Kuşkusuz; kendisi hakkında söylenecek birçok cümle eksik kalacak.
Zira o, ülkemizin en birikimli değerlerinden biri…
Entelektüel birikimiyle, yazdığı kitaplarla, akademisyen kimliğiyle ve dünyanın en ünlü üniversitelerinde gerçekleştirdiği etkili çalışmalarıyla, 100 yıllık cumhuriyetimizin kadını olarak emsal gösterilecek bir simge.
Çocukluğundan bugüne değin yaşamının her anında başarıdan başarıya koşmuş bir kadın.
Mütevazı karakteriyle gençleri güler yüzüyle kucaklamış bir akademisyen: Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan.
Onlarca unvanla taçlandırdığı kariyerinin "en büyük unvanının annelik" olduğunu söyleyen duygu dolu bir ruha sahip.
Onu herhalde tanımayanınız yoktur. Zira kendisi hakkında medyadan, akademiden, kitaplarından ve dijital kanallardan birçok bilgiye ulaşmak mümkün.
Independent Türkçe için Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan ile siyaset, politika ve uluslararası ilişkilerden bağımsız olarak "sanatı" konuştuk.
Deniz Hanım kendi perspektifinden sanatı nasıl tanımlar? Sizin için sanat ne anlam ifade ediyor?
Sanatı en basit haliyle "yaratıcılığın ve hayal gücünün dile gelme biçimi" olarak tanımlayabilirim.
Sanat bu şekliyle bir söyleme eylemidir. Bazen yazıyla, bazen notalarla, bazen fırça darbeleriyle dile gelir ama bir şekilde konuşur.
Sanatın benim için anlamı, karşılıklı bir sohbetin parçası olmak; karşı tarafı anlama çabasına girmek ve kendi içeriğimi yansıtmak üzerinden biçimleniyor.
Sanatçının eserinden çok, kendi girdiğim anlama ve anlamlandırma çabasını önemsiyorum ve o kalabalık anlam dünyasının içinde kendi hayal gücümün ve kapasitemin sınırlarının zorlanmasını seviyorum.
Birçok kitap yazdınız fakat dikkatimi çeken bir konu var ki; "Travmaların Gölgesinde", "Pandeminin Psikopolitiği", "Bitmeyen Yas Covid-19" kitaplarınızın kapaklarında sanatçı Edvard Munch'un eserlerine yer verdiniz … Özellikle politik bir kitap kapağında Munch'a yer vermenizin özel bir nedeni var mı?
Edvard Munch, editoryal kitaplarımın kapağında bilinçli olarak tercih ettiğim bir ressam.
Bilindiği gibi, psikolojik resmin öncülerinden ve kendi korkularını, paranoyalarını sanatını besleyen bir güce dönüştürebilen müthiş bir sanatçı.
Bütün hayatı boyunca hastalıklarla çevrili bir yaşamının olması ve hastalıkların ürettiği korku ve depresyonla savaşı özellikle pandemi döneminde çıkan 2 kitaba tam oturdu.
"Travmaların Gölgesinde" kitabı ise onun en önemli eseri "Çığlık"ın modifiye hali.
Peki Türkiye'de çağdaş sanat vizyonunu nasıl değerlendirirsiniz? Sizce ülkemizde çağdaş sanat doğru bir zeminde ilerliyor mu, karşılık bulabiliyor mu?
Kanımca özellikle resim sanatı açısından ülkemizde oldukça zengin bir ekosistem oluşmaya başladı.
Teknolojik imkanlar ve dijital etkileşim coğrafyasızlık özgürlüğünü hayatımıza katınca, en yerel değerler bile kolayca dünya piyasasına çıkabilir hale geldi.
Türk ressamları, heykeltraşları, çini ve seramik ustalarını takip eden koleksiyonerler artıyor.
Mücevher, mobilya, moda vs. tasarımı gibi konularda çok önemli isimler de ortaya çıktı.
Sinema sektörü zaten Türkiye'nin en etkin "yumuşak gücü" olarak gelişiyor.
Bütün dünya Türk dizilerini, filmlerini izliyor. Yapay zeka uygulamaları Türkçe basılı eserlerin hızla ve mükemmele yakın doğrulukla çevirilerini yapıyor ve edebi eserler dünya piyasalarına sunuluyor.
Bir de bunun ekonomik boyutu var ki, artık resim, heykel gibi eserler tıpkı kripto paralar gibi, sınır ötesine taşınabilen menkul değerler niteliğinde. O yüzden yatırımcıları artıyor.
Bir televizyon programında paylaştığınız "sanatta kusurlu özgünlük" ifadesi beni çok etkilemişti. Bu konuyu biraz açar mısınız? Nedir bu "kusurlu özgünlük"?
Aslında bu tabir annemde aldığım bir ifade. Kusursuzluk Tanrısal bir özellik kuşkusuz.
Ona yakın formlarını ise 3D printerlarda, makine üretimlerinde sağlayabiliyoruz.
Lakin kusursuzluk onları değerli kılmıyor; aksine el emeğindeki küçük kusurlar ve salt insan emeğinin ürünü olmaları sanat eserlerini değerli kılıyor.
İnsan eliyle üretilmeyene zaten sanat diyemiyoruz. Bütün güzellikler küçük kusurlarla besleniyor, özgünleşiyor.
Bu şekilde tornadan değil, bir hayal gücünün, bir yaratıcının elinden çıktığı anlaşılıyor.
"En faşist düzenlerin, ceberut iktidarların meşruiyeti de sanatla sağlanıyor"
Tarih boyunca, sanat politize olmuş ve çağının şartlarına tepki olarak ortaya çıkmış. Ülkemizde de benzer bir zemin olduğunu düşünüyor musunuz? Günümüz sanatçıları, eleştirel bir dil kullanarak sanatı bu dönemin koşullarında etkili bir enstrüman olarak kullanabiliyorlar mı?
Sanat genelde kabul edilen haliyle bir itiraz, bir muhalefet aracı olarak kabul ediliyor.
Oysa, en faşist düzenlerin, ceberut iktidarların meşruiyeti de onları destekleyen sanatla ve sanatçılarla sağlanıyor.
Tıpkı entelektüellerin muhalif olma zorunluluğu varmış gibi, sanatçılara da bu baskı uygulanıyor.
Bir geriye baktığınızda iktidar destekleyicisi Hegel'i, Hobbes'u, Machiavelli'yi ya da Heidegger'i görebildiğiniz gibi, döneminin en güçlü politik birimi olan kilise tarafından desteklenen, kraliyet resimleri yapan veya savaşlarda kazanılan zaferlerin liderlerini portreleştiren ressamlar da olmuştur.
Müzisyenler kraliyet ya da burjuva tarafından desteklenmiştir.
Buna mukabil, muhalif ve politik olarak genelden farklı düşünen sanatçıların daha popüler olduğunu söylemek mümkündür.
Zira açıkça kelimelerin diliyle söylenmeyeni sanatla söylemek nispeten açık bırakılmış bir yoldur.
"Güzellik, egemen gücün empoze ettiği estetik değer yargılarına uygunluktur"
Estetik ve güzellik algısı zaman içinde farklı mekanlar ve farklı zaman dilimlerinde bile algı olarak değişebiliyor. Son dönemde, estetik kavramı sıklıkla insan bedeni üzerinden yorumlanıyor ve ideal estetik değerine ulaşma çabası yaygınlaşıyor. Sizce günümüzde ideal estetik değerlerini belirleyen ölçütler neler?
Güzellik denilen şey sıkça kullandığım bir ifadeyle "egemen gücün empoze ettiği estetik değer yargılarına uygunluk"tur.
Günümüz estetiği, özgünlüğü yok eden, tektipleştirici ve aptallaştırıcı bir yaklaşım çerçevesinde şekilleniyor.
Aklı olan uyum sağlamak için kendini paralamaz ama önce aklı yerinden ederek işe girişiyor zihinlerimizin efendileri.
İyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin kategorileri kadim kültürden kopartılarak hızla değişen bir tüketim çılgınlığının esiri haline geliyor.
Güzeli yitireli çok zaman oldu aslında; güzeller güzel atlara binip gittiler.
"Başka bir işle uğraşsaydım mutlu olamazdım"
Biraz da özel yaşamınıza dair merak ettiklerim var. Genç yaşlarda sanat, spor ve diğer aktivitelerde üstün yeteneklere ve tabii başarılara sahip bir kişi olarak büyüdünüz. Ancak tam tersine akademik bir kariyere yöneldiniz. Sanat ve spor yerine sizi akademiye iten motivasyon neydi?
Sanata da spora da yetenekliydim ama yeterince hevesli değildim sanırım. Olsaydım bir yerlerden mutlaka bir çıkış sağlardım diye düşünüyorum.
Lakin her zaman her ikisine de ilgim oldu ve hala devam ediyor.
Akademik kariyer ise biraz aile genetiğinin ve geleneğinin ürünü, biraz da tesadüflerin.
Önüme çıkan yollar beni buraya getirdi. İyi ki de getirdi zira başka bir işle uğraşsaydım mutlu olamazdım.
Akademi dünyası da sanat dünyası kadar olmasa da hayal gücünüzü, yaratıcılığınızı, üretim hevesinizi yansıtabileceğiniz bir alan.
Yazıp çizmeyi, farklı şekler düşünmeyi, anlamaya çalışmayı seviyorum.
"Aile olmanın yükünü çok erken taşımaya başladığımı ve biraz yorulduğumu itiraf etmeliyim"
Hem Türkiye'de hem de uluslararası arenada büyük başarılar elde etmiş bir kadın olarak, özellikle Türkiye'de akademik veya iş hayatınıza dair zorluklarla karşılaştınız mı? Kadın olmanın getirdiği özel zorluklar hakkında deneyimlerinizi paylaşır mısınız?
Kadın olmak başlı başına bir yük aslında. Çocukluktan başlayarak ekstra sorumluluklar almaya, düzenli ve çerçeveli yaşamaya mecbur bırakılıyorsunuz.
Kendi adıma düşünürsem, özellikle çok genç yaşta evlendiğim ve anne olduğum için, aile olmanın yükünü çok erken taşımaya başladığımı ve biraz yorulduğumu itiraf etmeliyim.
Eski eşim de sporcu olduğu için özel ve disiplinli bir yaşam sürmesi gerekiyordu ve ona uyum sağlayarak kendi hayatımı ona göre düzenlemem gerekiyordu.
Doğal olarak kendinden ve ideallerinden kısmi bir vazgeçiş kaçınılmaz oldu.
Yine de görece şanslı kadınlardan birisi olduğumu itiraf edeyim.
Erkekler akademi dünyasında çok daha rahat ve elverişli koşullarda yarışıyorlar.
Kadınlar eve gidip çocuklara bakmak, sofrayı kurmak, ebeveynleriyle ilgilenmek durumundalarken, onlar açısından salt mali sorumlulukların var olduğu daha geniş bir oyun alanı var.
Şimdiki gençler bizden biraz farklı ve sorumlulukları paylaşıyorlar; bu iyi bir gelişme.
"Güzel bir ailemin olması, çocuklarımla mutlu bir yaşam kurmak hep önceliğim oldu"
Aynı zamanda, çocuklarına çok bağlı iki çocuk annesisiniz... Başarılarınız, makaleleriniz ve kitaplarınızın yanı sıra, harika iki çocuk yetiştirdiniz. Peki, kariyeriniz açısından çocuklarınızın varlığının sizi zorladığı zamanlar oldu mu?
Allah'a en çok şükrettiğim şey evlatlarım. Beni hiç üzmeyen, dürüst, iyi ahlaklı beni el üstünde tutan çocuklar yetiştirdim.
Kariyer falan hiç umurumda olmadı benim; güzel bir ailemin olması, çocuklarımla mutlu bir yaşam kurmak hep önceliğim oldu.
Onların varlığı ve desteği bugün sahip olduğum tüm unvanların temel taşlarını oluşturuyor.
Doğurduğum ve doğurmadığım evlatlarımla harika bir yaşam kurmayı başardım.
"Gençlik biyolojik değil, zihinsel bir olay"
Hayatınızın büyük bir bölümünü gençlerle beraber yürüdünüz; yürümeye de devam ediyorsunuz? Son 20 yılda "X", "Y" ve "Z" gibi kuşak kategorileriyle ayırdığımız gençler gerçekten birbirinden o kadar farklı mı sizce?
Ben bu kuşaklar paradigmasını pek benimsemiyorum, aksine kuşaksızlık ve yaşsızlık iddiam var.
Bu tür sınıflandırmalar bana yapay ve kapitalist endüstrinin uydurması gibi geliyor.
Gençlik biyolojik değil, zihinsel bir olay. Artık her zamankinden daha fazla öyle.
Noah Harari, "artık gelir düzeylerindeki farklılığı, insanların biyolojik kalıplarına her zamankinden daha çok yansıyacağını ve belirli imkanlara erişebilenlerin kendilerini daha genç, daha üretken, daha donanımlı ve daha uzun ömürlü kılabileceğini" söylüyor.
Ben de aynı fikirdeyim. İnsanlar arasında aynı yaş gruplarında büyük uçurumlar oluşmaya başladı.
Pandemide bile tüm dünyada hastanelerde bakım alabilenlerin hayatta kalma ihtimali daha yüksek oldu.
"Gençler, zihinlerini başka efendilere teslim etmesinler"
Son olarak, gençlerle iç içe olan ve onlara ilham veren biri olarak, politika ve uluslararası ilişkilerle ilgilenen gençlere kariyerlerini başarılı bir şekilde inşa etmeleri için ne gibi tavsiyelerde bulunursunuz?
Ben gençlere hep kendilerine sunulan kalıpların dışına çıkmalarını öneriyorum.
Özellikle ülkemizdeki siyasi kalıplar onları daimî olarak aynı şekilde düşünmeye, tektipleştirmeye ve aptallaştırmaya odaklı.
Sabit bir menü verip, onun içinden seçim yapılmasını dayatıyorlar; oysa dışarıda sonsuz seçenekler var.
Tıpkı bir sanatçı gibi, kendilerini, düşüncelerini ve ömürlerini özgün bir biçimde tasarlamalılar. Zihinlerini başka efendilere teslim etmesinler.
Güzel ve bir o kadar da verimli söyleşisi için sevgili Deniz Ülke Arıboğan'a çok teşekkür ediyorum…
Sağlıkla, sanatla kalın…
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish