’ler, Sebastian Kurz’lar ve Roberto Habeck’ler çıkarırken, “anti-sistem” popülistler Matteo Salvini’ler, Marine Le Pen’ler, Tomio Okamura’lar ve Alice Weidel’ler doğuruyor.
Türkiye’de de nesil yenilenmesi planında benzer bir kabuk değişim süreci işliyor. Siyasî görüşlerinin doğruluğunu yahut yanlışlığını tartışmaksızın Ekrem İmamoğlu, Ali Babacan, Canan Kaftancıoğlu, Birol Aydın, Mustafa İlker Yücel ve Selahattin Demirtaş gibi figürlerin siyasette güçlendikleri, dahası popülarite kazandıkları bir zamandayız.
Ne ilginçtir ki, Avrupa’da muayyen nizamı 1945 yılı sonrasında filizlendirilen değerler manzumesiyle birlikte şiddetle sarsan yeni milliyetçilik formatının güçlü sözcüleri varken, Türkiye’de kristalize olma yoluna giren muasır milliyetçiliğin henüz yeni nesilden bir temsilcisi, bir önderi – en azından resmî olarak – bulunmuyor.
Milliyetçilerin “yeni nesil” lideri kim?
Allah her birine sağlık ve afiyet versin; bütün yönleriyle büyük bir devlet adamı olan Devlet Bahçeli bugün 71 yaşındadır.
Özellikle cumhuriyetçi ve halkçı kaygılarla hareket eden kimi milliyetçi kesimlerin ilgiyle takip ettikleri ve yine Türkiye’nin tarihinde yadsınamaz derecede önemli bir konuma sahip olan Doğu Perinçek ise 77 yaşındadır.
İP Genel Başkanı Meral Akşener 63, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş 64 yaşındadır ki – bu anlamda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’la (65) aynı nesilden sayılacaklardır.
Şüphesiz ki siyaset – çoğu zaman ve özellikle de Türkiye’de – “ömür boyu hizmet” şuuruyla yapılmaktadır ki, ben bunu ülke ve devlet hafızasını muhafaza etmek bakımından faydalı görsem de, hizmetin yer ve şekillerinin kademeli olarak değişebileceğine inanıyorum.
Her şeye rağmen bir de hayatın doğal gerçekleri var ki, bu kanunlar yeni nesli artık bir zaruret şeklinde toplum hayatına empoze ediyor.
Bu şu veya bu kişinin istemesiyle, zorlamasıyla yahut planlamasıyla olan bir şey değil, bilâkis ifade etmeye çalıştığım gibi, hayatın organik kanunlarının bir neticesidir.
Türkiye’deki klasik ve geleneksel milliyetçilik akımı “zamanın ruhu”nu bir ucundan yakalayıp tutacak, çağı yakalamanın ötesinde çağa yön verecek olan bir şahsiyeti bağrından çıkarmakta yeterince mahir olamamıştır.
Bizim ülkemizde (Avrupa’ya kıyasla çok daha alenî bir tarzda) milliyetçi düşünce ve pratikte “lidere itaat” esastır. Dolayısıyla sivrilen her “yeni nesil” mensubu, birtakım gerekçelerle ya partilerinden uzaklaştırılmış ya da partilerinde “kontrol edilebilir/denetlenebilir” mevkilere taşınmıştır.
Geçtiğimiz günlerde Foreign Policy dergisinde bir makaleye rastladım. “Turkey Can’t Host Syrian Refugees Forever” (Türkiye Suriyeli Mültecileri İlanihaye Misafir Edemez) başlığıyla yayınlanan makalede yazar, şayet Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın elini çabuk tutmazsa “kendi Salvini’siyle yüzleşme zorunda kalacağını” ifade ediyor.
Makalede yazarın atıfta bulunduğu isimler arasında ise Meral Akşener’in yanı sıra Ümit Özdağ da yer alıyor. İlginçtir, Sinan Oğan’a kati suretle bir gönderme yapılmamış.
Oysa bana kalırsa Sinan Oğan, yukarıda bahsini ettiğim “yeni nesil” siyasetçilerin milliyetçilik özelindeki en sivri, en keskin ve en potansiyelli ismidir.
Sinan Oğan bilmecesi ve sosyolojik basınç
Son olarak Suriyelilerle ilgili eleştirilerine nispetle kimi sivil toplum kuruluşlarının şimşeklerini üzerine çeken Oğan, 2015 ve 2017 yıllarında MHP’den ihraç edildi (bildiğim kadarıyla ikinci ihraç dosyası hâlâ mahkemede) ve genel beklentilerin aksine İP’e katılmamayı seçti.
Bu anlamda ismini eskitmeyen Oğan’ın Türkçü-milliyetçi çizgisinde de zaman içinde herhangi bir kırılma yaşanmadı.
Sevilip sevilmemesi ve dahi MHP’ye dönüp dönmeyeceği konularını bir kenara atarak söylemeliyim ki, Sinan Oğan mevcut şartlarda ve yaklaşan dönemde milliyetçiliğin süvariliğini üstlenebilecek -görünürdeki- yegâne seçenektir.
Şüphesiz ki, “Sinan Oğan” ismine yöneltilebilecek pek çok eleştiri vardır. Örneğin bir muhit Sinan Oğan’ı ırkçılıkla, faşistlikle suçluyor.
Şahsen bu eleştiriyi haksız ve temelsiz buluyorum. Nedeni ise çok basit: Avrupa’da 2017 yılında 22 üye ülkeye (hepsi dâhil) yalnızca 1 milyon kadar sığınmacı/mülteci giriş yapmışken Avrupa’da hem milliyetçiler hem de popülistler dünyayı ve içinde bulundukları coğrafya halklarını ayağa kaldırırlarken, Türkiye’de yaşayan 5 milyon Suriyelinin tetiklediği sosyal alt-üst oluşu – polemik bir terminolojiyle de olsa – dillendirmeye kimsenin hakkı olmayacak mıdır?
Kendi zaviyemden baktığımda Sinan Oğan’a yapılabilecek en ciddi tenkit Türkiye’nin ekonomik, sosyal ve kültürel sorunlarına dair paylaştığı tutarlı bir siyasî programı olmayışıdır ki – bu büyük bir eksikliktir.
Yok, şayet varsa veya oluşturulma aşamasındaysa ne zaman açıklanacaktır ve katkı sunanlar kimlerdir?
Velhâsıl, Sinan Oğan’ın ne yapacağı, ne düşündüğü en azından şimdilik meçhul.
MHP’ye dönecek mi? Yeni parti mi kuracak?
Yoksa hiçbirini yapmayıp izlemede mi kalacak? Bilmiyoruz.
Bildiğim ve tahmin ettiğim tek şey, yeni nesil liderliğin tek eksik halkası durumundaki “milliyetçi liderliğin” er ya da geç birinin benliğinde cisimleşeceğidir.
Türkiye’de, tıpkı Avrupa’da olduğu gibi, sosyolojiden fışkıran bir milliyetçi arayış vardır ve söz konusu arayış henüz tam anlamıyla arzuladığı liderliği bulamamıştır.
Bu durum “kingmaker” konumuna ulaştığı artık tartışılamaz olan milliyetçi dinamiği etkilediği kadar şüphesiz ki iktidar hesapları yapan bütün ittifakları da etkileyecek ve hatta kuşatacaktır.
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish