Geçtiğimiz hafta savaşın bölgemizin de ötesine yayılma endişesini beraberinde getiren bazı gelişmeler oldu.
Gazze savaşının başından bu yana çatışmaların bölgeye yayılmaması amacıyla ölçülü açıklamalarda bulunan ve İsrail ile ABD'yi doğrudan karşısına almak istemeyen İran, önce Irak'ın kuzeyindeki Erbil ile Suriye'nin kuzey batısındaki İdlib'e füze saldırısı düzenledi.
Daha sonra da beklenmedik bir şekilde Pakistan'ın Belucistan Eyaleti'ndeki bazı hedefleri vurdu, Pakistan da mukabele etti.
Bunun üzerine bir anda savaşın Ortadoğu'dan Güney Asya'ya yayılma riski ortaya çıktı.
Pakistan ve İran saldırılardan kısa süre önce ortak askeri tatbikat düzenledi, ayrıca İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan ile Pakistan geçici hükümet Başbakanı Anvarul Hak Kakar Davos'ta biraraya geldi. Bundan dolayı İran'ın Pakistan'a saldırısı İslamabad'da şaşkınlık yarattı.
İran, her ne kadar Adalet ve Eşitlik Ordusu'na (Ceyş el Adl) yönelik bu saldırının eli kulağında olduğunu söylese de zamanlaması nedeniyle bu saldırıların Ortadoğu'daki gelişmelerden bağımsız olmadığı ve hatta ABD'nin İran üzerinden Çin'e bir mesajı bile olabileceği yorumlarına neden oldu.
Her hâl ve kârda, nükleer güç Pakistan ile İran arasında gerilimin tırmandırılmaması yönünde iki ülke dışişleri bakanları arasında bir görüş birliğine varılarak, şimdilik bir çatışma riski bertaraf edilmiş gibi duruyor.
Ancak İsrail ile İran ihtilafının bölgeyi daha da olumsuz bir şekilde etkileme potansiyeli bulunuyor.
Nitekim, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun tüm bu gelişmelerin üstüne bir basın mensubunun sorusuna cevaben "İran'a saldırmadığımızı kim söylüyor? İran'a saldırıyoruz" şeklindeki açıklaması "Kasım Süleymani anma töreni esnasında düzenlenen saldırıların arkasında İsrail mi vardı? İsrail ile İran doğrudan çatışmaya girer mi? Girerse bunun bölgemizde ve ötesinde nasıl etkileri olur?" gibi soruları gündeme getirdi.
1979 devriminden bu yana Tel Aviv ve Tahran birbirlerini varoluşsal tehdit olarak görüyor.
Bu nedenle de taraflar uzun yıllardır birbirlerini, siber saldırılar da dahil olmak üzere, farklı şekillerde hedef alıyor. İran vekilleri üzerinden İsrail'i hedef alırken, İsrail, zaman zaman İran'a yönelik operasyonlar düzenliyor, Suriye'deki İran yanlısı unsurları etkisiz hale getiriyor.
Peki Gazze'deki savaşın ve katliamın sürmesi, bölgenin daha da istikrarsızlığa sürüklenmesi halinde iki tarafın savaşa girmesi mümkün mü?
Bu sorunun yanıtı için öncelikle İran'ın askeri imkân ve kabiliyetlerinin durumunu anlamak gerekir.
İran, ABD ve İsrail'i doğrudan karşısına alabilir mi?
Genel hatlarıyla özetlemek gerekirse, İran'da Silahlı Kuvvetlere bağlı iki ayrı askeri yapılanma bulunuyor.
Şah döneminden kalan ve yıpranmaya yüz tutan yaklaşık 420 bin kişilik konvansiyonel ordu ile İslam devrimi sonrasında kurulan 190 bini aktif, 450 bini ise rezerv olan ve görevi daha ziyade ülkedeki asayişi sağlamak olan Besic güçlerinden oluşan Devrim Muhafızları Ordusu.
İran, 1980-1988 yılları arasında süren İran-Irak savaşı sonrasında bölgedeki hiçbir ülkeyle doğrudan çatışmaya girmedi.
Savaş esnasında İran'ın yaşadığı ağır askeri kayıplar, Batı'nın Irak'ı desteklemesi ve İran'a ambargo uygulaması, İran'ın asimetrik kapasitesini artırması ve sonraki yıllarda kendi kendini idame etmesi gerekliliğini ortaya çıkardı.
İran bu doğrultuda, taktik değiştirerek bölgedeki hasımlarını vekiller üzerinden hedef alma stratejisini uygulamaya başladı.
Dünyadaki tüm Şiilerin hamisi olduğunu iddia eden İran böylelikle hem bölge ülkelerdeki Şii nüfusu hem de Batı'ya ve İsrail'e karşı oluşan Hamas ve Hizbullah'ın da içinde yeraldığı direniş cephesini destekleme yoluna gitti.
İran bu amaç için Devrim Muhafızları'na bağlı Kudüs Gücü'nü kurdu.
İran silahlı kuvvetlerine ayrılan fonlar ağırlıklı olarak Devrim Muhafızları'na aktarılmaya başlandı.
İran izlediği bu strateji doğrultusunda Çin ve Kuzey Kore gibi ülkelerin de yardımıyla kendi savunma sanayiini geliştirdi ve ambargolar nedeniyle elindeki sınırlı imkanlarla füze teknolojisini ilerletti, insansız hava araçları üretmeye başladı.
Tahran yönetimi ayrıca, Şah döneminde Batı'nın başlayan nükleer programını Batı'nın itirazları ve yaptırımlarına rağmen geliştirdi.
Nükleer programı konusunda şeffaf olmayan ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'yla da etkin işbirliği yapmaktan kaçınan İran'ın uranyum zenginleştirme programının hangi safhada olduğu net olarak bilinmiyor.
Bugün, eskiyen askeri envanterine rağmen 1 milyona yakın mobilize olabilecek bir askeri güce ve İsrail'i vurabilecek balistik füzelere sahip olan İran, ülkenin derinliği, sınırlarının büyük bir kısmının dağlarla çevrili olması, enerji ve ticaret yollarının üzerinde bulunmasının verdiği jeostratejik avantajla yine de bölgesinde önemli ve dikkate alınması gereken bir aktör.
Yine de İran kendisinden çok daha donanımlı ve ileri teknolojilere sahip olan ABD ve İsrail'le doğrudan bir savaşı idame ettirebilecek imkan ve kabiliyetlere sahip değil.
Bu nedenle de Tel Aviv ve Vaşington'u karşısına almaktan imtina ediyor.
İran'ın bölgede ABD çıkarlarına veya İsrail'e yönelik operasyonları genelde dolaylı oluyor.
21 Ocak sabaha karşı Ayn el-Esed Askeri üssüne yönelik saldırı gibi, ABD çıkarlarını doğrudan hedef alan operasyonlar çoğunlukla İran'ın desteklediği gruplar tarafından gerçekleştiriliyor ve üstleniliyor.
İran'ın üstlendiği saldırılarda ise ABD çıkarları çoğunlukla doğrudan hedef alınmıyor.
Son Erbil saldırısında da atılan füzeler ABD Başkonsolosluğu ve ABD üssünün yakınlarına düştü.
Bu durum taraflar arasında gerginliğin tırmandırılmaması ya da kontrollü bir şekilde tırmandırılması yönünde bir mutabakat olduğu ihtimalini kuvvetlendiriyor.
Nitekim, eski ABD Başkanı Donald Trump geçen kasım ayında yaptığı bir konuşmada, İran Devrim Muhafızları Komutanı Kasım Süleymani'nin Ocak 2020'de ABD tarafından öldürülmesinin ardından İranlı yetkililerin kendisiyle iletişime geçtiğini ve Tahran'ın, ABD üssüne düzenlediği bir saldırıyı önceden haber verdiğini iddia etti.
Trump'ın "Bizi aradılar ve dediler ki, 'Dinleyin, başka seçeneğimiz yok. Sizi vurmak zorundayız çünkü kendimize saygımız var'. Bunu anlıyordum. Onları vurmuştuk ve bir şeyler yapmaları gerekiyordu" şeklindeki ifadeleri iki ülke arasında bir anlayış olduğu hususunu teyit eder nitelikte.
İran, İsrail'in kışkırtmalarına kayıtsız kalabilecek mi?
Gazze'deki hedeflerine ulaşamayan, tüm dış baskılara rağmen katliamı sürdüren ve istifası yönünde her geçen gün artan oranda iç baskıya maruz kalan Netanyahu dikkat dağıtmak için bölgeyi karıştırmaya devam ediyor.
20 Ocak Cumartesi günü İsrail Şam'ın merkezindeki Mezze semtinde İran Devrim Muhafızları mensuplarını hedef aldı.
İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi saldırının cevapsız bırakılmayacağı mesajını verirken, İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Nasır Kenani de saldırıyı kınadı ve İran'ın söz konusu saldırıya uygun yer ve zamanda karşılık verme hakkını saklı tuttuğunu ifade etti.
Bu noktada, üzerinde durulması gereken bir diğer husus ise savaşın başından bu yana İran'ın doğrudan eyleme geçmekteki isteksizliğinin direniş cephesinin bazı unsurları nezdinde yarattığı rahatsızlık.
Savaş devam ettikçe İran'ın İsrail'in provokasyonlarına kayıtsız kalması giderek zorlaşacaktır.
Tepki vermemek 1979'dan bu yana bölgede güç gösterisi yapan ve rejimi de bu güç projeksiyonu üzerine kuran İran'ın imajını ciddi anlamda zedeleyecek ve direniş cephesi karşısında elini güçsüzleştirecektir. Ancak tepki vermek de rejimin kendisinin tehlikeye girmesi anlamına gelebilecektir.
İran'ın bir açmazın içine girmesi ise, Pakistan'a yönelik saldırısında olduğu gibi beklenmedik bazı adımları atmasını da zorunlu hale getirebilecektir.
Her hâl ve kârda, Filistin devletinin kuruluşuna karşı çıkan ve Biden Yönetimi'yle de ciddi görüş ayrılıklarına sahip olan bir İsrail Başbakanı varken bölgenin daha da istikrarsızlığa sürüklenmesi ve çatışmaların bölge dışına da yayılmasını beklemek yanlış olmayacaktır.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish